Aylık arşivler: Mart 2022

Canları Severim

Canları sevdim candan ötürü
Can olmayan benden uzakta kalsın
Can değilse sevmeye gerek mi var
Can değilse o kendine baksın

Can olmayan ki insan sayılmaz
Hayvan olsa da bile koyulmaz
Keçi olsa davar bile sayılmaz
Yok, saysın kendini öyle baksın

Can bilir canı sevdası canan
Çok saflar vardır bilmeden kanan
Makam ile kendini andıran
Makamsız olup kendine baksın

Can olandır can makamsız insan
Dinsiz mezhepsiz yüreği insan
Sarayı başına çalınanların
Sanma biliyor kendisi insan

 

Muhsin SALMAN

26.03.2022

Genç Mustafa Kemal’in Komutanları

Mustafa Zeki Paşa (Harbiye Komutanı)

Mustafa Zeki Paşa

Hava Harp Okulunun komutanlığı görevine 1884 yılında atanmıştı. Ve 22 yıl bu okulun en uzun süre görev yapan komutanı olarak 1906 yılına kadar bu görevini sürdürdü. Çok okuyan ve yazan bilge bir insan, ülkesi için yurtsever ve bilgili subaylar yetiştirmeye kendini adamış, Hava Harp Okulunun şerefli bir komutanıydı.

Mustafa Zeki Paşa, âlim bir komutandır ve öğrencileri ile sürekli ilgilenmektedir. Mustafa Kemal gibi İsmet İnönü, Kazım Karabekir ve Fevzi Çakmak gibi birçok ünlü komutanı da yetiştirmiştir.

Mustafa Zeki Paşa, Goltz Paşa’nın “askerî okullar müfettişi” olması ve Esat Paşa’nın “ders nazırı” olması nedeniyle de Harp Okulu’nu, çağa uygun bir müfredatla gerekli kadroları oluşturmuş, Alman, Fransız, Belçika harp okullarının ders programlarını tetkik ederek okul programına uyarlamıştır. Böylelikle Harp Okulu, talim ve terbiye bakımından yeni bir devreye girmesi Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının belki de en büyük şansı, okulun bu yeni devresinde Harp Okulu’na girmeleridir, denilebilir.

Von Der Goltz Paşa (Askeri Okullar Müffettişi)

Von Der Goltz Paşa

Osmanlı Devleti’nin Batı karşısındaki gerileyişiyle birlikte “modern bir ordu kurma” çabasını da görüyoruz. Osmanlı’da yıllardır süre gelen klasik ordu teşkilatı olan Yeniçeri Ocağı kaldırılmasının ardından, Avrupa ayarında modern bir orduya sahip olabilmesi “Devlet-i Aliyye” açısından ayrı bir önem teşkil ediyordu. II. Mahmut’la beraber, Yeniçeri Ocağı’nın yerine modern bir ordunun kurulması için Avrupalı uzmanlara başvuruldu. 19. yüzyılın başlarken çok sayıda Avrupalı askeri uzman, bu doğrultuda Osmanlı ordusunda görev aldı. Bu askeri uzmanların başında 1883 yılı itibariye görev alan Alman Von Der Goltz Paşa gelir. Goltz Paşa’nın, Osmanlı Ordusu ve sivil-asker aydınları üzerindeki etkisi, diğer yabancı uzmanlarla mukayese edilemeyecek kadar büyüktür. Göreve başladığı tarihten, 1916’da Irak Cephesi’nde hayata gözlerini kapayacağı tarihe kadar, bu topraklarda yaşanan gelişmelerle yakından ilgilenmiştir. Paşa’nın, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine ilişkin düşünceleri, ordudaki gelişimlere dair fikirleri, bu konuda çalışmaları çok değerli bulunmuştur. Tespitlerini ve görüşlerini de kaleme aldığı eserleriyle, yazdığı makalelerle veyahut gazetelere vermiş olduğu beyanlarla da Türk ve dünya kamuoyuyla paylaşmaktan geri kalmamıştır.

Esat Paşa (Ders Nazırı)

Esat Paşa

Esat Paşa, 1862 yılında Yanyada dünyaya gelmiştir. Esat Paşa Türk tarihinde yer alan en büyük komutanlardan birisidir. Harbiye Mektebi’ndeki görevi esnasında yazdığı eserlerde “Yanyalı Esat Paşa” adını kullanmasıyla tanıyoruz. Esat Paşa’nın soyu Özbekistan’dan Anadolu’ya gelen ve buradan da Rumeli’ye geçen bir Türk boyu olan “Kaçı” veya “Kaçın” boyudur.

Esat Paşa, ilk ve orta öğretimini Yanya’da yapmış ve sonra Manastır Askeri İdadisi’ne kaydolmuştur (1879). Bir yıl sonra Kuleli’ye nakledilmiş, 1887’de Harp Okulu’nu, 1890’da 1303-1 sicil numarası ile Harp Akademisi’ni piyade teğmeni olarak birincilikle bitirmiştir.

Esat Paşa, 10 Ekim 1890 tarihinden itibaren 27 Mayıs 1894’e kadar eğitim amaçlı olarak Almanya’da bulunmuş ve bu süre içinde Alman Harp Akademisi’nden de mezun olmuştur. Aynı dönemde Alman ordusunun çeşitli birlik ve karargâhlarında staj yapmıştır. Almanya’daki stajı sırasında Osmanlı makamlarının iznini alarak Alman uyruğuna geçmiştir. Amacı, Alman subaylarına tanınan terfi ve rütbe imkânlarından yararlanabilmektir. 1 Eylül 1895’de Fransa’daki askeri manevralara iştirak etmiş, 2 Kasım 1895’de Harbiye Mektebi Erkân-ı Harbiye görevleri öğretmenliğine getirilmiştir. “Kaymakam” rütbesinde bulunan Esat Paşa’nın görevi 1311 Askeri Salnamesi’nde “sınıf-ı selase ta’biyesi ve ta’biye-i cesime muallimi” olarak belirtilmiştir. Bu dönemde “Umum Mekâtib-i Askeriye-i Şahane Nazırı ve Tophane-i Amire Müşiri” Zeki Paşa, Askeri Mektepler Müfettişi ise Goltz Paşa idi. 7 Mayıs 1897’de Alasonya ordusu emrine verilen Esat Paşa, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı sırasında Yanya Kolordusu emrindeki 1. Tümen’in kurmaylığını üstlenerek askerlerin eğitimiyle meşgul olmuştur. 9 Temmuz 1899’da Harp Okulu ders nazırlığına tayin edilmiştir. Esat Paşa’nın askerlik hayatında en uzun süreli görevi ders nazırlığı olmuştur. Bu görevi 1899’dan 3. Ordu Müşir Vekilliği’ne atandığı 1907 yılına kadar devam etmiştir. Bu görevi sırasında 28 Kasım 1901’de mirliva rütbesine, 27 Kasım 1906’da da ferik rütbesine terfi etmiştir.

Esat Paşa, “Soyadı Kanunu” ile birlikte “Bülkat” soyadını almıştır. Esma Asime Hanım 13.9.1967 tarihinde vefat etmiştir.

