Kategori arşivi: Bilim Haberleri

#GeleceğinTrendleri: Topraktaki mikroplastikler üzerinde patojen mantarlar

Mikroplastik parçacığındaki bir çatlakta mantar sporları. (Bar = 30 mikron). (Resim: Bayreuth Üniversitesi / Mikoloji Bölümü)

Doğada altı milyar tondan fazla plastik var. Plastik yerin içinde hareket eder, denizde sürüklenir, yağmurla yağar, soluduğumuz havada uçar. Ama bizi zehirlemez – dünya onu kendi döngülerine dahil eder.

Topraktaki mikroplastik partiküller sadece çevreyi kirletmekle kalmaz, aynı zamanda sağlık tehlikesi de olabilirler. Zira araştırmacılar onların üzerinde çok sayıda mantar türü buldular, aralarında birçok patojenik tür de buna dahildi. Görünüşe göre mikroplastikler, onlara yeni bir ekolojik niş sunuyor ve bu nedenle insanları, hayvanları ve bitkileri etkileyebilecek, mantar enfeksiyonlarının kaynağını temsil ediyorlar. Küçük plastik parçacıkların rüzgarla geniş çapta yayılabileceği ve böylece patojenleri yeni alanlara taşıyabileceği gerçeği göz önüne alınınca, problem daha da büyüyor.

Mikroplastikler dünya çapında yaygındır. Küçük plastik parçacıklar, derin denizlerde ve uzak dağ zirvelerinde bile tespit edilmiştir, toprakta her yerde bulunurlar ve ayrıca insan vücudunda da çoğalırlar. Doğrudan sağlık etkileri henüz belirsiz olsa da, plastiklerin çevredeki çok sayıda mikroorganizmalar tarafından kolonize edildiği bulunmuştur. Bu nedenle araştırmacılar artık mikroplastik habitatına “plastisfer” adını verdiler. Ancak, şimdiye kadarki bilimsel odak bakteriler üzerinde olmuştur ve ağırlıkla su örneklerinden elde edilen mikroplastik parçacıklar incelenmiştir.

Plastik üzerinde mantar

Bayreuth Üniversitesi’nden Gerasimos Gkoutselis liderliğindeki bir ekip şimdi topraktaki mikroplastikler üzerindeki mantarlarla uğraştılar. Araştırmacılar, “Mantarlar, plastiklerin karasal sistemlerde mikrobiyal kolonizasyonunu incelemek için ideal organizma grubudur, çünkü plastisferdeki yaşama özellikle iyi adapte olmuşlardır” diye yazıyor. Gerçeği mümkün olduğu kadar iyi gösteren resmi elde edebilmek için, araştırmalarında yakın insan çevresindeki alanlardan toprak örnekleri seçtiler: Batı Kenya’nın Siaya kentinde, bir pazar meydanından, iki çöp deposundan, yol kenarından ve bir iç avludan.

Gkoutselis ve meslektaşları, çeşitli mikroskobik yöntemler ve metagenom analizi yardımıyla plastik parçacıklar üzerinde hangi mantarların bulunduğunu inceledi. Sonuç: “Mikroplastik parçacıklar üzerinde mantarsı biyofilm oluşumunun tüm aşamalarını gözlemleyebildik. Bu esnada plastisferdeki mantarların sadece büyümekle kalmayıp çoğaldıklarını da kanıtlayabildik. Mikroskobik incelemelerden ve DNA analizlerinden elde ettiğimiz veriler şu varsayıma sebep oluyor; mikroplastiklerin üzerine yerleşen mantarlar bütün arazilerde mevcuttur.”

Patojenler tercih edilir

Analize göre, mikroplastik parçacıklar üzerindeki mantar toplulukları, çevrelerindeki topraklarda bulunanlardan önemli ölçüde farklıydı – belirli patojen türler lehine. Gkoutselis, “İnsanlar için tehlikeli olan bazı türler, karartan mantarlar ve kriptokokal mayalar da dâhil olmak üzere, mikroplastik parçacıkların yüzeylerinde çevreleyen zemine göre daha yüksek konsantrasyonlarda bulunur” diyor. “Bu nedenle çalışmamız, topraktaki mikroplastiklerin muhtemelen bir mantar enfeksiyonu kaynağı olabildiği bulgusunu haklı çıkarıyor.”