Osman Nizami Paşa

Osman Nizami Paşa

Mustafa Kemal, Harp Akademisi’nde iken onun üstün niteliklerini ilk keşfedenlerden biri de Osman Nizami Paşa’dır. Paşa, Ali Fuat’ın babası İsmail Fazıl Paşa’nın evinde kendisini mahcubiyetle dinleyen Mustafa Kemal ile konuşup şunları söylemişti:

“Mustafa Kemal Efendi oğlum görüyorum ki, İsmail Fazıl Paşa seni takdir etmek hususunda yanılmamış. Şimdi ben de onunla hemfikirim. Sen bizler gibi yalnız erkân-ı harb zabiti olarak normal hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzere müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma, sende memleketin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum.” 

Nitekim Osman Nizami Paşa’nın bu görüşünün ne kadar isabetli oluşuna tarih şahitlik etmiştir.

Rıza Paşa ve Zülüflü İsmail Paşa

Rıza Paşa

Harp Akademisi’nin öğretmenleri dil bilen, iyi yetişmiş ve seçkin kişilerden oluşuyordu. Ancak tüm bu imkanlar Mustafa Kemal için yeterli gelmiyor aklı, zekası ve ruhu bir türlü tatmin olmuyor, karakteri gereği dur durak bilmiyordu. Akademideki sınıf arkadaşı Asım Gündüz şöyle diyordu: “Atatürk Fransızcasını ilerletmek için Fransız bir öğretmenden ders alıyordu…” Öyle ki, arkadaşlarını etkilemek ve onlara yön vermek için Paris’teki Jön Türk gazeteleri ile Fransızca gazeteleri de getirtiyordu.

Mustafa Kemal’in siyasal düşünceleri, Harp Okulu’nda olgunlaşmaya yüz tutmuştu. Bir yandan öğreniminde başarıyı yakalamak için aralıksız çalışıyor bir yandan da ülkenin makus kaderini değiştirmenin yollarına kafa yoruyordu. Ülkenin siyaseti yanlışlarla dolu, diyor ve bu yanlışlar hakkında herkesin bilgi sahibi olmasını istiyordu. El yazısı ile gazete çıkarıyor, diğer öğrencilerin konuyu anlamalarını için elden ele dolaştırılmasını sağlıyordu. Yıllar sonra şunu diyecektir:

“Binlerce kişiden ibaret olan Harbiye talebesine bu keşfimizi (memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğu konusundaki keşfi) anlatmak hevesine düştük. Mektepte el yazısıyla bir gazete tesis ettik. Sınıf dâhilinde ufak teşkilatımız vardı. Ben heyet-i idareye dâhildim. Gazetenin yazılarını ekseriyetle ben yazıyordum.”

Zülüflü İsmail Paşa

İşte bu hummalı faaliyetli günlerin birinde, saray hafiyesi ve kişiliksiz bir yapıya sahip Mektepler Nazırı Zülüflü İsmail Paşa tarafından durum fark edilir ve Akademi müdürü Rıza Paşa’yı Saraya jurnal (ihbar) eder. Baskın yapmak zorunda kalan Rıza Paşa, bir gün ansızın gazetenin hazırlandığı dershaneye girer ve herkesi suçüstü yakalar. Hazırlanan gazetenin sayfaları ortadadır. Paşa onlara bakmaz bile. Sadece dersleriyle neden ilgilenmedikleriyle alakalı göstermelik bir iki azarın arkasından derhal cezalandırılmalarını emreder. Bu cezanın mahiyeti hafta sonu tatilinden menetmenin ötesinde bir ceza değildir. Sonunda cezaya da lüzum görülmezler, affedilirler. Bu babacan davranışıyla Rıza Paşa, Komutan Zülüflü İsmail Paşa’ya rağmen konu hakkında takibat yapmayıp olayı kapatır. Bu durum Mustafa Kemal ve arkadaşlarını yine durduramaz, ara vermeden faaliyetlerine devam ederler. 

Nitekim Askerî öğrenimi boyunca yabancı dilini geliştirmiş, Namık Kemal’in düşünceleriyle vatan aşkına tutulmuş, o dönemin askeri öğrencilerin pek alışık olmadığı dil, şiir, dans, hitabet gibi konularla ilgilenen gözde bir subaydır. 11 Ocak 1905’te üç yıllık akademisini, 37 kurmay içinde beşinci olarak bitirir. Artık kaderi orduda yazılacak bir askerin çocukluk ve delikanlılık yüz hatlar kaybolmuş, yerine yakışıklı, genç, dinç ve erkekçe bir ifade gelmiştir. Mustafa Kemal, artık Kurmay Yüzbaşıdır.

İkinci ve Üçüncü Ordulara tayin edilmeyi bekleyen genç kurmaylar arasında Mustafa Kemal de vardı. Selanik’e gitmezden önce arkadaşlarıyla birlikte İstanbul’da bir apartman katı kiralamışlardı. Kiraladıkları bu evde artık rahatlıkla toplanabilecekler, fikirlerini, kararlarını ve faaliyetlerini ortaya koyabileceklerdi. Vatanlarının imdadına koşmayı amaç edinmiş bu yiğit kurmaylar, gelecek günlere hazırlanabileceklerdi.

Günlerden bir gün karşılarına, askerlikten kovulmuş, Fethi isminde eski bir arkadaşları çıkar. Fethi işsizliğinden, sefaletinden ve yersizliğinden bahsedince acırlar, yanlarına alırlar. Ancak, dostluk gösterip, yedirip içirdikleri Fethi, Zülüflü İsmail Paşa’nın hafiyesi çıkar. Meğer her şey oyunun bir parçasıymış. Fethi,  önce Mustafa Kemal ve arkadaşlarını takibe alıyor, ilk fırsat bulduğunda karşılarına tesadüf süsü vererek çıkıyor, anlattığı yalan hikayelerle kendisini acındırıp eve alınmasını sağlıyor. Toplantılara katılıyor, birlikteymiş gibi tavır takınıyor ama ihanetle baskın yapılmasını sağlamaktan çekinmiyor. Böylelikle bir kez daha baskına uğruyorlar. Bu defa iş çok ciddidir. Her yönüyle askerlik, rütbe, hürriyet ve istikballeri mahvolmuş görünmektedir.

Önce Taşkışla’da bir hücreye kapatılırlar. Sorgularını bizzat Zülüflü İsmail Paşa yapar. Sorgulama Abdülhamit’e bombalı suikast iddiasıyla başlar. Aslı olmadığından iddia düşer. Sonra gizli teşkilatlanma, yasaklı gazete çıkarma, gizli toplantılar iddiaları gündeme gelir. Ordudan atılmaları ya da sürgüne gönderilmeleri gündem gelir. Fakat her ne olduysa, hücrelerinde sorgulamaları devam ederken bu genç kurmay subaylar, aniden serbest bırakılır. Rıza Paşa, yine imdada yetişmiştir, salıverilmelerini kendisinin sağladığını söyler. Daha fazla dikkatli olmaları gerektiğini ikaz eder ve tavsiyelerde bulunur. Yalnız İkinci ve Üçüncü Ordulara tayin olmaları yerine, sürgün mahiyetinde Suriye’ye gönderileceklerini bildirir. Bu tayinde temel amaç, “memleketlerine kolayca dönemeyecekleri bir bölgeye gönderilmesi” ibaresi dikkate alınmıştır. Olaydan habersiz kendisini heyecanla bekleyen Zübeyde Hanım, 24 yaşındaki genç Paşa‘sı Mustafa’sını göremeyecektir ve ne yazıktır ki yaşanan bu elim olay; bu genç paşanın, anasının daha acılı ve daha çileli günlerinin başlangıcı olmuştur…