Araştırmacılara göre, patojenik mantarların mikroplastik partiküller üzerinde giderek daha fazla bulunmasının nedeni, patojenik türlerin, aslında yaşama layık olmayan plastik yüzeyi kolonize etmelerini kolaylaştıran belirli özelliklere sahip olmasıdır: “İstilacı yapılar üretirler, biyofilmler oluştururlar ve mukus salgılarlar”, dedi araştırmacılar. Mevcut çalışma için yalnızca Kenya’dan alınan toprak örneklerini analiz etmelerine rağmen, bu özelliklere dayanarak bunun küresel bir fenomen olduğunu varsayıyorlar.

Dünya çapında sorun

Araştırmacılar, “Dünya çapında karasal ekosistemlerde artan miktarda plastik atık göz önüne alındığında, bu etkileşim ile mantar enfeksiyonlarının küresel epidemiyoloji için ciddi sonuçları olabilir” diye uyarıyor. Sorun, plastik parçacıkların kolayca yayılması gerçeğiyle daha da kötüleşiyor: “Bu uzun ömürlü substratlar sadece patojenler için bir yerleşke görevi görmez, aynı zamanda rüzgâr, akıntılar ve dalgalar tarafından uzun mesafelere de taşınabilir ve nihayetinde yeni yerlerde yabancı mikrobiyal toplulukların yerleşmesine yol açabilir.”

Mantar enfeksiyonları dünya çapında artmakta ve özellikle tropik bölgelerde çok sayıda ölümden sorumludur. Yazarlar, “Bu çalışma, plastik kirliliğinin toprakta patojen birikimi üzerindeki doğrudan etkisini gösteren ilk çalışmadır” diye yazıyor. “Gelecekteki çalışmalar, bu yüksek olasılıkla küresel fenomenlerin hem çevresel hem de epidemiyolojik sonuçlarını analiz etmelidir. Aynı anda siyasi yetkililer plastik atıkları insan sağlığına potansiyel bir tehdit olarak sınıflandırmayı düşünmeli.”

Sonuçlar özellikle tropikal ülkelerde ciddi olabilir

Araştırmacılara göre, patojenik mantarların bulaşmasıyla ilgili sorunların, özellikle atık bertarafının genellikle yetersiz olduğu ve çevreye çok fazla atık bırakıldığı tropik ülkelerde ortaya çıkması muhtemeldir. Ancak Kenya’nın plastik atıkların önlenmesinde öncü bir rol oynadığını vurguluyorlar.

Bayreuth Üniversitesi’nden Gerhard Rambold, “2017’den beri orada tek kullanımlık plastikten kaçınmak için etkili önlemler alındı. Kenya, sanayileşmiş ülkelerden plastik ithalatını kısıtlayacak bir ittifaka da katıldı” diyor. Orada plastik atıkların çevreye karışmaması için önlemler erken bir aşamada alındı.

Nizamettin Karadaş

Bu yazı tweet zinciri olarak da yayınlandı:

 

Kaynaklar:

Gerasimos Gkoutselis (Universität Bayreuth, Deutschland) et al., Scientific Reports,

Geo.de

Wissenschaft.de

#GeleceğinTrendleri: Petrol üreten algler keşfedildi

Dicrateria fitoplankton, benzinden ağır yağa kadar hidrokarbonlar üretiyor

Dicrateria cinsinden kamçılı deniz yosunu biyolojik petrol üretir ve onu hücrelerin içinde depolar (kırmızı). © Harada et al./ Scientific Reports, CC-by-sa 4.0

Heyecan verici bulgu: Araştırmacılar, Kuzey Kutup Denizinde biyolojik petrol üretebilen ilk organizmayı keşfettiler. Tek hücreli deniz yosunu Dicrateria, on ila 38 karbon atomu uzunluğunda doymuş hidrokarbon zincirleri ve dolayısıyla benzin, dizel ve ısıtma yağını oluşturan alkanlar üretir. Bilim insanlarının “Scientific Reports” uzman dergisinde bildirdiği gibi, şimdiye kadar, petrolün bu kadar iyi bir eşdeğerini üretebilen başka bir organizma bilinmiyor.