Yüce Türk ulusunun bağrından çıkarak aklıyla, aşkıyla, cesaret ve mücadelesiyle; bayrağına, vatanına ve milletinin varlığına, yılmadan ve gözlerini kırpmadan varlıklarını adayan, alınlarından öpülesi tüm genç Mustafa Kemallere sevgiyle…

Mehmet R Aşar

mr_asar@hotmail.com

 

Bir Olmaza Meyletme

Ona baktığımda  ağzımın suları akmıştı,

O kendinin güzelliğinden şımarmış bakışlar attı,

Bense midemin açlığından kendime gelememiştim,

Kendince mutlu olmuştu,

Bense rüyalarımı süsleyen açlığımı giderecek bir tas yemeği,

Öylece bakakalmıştık birbirimize,

Oysa;

Bulunduğumuz duygu seli bizi beterin beteriyle tehdit ediyordu,

Belki de;

Hayatımızın dansını yapacak kadar müziğimiz kalmamıştır içimizde,

Sessizliğimize ses katacak gücümüzde kalmamıştır,

Ya da içimizde yeterince çılgınlık yapacak güç kalmamıştır.

Bitmek bilmeyen bir can çekişmedir bize kalan,

Biz farkında bile olmasakta!…

✍️ Ali Taşkale

16 Ağustos 2015

Dünya ”Bugün Nasıl Bölünsek” Gününüz Kutlu Olsun!!!

Bugün baktım ki ”bilmemler günü” yok!

”Dünya ıvır zıvırlar mesleği günü” yok!

”Minnak böcek severler günü” de değil!

Eeee nasıl bölüneceğiz şimdi!?

Kendimizi hiçbir gruba ait hissetmiyorsak övünmeli miyiz, yerinmeli mi? Lütfen kendini herhangi bir gruba dahil hissedenler beni yanlış anlamasın. Ben hiç ”birinizci” değilim! Ben ”sizden değilimci gruptan da” değilim! Ben ”bölünmekten çok sıkıldımcı” grubuna da dahil olmak istemiyorum! Ama insanın ait olma içgüdüsü illa bir şekilde tatmin edilmeliyse,‘Bölünmeye bahane aramasak mı!?” grubuna dahil olmak istiyorum. Senenin tam 365 günü insani şartlarda yaşamak isteyen herkesin kutlayabileceği, tek kutlama şeklinin gülümsemek olduğu dayağın ya da maddi hediyelerin olmadığı kutlama şekilleri istiyorum.

Dünya Kadınlar Günü

Dünya kadınlar günü, emperyal sistemin yaktığı kadınlar için attığı bir tarihçedir. Günah çıkarma adı altında, övünmek ve korku salmak için kadınlara verilen en acımasız hediyedir. Dayak denince insanın aklına ilk Dünya kadınlar günü geliyor. En çok bölündüğümüz günlerden biri; dövenler, dövülenler, haketmiştirciler, hatta tahrik suçu işlemiştir diyenler… Böl böl bitmez bu gurubun tarafgirleri… Ya da;

24 Kasım Öğretmenler Günü

Öğretmenler gününü Kenan Evren’in bu topluma hediye etmiş olması beni acayip ifrit ediyor. Yanlış anlamayın mesleğini layığı ile icra eden bütün öğretmenlere saygım sonsuz (bana bu cümleyi kurdurmak zorunda kalan alıngan gruba ise pekte saygım yok!). Neyse, sonuç olarak aklımda şu soru beliriyor; (Öğretmenler odasında yaşanmış ufak tefek dedikodulardan fark ettiğim kadarıyla) bu sempatik ve sevgi dolu görünüşlü gün, bilinçaltlarımıza ”öğretmeni rüşvete alıştırmanın” bir adımı olarak yerleştiriliyor, olabilir mi!? Zira bazı geçmişteki tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki ”Öğretmenine hediye alanlar’ ve ”almayanlar ya da alamayanlar” olarak bölünüyoruz. Ya da;

1 Mayıs İşçi Bayramı

1 Mayıs işçi ile patron savaşları var!!! Patronu ile sorunu olmayanlar bile 1 Mayıs’ta polisten dayak yiyor, neden ve kimin için? Üstelik polis de toplumun işçisi değil mi? Hatta toplum olabilmenin ilk şartı herkes birbirine hizmet etmesi değil midir!? O halde herkes işçi sayılmaz mı!? Krallıkta dahi yaşasak kral toplumun huzuru ve refahı için çalışan bir işçi sayılmaz mı!? Sonuç olarak burada da ”Dayak yiyen işçiler” ve ”dayak yemeyen işçiler” olarak ikiye bölünüyoruz.

Dünya Sokak Hayvanları Günü

Zavallı hayvanları hazır mamaya alıştırıp kapitalizme kurban vermekten başka ne işe yarıyor!? Evimizin artık yemeklerini yiyen sokak hayvanları nereye gitti? Hayvanlara ”mama satın almayı normal görenler” ve ”yemek artığı yemesi gerektiğini düşünenler” olarak yine ikiye bölünüyoruz. Hatta dünya hayvanlar gününü siyasi araç olarak kullanmak isteyenlerin karşısında, samimice gönlünü bırakanları da görebiliyoruz. 

Dünya Avukatlar Günü

Hele avukatlar gününü hiç anlamış değilim. Suçun ve suçlunun çok olduğunu aklınızdan çıkarmayın mı, denmek istiyor? Haksızlar ve hakkı yenenler, suçsuzlar ve suçlular, avukatlar ve avukatlara muhtaç olanlar vs (…) sonuç olarak adaletteki delikler bizi yine bin parçaya bölüyor. Ki ilginçtir, en hukuksuz yaşatıldığımız ve ekonomik krizdeki ülkemizde, hem mantar gibi avukat üretilirken, hem de en çok avukatların kazanması hayli tartışma konusu. İyisi mi burada bırakıyorum.

Sanat Günleri

Bizi bölmeye doyamayanlar ”sanatta da bölmeliyiz” diye düşünmüş olacak ki Dünya Ressamlar Günü, Dünya şiir severler günü gibi bir sürü gün icat etmişler. Sanat severlerin, sanattan anlamayanları ezebileceği harika bir alan değil mi? Sanattan anlamamak sadece bireyin değil size eğitim veren kurumların, ailelerin ya da maddi yaşam şartlarınızın da suçudur. Bu sistemsizlikler içinde sanattan anlama lüksüne sahip kişileri sevenler ya da sevmeyenler olarak yine bölünürüz.

Diğerleri mi, biter mi?

Bu yazıyı yazmama ilham olan 14 Şubat Dünya Tıp Bayramındaki olayların travması. İnsanın insanca yaşatılmadığı bir yerde doktorların değer görmesi mümkün mü? ”Sağlığı için doktorlarını savunanlar” ve cehalet için doktorların karşısında olanlar” hayli ürkütücüydü. Şiddet uygulandı hele de yaşlı ve emekli bir doktora…

Sevgisi olmayanlar, sevgisi olanlara; giderlerse gitsinler(!) de diyorlar… Sevgide, sağlıkta, adalette aklımıza gelen her konuda harika bölünüyoruz.

Bu masum görünüşlü romantik günler en çok kimin işine yarıyor bilmiyorum!!! Aslında biliyorum da bölücü zihniyetlerin kendi topuklarına sıkıyor olduğunu görmemelerinin mümkün olmadığını düşünüyorum…

Eğer bu yazıyı ”sonuna kadar okumaya sabrı olanlar” grubunda iseniz, benim insanın insanca yaşama talebimin ön planda olduğu 365 günlük gülümsemeyi sevenler günümü de kutlamayı unutmayın lütfen…

365 günün her gününe biçilmiş bir özel gün var ve 365 günün her günü bölünmemize uygun!

Dilek

Hem Yalancısı Hem Yabancısıyız Söyleyip Yazdıklarımızın

Bir yakınım; akrabam, çocukluk arkadaşım her neyse; “sen bizim (idol)umuzsun” dedi telefonda.

Kitaplığa koştum konuşma biter bitmez. Türkçe sözlük elimdeydi. Buldum tersten dizilimi (l,o,d, i) olan Fransızca kökenli sözcüğü. Bir solukta okudum iki anlamını da…

  1. Bir kült nesnesi olarak kullanılmak üzere taş, pişmiş toprak, kemik ve ahşap gibi malzemeden yapılan stilize heykelcikler. (Tanrısal bir varlığı simgeleyen daha çok taş, ağaç ya da bronzdan yapılmış heykel.)
  2. Alanında tartışmasız üstünlüğü kabul edilen kimse

İdol sözcüğünün bildiğim anlamlarıydı her ikisi de. Yeni bir şey bulamamanın hayal kırıklığıyla masamın başına geçip düşünmeye başladım:

“Heykel” ya da “heykelcik” demek istemediğinden emindim yakınımın, akrabamın, çocukluk arkadaşımın, her neyse… Uzun bir aradan sonra arayıp gönlümü almak, iltifat etmek istiyordu belli ki diye düşündüm bir süre.

Teşekkür ettim etmesine, etmez miyim! Fakat kafam karışmıştı. ”Alanında tartışılmaz, üstünlüğü kabul edilen kimse” demek istediyse, beni koyduğu yer neresidir bilmiyorum ama o alana ilişkin en azından bir şeyler bilmesi gerekir diye akıl yürütmeye çalıştım ister istemez. Durduramadım kendimi ve devam ettim: Ya birtakım bilinç sıçramaları yaşamış; okumaya, düşünmeye, düş kurmaya, yaşadığı hayatı sorgulamaya başlamışsa… Bunca yıldan sonra aramasının nedeni başka ne olabilirdi?

HAYAT ONA VERDİĞİMİZ ANLAMDAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL

Bir kedi gibi yumağa dolanmıştım açıkçası: Diyelim şiirdi beni koymak istediği yer, edebiyattı; ülke ve dünya gündemine ilişkin görüşlerimdi ya da adil, demokratik ve özgürlükçü bir dünya için verdiğim mücadeleydi… Söyleseydim keşke  bu alanlarda idol olmak kırk fırın ekmek yemekle olacak iş değil, diye. İhmal ya da başka nedenle söylemedim işte. Uzun bir sohbet ortamı lazımdı bu alanlarda üstünlük yarıştırarak ancak bir hiç olunabileceğini anlatmak için de.

Kafamın karışıklığı geçmek bilmedi.

Bir yakınım; akrabam, çocukluk arkadaşım, her neyse dediğim kişi zar zor koşullar içinde okullar bitirmiş, bir mevkide bulunmuş, ekonomik olarak azımsanmayacak şeyler de edinmiş birisi. Bunun üzerine hiçbir şey koymamış ama. “Daha ne olacaktı” diyenleriniz çıkabilir, itirazım yok… Çünkü hayat ona verdiğimiz anlamdan başka bir şey değil ki.

O kişiyle yıllar önce bir zorunluluk sonucu bir karşılaştığımızda epeyce konuşmuştuk: Ders kitaplarından başka kitap bilmediğini, Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı’ndan, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Elif’in Kağnısı’ndan başka şiir, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanından başka da roman adı hatırlamadığını büyük bir açık yüreklilikle itiraf etmişti bir çırpıda. Bir bakıma ülkemiz eğitiminin dokümanını sermişti önüme. Benim edebiyatla ilgilenmemi, düşüncemden ötürü sürüm sürüm sürünmemi, verdiğim mücadeleyi, kitaplarımın çıkması için gösterdiğim çabayı ise biraz küçümsemiş “para kazanmaya bak” diye uyarmıştı. Kötü bir niyeti yoktu. Bir siyasi tavrı da yoktu. Ülke yönetiminin iyi olması için samimi bir isteği vardı aslında. Bana biraz acımış olmalı ki “kitapların nerde satılıyor, söyle yerini alayım, az da olsa yardımım dokunsun” şeklindeki sözleriyle sonuna gelmiştik konuşmamızın. Okuyacak olursan ben sana gönderirim dedikten sonra vedalaşmış, bir daha da iletişim kurmamış ya da kuramamıştık.

Konuşması sırasında hiçbir kitabımı alıp okuyamadığını, benim de akıl edip gönderemediğimi bir yakınma olarak ifade etmişti…

HAZIR ÇENEM AÇILMIŞKEN…

Bu görüşme, bir sıcaklık yaratmıştı her şeye rağmen içimde.

Akrabalarımın, eskiye dair arkadaşlarımın ve tanıdıklarımın benden habersiz olmaları, bir tek kitabımı veya herhangi bir yazımı okumamaları yüzünden onları suçlayacak değilim kuşkusuz… Olsa olsa kendi yalnızlığımdır. Facebook alanında bile benim bir iki saati bulan bir çalışmanın ardından paylaştığım bir yazıyı, şiiri üç beş saniye içinde 30-40 kişinin beğenmesi de öyle… İçim yanar ama bir sestir yine de umutsuzluğu azaltan der sevinçle karşılarım bu samimiyetsizliği bile. Yalnızlığıma çekilirim sonra da.

Yalnızlığıma sosyal medyada yazar, çizer kesimin kendi yazdıklarından ve yarıştıkları kimselerin paylaşımlarını okuyup vaziyet almaya çalışmaktan başka kimsenin ne yazdığı ile ilgilenmeyen ve edebiyatın nereye aktığını, nasıl aktığını umursamayanların tutumunu da dahil ediyorum. Ve onların yazdıklarını bir iktidar aracı gibi kullanmalarını da… Biri bana “yalnızlığın kıymetini bil” demişti.

Hazır çenem açılmışken bir şey daha anlatayım size: Uzun süre yaşadığım ve hayatımdaki kırılmalar nedeniyle de ayrıldığım kentte hemen hemen herkesçe tanınan, doğal olarak benim de tanıdığım biriyle rastlaşmıştık kalabalık caddelerin birinde… Yanında biri vardı, doçentmiş. İstanbul’da bir üniversitede görev yapıyormuş. Tanıştırırken benden; kentteki en yakın dostlarımdan şair-yazar, eleştirmen diye söz etmiş, yetmezmiş gibi çok sayıda şiir kitaplarımın ve romanlarımın bulunduğunu ileri sürmüştü. Zor durumda kalmıştım aslında. Bir şey diyemedim. Ayaküstü konuşma devam ederken doçent olan konuğuyla kısa bir süre baş başa kaldığımızda bana “arkadaşımın sizin gibi aydın, yazar, şair kimselerle arkadaş olması, beni hem şaşırttı, hem de sevindirdi” demişti. Ben de ona siz beni ondan daha fazla tanıyorsunuz, benim şimdilik birkaç şiir kitabım var, romanım falan yok, eleştirmen de değilim demiştim.

BİRİ İÇİN BİLE OLSA YAZMAK

Diyeceğim yalancısı ve yabancısıyız çoğu kez söylediklerimizin. Yakınlarımızın olduğu kadar tanıdık veya arkadaş olduklarımızın da… Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sının bir yerinde geçen “Sizin kendinize dair bir yalanınız bile yok” sözünü tam da doğrulayan şey bu belki de.

Biri bana yazma dostum kimse okumuyor, demişti. O bana bunları anlatırken üç şiir, bir öykü, bir deneme okumuştum, birkaç sayfa da dergi yaprağı karıştırmıştım o sabah… Ben varsam biri daha var diyerek yazmaktan kesilmedim hiç… Yalnızlığımı koyulaştırmak ve kıymetini bilmek için  yazmaya, okumaya, düşünmeye, düş kuramaya devam ettim şimdiye kadar da. Biri için bile olsa yazmak… Biri için bile yazılmış olsa okumak. Hüznümüzü içimize çekerek, gülüşlerimizi yayarak yüzümüze,

Okudukça

Düşündükçe

Düş kurdukça

Sorup sorguladıkça güzeleceğine inanarak dünyanın,

İyi yarınlar.

Hayrettin Geçkin

Not: Eski bir yazımı İlkay için ilettim. Çünkü, yazar olmak istiyor. Yazarlık mesleğine onun gibi hazırlananlar için güncelliğini yitirmeyen yazılarımı sizlere iletmeye devam edeceğim.

Savaş Bitti Mi Piyotr?

“Savaş zamanı geride
Kadınlar ve çocuklar kalır yalnızca”

Küçük Rayşa hırsla saldırdı annesinin memelerine. Henüz sertleşmeye başlamış damakları, annesinin acı içinde yüzünü buruşturmasına sebep oldu. Melanya; “Minik Rayşa’m, küçük şeytan seni…” diye mırıldanarak yanağını okşadı çocuğunun.

Rayşa söylenenleri daha iyi duymak istermişçesine gözlerini kocaman açarak ama memeyi de bırakmadan annesinin yüzünü seyrediyor bir yandan onun ağzından dökülen tatlı ezgiyi dinliyordu.

“Kuşlar çoktan uyudu
Minik tavşan annesinin koynunda
Ay ışığı oynaşırken Don nehri üzerinde
Balıklar bile uyudu karanlık suların içinde.
Uyu minik Rayşa’m uyu.
Bu savaş bitecek babamız Piyotr ekmekle dönecek
Uyu minik Rayşa’m bu savaş sen uyanmadan bitecek.”

Sesin yumuşaklığı ve ezginin melodisi önceleri bir süre oyalasa da boş memeyi emmekten yorulup sıkılmaya başlayan Rayşa ağlamaya başladı. Anne, panikle hırkasının cebinden çıkardığı bir parça haşlanmış şeker pancarının ucunu bebeğin dudaklarına yavaşça sürmeye başladı. Şekerin tadını alan Rayşa yorgunluğunda etkisi ile yavaşça gözlerini kapattı.

Melanya çocuğun sürekli ağlamasından rahatsızlık duyan ve bu yüzden kendisine küfürler savuran ve o an elinde ne varsa gelinine fırlatan ihtiyara yakalanmamak için evin arkasındaki boş ağılda samanların üzerine oturmuş bir yandan, bebeğini susturmaya çalışıyor diğer yandan kocası Piyotr’u düşünüyordu.

Bir yılı aşkın süredir devam eden savaş tüm köylünün yaşamını zorlaştırmıştı. Cepheye gıda sağlamakla görevli birlikler en yakın cephe hattına teslim etmek üzere köyde ne var ne yoksa toplayıp götürmüşlerdi. Melanya’nın şimdi oturduğu boş ahırdaki iki inek ve dört koyuna da yiyecek komitesi tarafından el konulmuştu. Geçen sonbaharda kocası Piyotr ve köydeki diğer tüm erkekler 30 km uzaklıktaki 1. Alaya katılmışlardı. Piyotr giderken Melanya içindeki minik kıpırtıları yeni yeni hissediyordu. Kocasının elini karnına bastırarak “Kendine dikkat et olur mu? Bak; ikimizde seni sabırsızlıkla bekleyeceğiz.” demeyi kuruyordu ki kaynanası anlamış olacak, gelininin koluna çimdiği basarak; “Sakın oğluma hamile olduğunu söyleme!” arkasını dönüp çıkarken “Ne zaman döl tutacağınızı bilmez oldunuz?” diye söylenerek oğlunun yanına seğirtmişti.

Sonraki günler yüzü hiç gülmedi Melanya’nın. Yüzünün gülmesi şöyle dursun, küfür, dayak ve aşağılanma olmasa yeterdi ona.

Bir sabah; kışın hayvanlara verilmek için ayrılan şeker pancarlarını, kendi yiyecekleri tükenmeye başladığı için, yulafla beraber haşlayıp yemek üzere, elinde ki hasır sepete doldurmaya başlamıştı ki mengene gibi iki elin koltuk altlarından uzanıp memelerini sertçe avuçlaması ile korkuyla çığlığı basmıştı. Bunun üzerine kaynanası “Ne bağırıyorsun köpeğin kızı pancara fare mi dadanmış?” diyerek kafasını mutfağın penceresinden uzatıp bakınca yaşlı kocasını gelininin hemen arkasında görmüştü. “Jaromil seni ihtiyar azgın köpek…”

“Kes sesini be kadın. Ben bu pancarları yarın pazarda satmak için ayırdım, onlara dokunma demek için uyarmaya geldim ama küçük orospu birden bağırmaya başladı.”

İhtiyar kadın gözlerini kısıp önce Melanya’ya sonra da kocasına öfke ile bakarak; “Açız be adam aç insanlar pazara gelip senden alışveriş yapacak parayı bulsa bile sen o parayı ne yapacaksın? Var git işine.

Öfkeden kıpkırmızı kesilen Jaromil belinden çıkardığı kısa kamçıyı uzaklaşmak için hamle yapan Melanya’nın baldırlarına ve sırtına rastgele vurmaya başladı. Yere kapaklanan Melanya’ya tekme atmak üzereydi ki kendinden umulmayacak bir çeviklikte yaşlı kadın bir solukta kocasının önüne dikilivermişti. “Hele Jaromil hele bir daha dokun ona. Hadi bas tekmeyi, ölsün de kurtulalım. Torunun Rayşayı da, köyde ki oynaşın Olya emzirir artık he ne dersin?” Jaromil elindeki kamçıyı hava da savurarak; “Hah ne haliniz varsa görün. Ayrıca söyle bakalım o küçük piçin Piyotr’dan olduğuna emin misin ha? Öfkeli gibi görünmeye çalışarak gözlerini kısarak eğildi yaşlı karısının üzerine; “Seni yaşlı bunak seni”. Jaromil yanlarından ayrılırken küfürlü sesi hala kulaklarında yankılanıyordu Melanya’nın.

Köyün üzerini top top bulutlar kaplamıştı. Mısır tarlalarına inip kalkan kargaların sesinden başka bir ses yok gibiydi. Çok geçmeden bu sessizliği köyün üst başından yorgun atların çektiği arabaların gürültüsü bozdu. İki arabaydı; kiminin kolu bacağı, kiminin kafası yüzü sarılı askerleri taşıyordu biri. Diğeri ise yan yana uzatılmış üç cansız bedeni. Köy meydanını az geçince Jaromil’lerin evine yaklaşırken durdu küçük kafile.

Jaromil ve karısı yan yana yatan bedenlere baktıktan hemen sonra bağırarak yere attı kendini yaşlı kadın. Jaromil bir müddet tepkisiz kaldıktan sonra evin alt başında ki tarlanın içine doğru bir koşu tutturdu.

Ahırda bebekle uyuya kalan Melanya duyduğu seslere önce bir anlam veremedi. Sonra; eve doğru ağır bir şey taşıdıkları anlaşılan birkaç kişinin seslerini duydu. “Yavaş Pavel daha yavaş, zavallının kafasını doğrult. Hey Aloşa, örtsene şunun yüzünü. Neden zamanında kapatmazlar ki bu zavallıların gözlerini bak işte gördün mü açık kalmış.

Melanya kucağında küçük Rayşa ile yatak odalarının kapısına yaklaştı, kapı açıktı oysa her sabah kapatırdı, “Uyudun mu Piyotr?” diye yavaşça seslendi. Cevap beklemeden içeri girdiğinde kocasını yatağa uzanmış iki eli göbeğinin biraz yukarısında üst üste, öylece tavanı seyrettiğini gördü.

Usulca yaklaşırken kucağında ki bebeğe; “Bak Rayşa. Babamız döndü. Savaş bitti. İşte Piyotr bak bu Rayşa sen yokken bana bıraktığın Rayşamız” Hadi söyle ona Piyotr söyle, savaş bitti değil mi? Kocasının üzerine hafifçe eğilerek tekrar sordu; “Sen bilirsin ha. Ekmek olacak mı artık bundan sonra? Seni duyamadım, söylesene;

Savaş bitti mi Piyotr?

SABİRE KAFALI, 12/12/2021

https://xn--gndemarivi-9db80j.com/kisa-hikayeler-1/?amp=1

https://xn--gndemarivi-9db80j.com/bizim-sizin-hepimizin-hikayecisi/?amp=1

Putin, Özelleştirme Soygunu ve Oligarklar

Değerli Dostlar,

Bugün sizlere, bundan 22 yıl önce Antalya yerel gazetesi Yeni İleri’de ardı arda yayınlanmış iki makalemi sunuyorum.

Bugün, tüm sıcaklığıyla güncelliğini koruyan bu iki makalem, Eylül 2002’de Toplumsal Dönüşüm Yayınları tarafından yayımlanan GÖNÜLLÜ DEVŞİRMELER adlı kitabımda yer almıştı…

Sevgi ve Saygılarımla,

Yılmaz Dikbaş
27 Mart 2022, Pazar
0532 233 31 52

PUTİN VE RUSYANIN ÖZELLEŞTİRME SOYGUNCULARI OLİGARKLAR

Rusya Devlet Başkanı Putin, devlet başkanlığı seçimlerinden önce halka şöyle söz vermişti:

“Eğer seçilirsem, güçlü bir devletin yeniden kurulması için çalışacağım. Rüşvet ve yozlaşmanın önünü keseceğim. Mafya ile savaşarak, ülkede yasaların üstünlüğünü sağlayacağım. Vergilerin eksiksiz toplanması ve fakir halkımızın ekonomik durumunun iyileştirilmesi için çaba göstereceğim.”

Mart 2000’de Rusya Devlet başkanı seçilen Putin, verdiği sözlerde durmaya başladı ve ilk mücadelesini Rusya ekonomisini elinde tutan “Oligarklara” karşı başlattı. “Oligark” yabancı bir sözcük ve anlamı şu: Eğer bir ülkede devletin yönetimi küçük bir sınıfın elindeyse, o ülkedeki rejime “oligarşi” deniliyor. Oligarşinin olduğu bir ülkede de yönetimi elinde tutan küçük sınıfın bireylerine “Oligark” deniliyor.

Yalnız Putin değil, yerli yabancı herkes son on yıldır Rusya’da çok zengin iş adamlarından oluşan bir Oligarşinin olduğu biliniyor. Ve işte bu zengin iş adamlarından her birine “Oligark” deniliyor.

Rusya Devlet Başkanı Putin, ülkenin bu Oligarkların eline nasıl geçtiğini bir televizyon konuşmasında Rus halkına şöyle açıklıyordu:

“Dilimizde güzel bir deyim vardır: Bulanık suda balık avlamak! İşte, bizim ülkemizde de bu olmuştur! Kendilerine Oligark denilen bir avuç iş adamı, Sovyetlerin çöküşü ve hemen sonrası başlayan özelleştirme furyasından yararlanarak devletin büyük servetlerini ellerine geçirmişlerdir. Yani bulanık suda balık avlamışlar, hem de çok miktarda balık tutmuşlardır! Şimdi bu kişiler istiyorlar ki bu soygun sonsuza dek sürüp gitsin! Bunu Rus halkının kabul edeceğini hiç sanmıyorum! Bu beyleri zor günler beklemektedir!”

Özelleştirmenin bir soygun planı olduğunu yaşayarak gören Putin, özelleştirme soyguncularından hesap sormaya kararlıydı. Kendisinden ilk hesap sorulan soyguncu Gusinski oldu. Gusinski, bir medya patronuydu. Dev bir medya kuruluşu olan Medya-Most’un ve buna bağlı televizyon kanalı NTV’nin sahibi olan Gusinski, bir yerel TV kanalının özelleştirilmesi sırasında sahtekarlık yapmış olmakla suçlanıyordu. Banka sahibi olan Gusinski gözaltına alınıp ülke içinde ve dışında mal varlığına ihtiyati tedbir konuldu, kendisinin de ülke dışına çıkması yasaklandı. Bir medya patronunun tutuklanması ülke içinde ve dışında tepkilere neden olmuştu. Moskovalı bazı gazeteciler, “Putin, tıpkı eski Sovyet rejiminde olduğu gibi basını kontrol altına almak istiyor!” diyerek karşı çıktı. Putin bu eleştirilere televizyonun “Ulusa Sesleniş” programında şöyle cevap veriyordu:

“Büyük para babaları ve bazı politikacılar, basın özgürlüğü deyimini sakız gibi çiğneyip duruyorlar! Oysa medya patronları ellerindeki yayın organlarını ya aralarındaki hesaplaşmada kullanıyorlar ya da hükümete karşı başlattıkları kavgada! Bütün bunların basın özgürlüğü ile ne ilgisi var? Onların istediği, işte böyle sahte bir özgürlüktür. Uygar bir basının özgürlüğünü yasalar ve ekonomik koşullar belirleyecektir.”

Putin’in özelleştirme soyguncularına karşı açtığı savaş en çok Rusya’nın en ünlü Oligarkı, yani en büyük soyguncusu Berezovski‘yi endişelendirdi. Bugün 54 yaşında olan Berezovski, on yıl önce, yani 1990’da Sovyetler Birliği’nin Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalışan fakir bir memurdu. On yıl içerisinde yalnız Rusya’nın en zengin adamı değil, dünyanın en zengin iş adamlarından biri konumuna geldi. Bugün dolar milyarderi olan Berezovski’nin Rusya’daki şirketler imparatorluğunda şu kuruluşlar yer almaktadır: Petrol yatakları, alüminyum maden ocakları, uçak şirketleri, medya şirketleri, tüm Rusya’ya yayın yapan tek TV kanalı ORT’nin yüzde 49’u, günlük Nezavisimaya gazetesi, iş dünyasının en güçlü ve en saygın gazetesi Kommersat. Bunların yanında Brezovski’nin İsviçre’de de Andava ve Forus adlı iki şirketi bulunmaktadır. Peki Berezovski bu korkunç serveti böylesine kısa bir sürede nasıl elde etti? 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve özelleştirmenin gündeme gelmesiyle başlayan kargaşa sürecinde devletin varlıklarını bedavaya yakın çok ucuz fiyatlarla ele geçirerek! Devrin devlet başkanı Boris Yeltsin’in de yanına yaklaşmayı beceren Berezovski, Yeltsin’in kızının hesabına Avrupa bankalarında büyük paralar yatırarak çoğu devlet malının bedavadan sahibi oldu.

Berezovski’den sonra gelen en büyük Oligark, yani soyguncu ise Potanin‘dir. Bu kişi dünyanın en büyük nikel, kobalt ve diğer kıymetli madenlerin üreticisi olan Norilisk Nickel şirketinin sahibidir. Rus yargı organları şu günlerde Potanin’in peşindedir. Kıymetli bir maden şirketinin özelleştirilmesinde, şirketi gerçek değerinin 140 milyon dolar altında bir parayla ele geçirmiş olmakla suçlanıyor. Rus vergi polisi de vergi kaçakçılığından dolayı Potanin’in kuyruğunda…

Kendilerine Oligark denilen Rus iş adamlarının, özelleştirmeyi kullanarak Rusya’yı nasıl soyduklarının hikâyesini ve Devlet Başkanı Putin’in bunlara karşı açmış olduğu savaşı bir dahaki yazımızda sürdüreceğiz.

Yılmaz Dikbaş
Yeni İleri, Antalya. 01.08.2000


PUTİN, ÖZELLEŞTİRME SOYGUNCULARINA KARŞI

Rusya’nın 47 yaşındaki Devlet Başkanı Putin, sıradan bir insan değil. Üniversitede hukuk fakültesini bitirdikten sonra 22 yaşındayken Sovyetler Birliği’nin ünlü istihbarat örgütü KGB’ye girer. Bu örgüt tarafından görevlendirildiği Doğu Almanya’nın Dresden kentinde 5 yıl kalır. Almanca’yı ana dili gibi öğrenen Putin, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla 1990’da Rusya’ya döner.

Moskova’dan sonra Rusya’nın en büyük kenti olan St. Peterburg’da belediye başkanına danışmanlık yapar ve politikaya atılır. KGB‘deki dosyasında Putin’in en önemli karakteri şöyle tarif edilir:

“Tehlikeye karşı duyarlılığı az!” En büyük tehlikelerle karşılaştığında bile paniklemeyen, endişelenmeyen ve soğukkanlılığını kaybetmeyen bir yapıya sahip olduğu vurgulanır.

Karısı, Putin’i şöyle tanımlar: “Bazı insanlar sırf para kazanmak için çok çalışır. Oysa Putin, yalnız ideallerini gerçekleştirmek için çalışır.” Rusya Devlet Başkanı Putin‘in iç dünyasını anlamak için kendi hakkındaki şu sözlere kulak açmak gerekir:

“Ben, vatanseverlik ilkesi üzerine kurulmuş Sovyet eğitim sisteminin çok başarılı ve temiz bir ürünüyüm.”

Putin’in Rus halkına bakış açısı, onun devlet başkanlığında nasıl bir yol izleyeceğinin anahtarı niteliğindedir: “Rus halkının zihniyetinde, geleneğinde ve gen haritasında çok güçlü ve süper merkeziyetçi devlet kavramı yatar.” İşte bu inançladır ki, Putin devlet başkanlığı seçimlerinden önce halkına şöyle söz vermişti: “Eğer seçilirsem, güçlü bir devletin kurulması için çalışacağım.”

Seçildiği takdirde rüşvet ve yozlaşmanın kökünü kazıyacağına ve mafya ile savaşarak ülkede yasaların egemenliğini sağlayacağına da söz veren Putin, Mart 2OOO’de devlet başkanı seçildikten sonra ilk savaşını, kendilerine “Oligark” adı verilen özelleştirme zenginlerine karşı açtı.

On yıl gibi kısa bir sürede dolar milyarderi olan Rus iş adamlarını Putin şöyle tarif ediyordu:

“Bunlar bulanık suda balık avlamışlardır! Sovyetlerin çökmesi sırasındaki kargaşadan yararlanarak, özelleştirmeyi fırsat bilerek ve üst düzey devlet yöneticilerine yanaşarak devletin büyük bir servetini, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını ele geçirmişlerdir!”

Özelleştirmenin bir soygun bir planı olduğunu yaşayarak öğrenen Putin, soygunculardan hesap sormaya kararlıydı. Rusya’da Mart-Temmuz 2000 süreci, özelleştirme soyguncularına karşı başlatılan eylemli saldırılarla geçti. Büyük bir medya patronu olan Gusinski tutuklandı. Rusya’nın en ünlü özelleştirme soyguncusu, dolar milyarderi Berezovski, önce Amerika’ya kaçtı, sonra hesap vermeye hazır olduğunu bildirip geri döndü ve yasal dokunulmazlık kazanmak için girdiği Meclis’ten istifa etti.

Rusya’yı özelleştirme yöntemiyle soyan Berezovski. Potanin, Gusinski, Çubais, Alekperov, Çernomordin ve diğerleri bu soygunları tek başlarına gerçekleştirmediler. Rusya’nın özelleştirme soyguncuları en deneyimli ortaklarını Amerika’da buldular! Amerikalı ortaklarıyla birlikte bu korkunç soygunu gerçekleştirdiler. İşte bu nedenledir ki Putin’in savaş açtığı özelleştirme soyguncularına en büyük destek Amerika’dan geliyor. Hemen her gün, ünlü Amerikan gazetelerinden Putin’e ağır eleştiriler yağıyor. Putin’in başlattığı savaşta kararlılıkla yürüdüğünü gören Oligarklar ve onların Amerikalı destekçileri, bir hafta önce taktik değiştirdiler. Hep birlikte günah çıkarmaya ve barış istemeye başladılar. Önce ünlü Amerikan gazetesi International Herald Tribüne Rus Oligarklar adına günah çıkardı ve şöyle uyardı:

“Şu noktayı açıkça ortaya koyalım: Bay Berezovski ve arkadaşları birer demokrasi kahramanı değildirler. Yeltsin döneminde devletin mallarının özelleştirilmesi sırasındaki kargaşada, çok yaygın ahbap-çavuş ilişkileri yaşanmış ve çok sayıda karanlık alışverişler gerçekleşmiştir, ama eğer Putin’in gerçek amacı bu yolsuzluklara ve yozlaşmaya son vermek ise bir çözüm yolunu acele ortaya koymalıdır. Eğer giriştiği bu savaş ekonomik değil de siyasi nedenlere bağlıysa, Rus ekonomisi ve demokrasisi bu savaştan tedavisi mümkün olmayacak yaralar alabilir!”

Bu öneri ve uyarının hemen ardından Amerikan gizli istihbarat örgütü CIA, açıkça şu formülü önerdi:

“Putin ile Oligarkların savaşı tıpkı İran-lrak savaşına döndü! İki tarafın da kazanma şansı yoktur ! En doğrusu, iki tarafın bir pazarlık masasına oturması ve sonunda barış ilan etmesidir. Pazarlık şöyle olmalıdır: Oligarklar, son on yılda ele geçirdikleri servetin bir kısmını Rus halkına geri versinler. Sahte özelleştirme yoluyla ele geçirdikleri şirketleri devlete iade etsinler ve ülkede gerçek yatırımlara başlayacaklarına söz versinler. Buna karşılık. Putin de Oligarkların artık yakasını bıraksın!”

Putin’in çetin ceviz olduğunu gören Oligarklar, yani özelleştirme soyguncuları, bir taraftan Amerikalı ortaklarını devreye sokup artık barış yapma zamanının geldiğini duyururken, bir yandan da kendileri açıkça suçlarını itiraf edip günah çıkarıyorlardı! Yalnız Rusya’nın değil, dünyanın en büyük ve en zengin maden ocakları üzerine oturan Norilisk Nickel şirketinin sahibi Potanin şöyle yaklaşıyordu: “Halka şunu söyleyemeyiz: Bize kötü adamlar gözüyle bakıyorsunuz. Ama biz de artık normal insanlar gibi olup toplum tarafından kabul edilmek istiyoruz. Söz veriyoruz, bundan sonra vergilerimizi düzgün ödeyeceğiz. Görün bakın, halkın yararına bazı girişimleri ve kültürel atılımları maddi olarak nasıl destekleyeceğiz!” Yani bu büyük soyguncu, özelleştirme fırsatı ile ele geçirdiğimiz servetler bizde kalsın, siz artık bizleri bağrınıza basın, biz de bundan sonra cici çocuklar olacağız, demeye getiriyordu.

Peki Putin ile Oligark denilen özelleştirme soyguncuları arasındaki bu savaş sürerken Rus halkı ne diyor? Rus halkı, Putin’in Oligarklara karşı açtığı savaştan çok memnun. Putin’i bu savaşında Çeçenlere karşı açtığı savaştan daha çok destekliyorlar. Temmuz 2000’de yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre, Rus halkının yüzde 42’si Sovyet tipi demokrasi istiyor. Yine yakında yapılan bir kamuoyu yoklamasında, Rus halkının yüzde 72 ‘si güçlü devletten yana olduğunu bildirmişti. Ekonomik ve sosyal istikran ancak güçlü devletin sağlayacağına inanan Ruslar, “güçlü devlet-güçlü lider” sloganıyla devlet başkanı olan Putin’in özelleştirme soyguncuları Oligarkları yeneceğinden emin.

Rus halkı geleceğe dönük ümitle bakıyor.
Ne yazık ki, aynı şeyleri Türk halkı için söylemek bugün mümkün değil…

Yılmaz Dikbaş
Yeni İleri, Antalya, 04.08.2000

Tenhadaki Özlem

İnsan büyük şeylerden söz açmalı. Yüce değerlerden, insancıl duygulardan, düşüncelerden. Yazından mesela. Türküden, şiirden. Kendinden başlamalı söze ve kendinde bitmemeli cümleler. Bizde bulaşabilmeli. Sözleşebilmeli onurda ve doğruda. Halkın hikayesini yazmalı kalemler. Onun özlemlerini, mutluluğunu, üzüntüsünü ve öfkesini. Halkın derdi ile dertlenmeli. Hayatın mekanik yüzüne “Yaşıyorum!” diye haykırabilmeli. Hissizleşen uzuvlara kan gitmeli. Ölü hücreler dirilmeli. Boş bakışlar alev çakmalı. Adımlar yeri göğü sarsmalı. Vakur duruşa şarkılar yazılmalı. Emeğin ve alın terinin heykeli dikilmeli. Sarıp sarmalamalı birbirini insan, el ele vermeli. Öz gücüne dayanan, iradesi konuşmalı. Sözü, sesi ve sazı hiç susmamalı. İnsana yaraşan bir düzende, insanca hakça bir düzende buluşmalı. Ve çalışmaktan değil, yaşamaktan gülmekten ve de sevmekten yorulmalı…

Bu günlerde işte duyumsadıklarım, işte büyük özlemim… Tekrardan filizlendi, tekrardan baş gösterdi… Tomurcuk versin, gürbüzleşsin ve çiçek açsın. Erik ve kiraz ağaçlarının altında eğleşsin istiyorum. Dolu dizgin geçerek, doldursun yüreğini umutla insanlar. Acılarımızı konuşmayalım artık. Ölümleri konuşmayalım. Kalbimiz katlanmasın bunlara. Sokak başlarında hanımeli kokularına rastlayalım. Esen yellerde kavak gibi yalpalayalım. Ihlamurların çiçek açtığı zamana kalmasın düşler, ertelenmesin sevinç. İçimizde yırtılan kuş sesleri, kırılan kuş kanatları olmasın. Ellerimize konan martılarla doğan güneşi içelim. Bugünlerde yaşadıklarımızın yüreğimizde ve ruhumuzda açtığı yarayı bir an olsun unutalım. Bedenimiz bir ceset yığını olana kadar taşıyacağımız bu yarayı bir an olsun unutalım. Kirli ellerin yüzümüze dokunmasına izin vermeyelim. Tıkayalım kulağımızı bir çiçeğe bakmamış, bir çocuğu sevmemiş, aşık olmamış insanlara. Bel bağlamayalım ekmeğimizi çalıp semizleşenlere, zenginleşenlere. Kulak kesilmeyelim birbirine zarar verenlere, gözyaşı ve acıdan haz duyanlara. Tehdide ve korkuya teslim olmayalım! Gün geçmesin, bir başka bahar beklemesin yüreğimiz ve aklımız. Varsın bulunmasın ağıtımızı söyleyecek. Varsın bulunmasın acımızı dillendirecek. Yeter ki sesimiz sevdamıza çifte su versin! Yeter ki sesimizde yeşersin yarınlar! Yeter ki biz her şeye rağmen ve her şeyle beraber hep beraber gülebilelim…

Arda ÇELİK

Ticari Hayat, 04.06.2021

Nereye Dönsem Sen

Birden bire

Sende buluyorum kendimi

Aklıma düşüyorsun

Gecenin karanlığı

Sabahın körü

Tenin karışmış tenime

Sen kokuyorum

Ortalık güllük gülistanlık bahar gelmiş şehrimize

Nereye dönsem sen

Gözlerinden bakıyorum

Ne güzel her yer bahar bahçe

✍a.taşkale

25.03.2022

Sağlık İçin

Sağlık için dikkat lazım

Ekmek kuyrukta

Ya da askıda şart

Kırmızı ete uzanma

Beyaz et olsun rahat

 

Trafik sorununa kesin çözüm

Zam üstüne zammın katmerlisi

Sağlığa zararlı yağın nebatisi

Balkonlarda besleyin keçi

Çoban olarak hazır desteci

 

Sağlık için gitmeyin doktora

Bilmezsiniz hasta olduğunuzu

Varmayın okula anlamazsınız

Cahil olduğunuzu

Haydi, sağlığa haydi sağlığınıza

 

Muhsin Salman

25.03.2022