Ham petrol, benzin, motorin ve diğer yakıtlar için olduğu kadar kimya endüstrisi için de en önemli hammaddelerden biridir. Şimdiye kadar, bu doymuş hidrokarbon zincirleri karışımı sadece fosil kaynaklardan elde edilebilir. Bu nedenle yanması, milyonlarca yıl önce bağlanmış olan karbondioksiti serbest bırakır ve böylece atmosferdeki CO2 artışına katkıda bulunur.

Ham petrol ve türevleri biyolojik olarak üretilebilseydi farklı olurdu. O zaman yanma, yalnızca bu organizmalar tarafından daha önce çevreden emildiği kadar CO2 salacaktır. Bu tür yakıtlar bu nedenle CO2-nötr olacaktır. Örneğin bitki kalıntılarını sentetik yakıtlara dönüştürebilen bazı mikroplar vardır. Dizel üreten genetiğiyle oynanmış bakteriler de vardır. Ancak, petrolün tüm alkan spektrumunu doğal olarak üreten bir canlı bilinmiyordu.

Petrol kabarcıklı plankton algleri

Bu artık değişti: Japon deniz araştırma ajansı JAMSTEC’den Naomi Harada liderliğindeki bir araştırma ekibi, Arktik Okyanusu’nda doğal olarak biyolojik petrol üreten tek hücreli bir deniz yosunu keşfetti. Dicrateria rotunda türünün algleri, Sibirya’nın kuzey kıyılarındaki Chukchi Denizi’nden alınan su örneklerinde bulundu. Bu kamçılı fitoplanktonun daha ilk araştırmalarında, hücrelerinin yağla dolu kovuklar içerdiği fark edildi.

Ekip, gaz kromatografisi-kütle spektrometrisi (GC-MS) kullanarak bu yağ kabarcıklarının bileşimini analiz ettiğinde, şaşırtıcı bir şey ortaya çıktı: yağ, dallanmamış, doymuş hidrokarbon karışımından (alkanlardan) oluşuyordu. Harada ve ekibi, “Bunun dikkat çekici yanı, zincir uzunlukları on ila 38 karbon atomu olan tüm düz zincirli alkanların mevcut olmasıydı.”

11 Dicrateria türünde üretilen farklı zincir uzunluklarındaki alkanların miktarı © Harada et al./ Scientific Reports, CC-by-sa 4.0

Benzinden ağır akaryakıta kadar alkanlar

Bunun anlamı şudur: Küçük deniz yosunu, petrolü ve aynı zamanda yaygın yakıtları oluşturan tüm alkanları üretiyor. On ila 15 karbon atomlu (C) zincir uzunlukları benzin olarak, C16 ila C20 arasındaki uzunluklar dizel olarak ve 21’den fazla karbon atomlu zincirler ısıtma ve ağır yağ olarak sayılır. Bilim insanları, “Bu, ham petrolde hidrokarbon karışımı üretebilen bir organizmanın ilk kanıtı” diyor.

Sadece bu da değil: Harada ve meslektaşlarının keşfettiği gibi, Dicrateria cinsinin diğer on türü de bu biyolojik petrolü üretebiliyor. Bu tür algler Atlantik ve Pasifik’te orta enlemlere kadar bulunur. Bilim insanları, “Hidrokarbonlarının yakıtlar için uygunluğu açısından, Dicrateria algleri bilinen tüm fitoplankton türlerinden daha iyi performans gösteriyor” diyor.

Karanlık ve azot eksikliği üretimi başlatıyor

Deneylerin gösterdiğine göre bu alglerin ürettiği organik petrol miktarı, çevresel koşullara göre değişiyor. Ekibin bildirisine göre, bu tek hücreliler, ışıkta ve bol miktarda besin maddesiyle miligram kuru madde başına sadece 12,5 ila 79,4 nanogram yağ üretirken, verim karanlıkta ve azot eksikliğinde önemli ölçüde arttı; alkan içeriği karanlıkta 5,6 kat arttı ve Azot eksikliğinde 48 misli.

Plankton alg Dicrateria böylece ham petrol ve türevlerini biyolojik bir şekilde üretmenin bir yolunu açabilir. Harada ve meslektaşları, “Dicrateria’nın benzersiz yeteneği, n-alkanların biyosentezine yeni bir yaklaşım geliştirmeye yardımcı olabilir” diye yazıyor. Yosun hücrelerinde biyo-petrolün sentetik yollarını ve fizyolojik işlevini araştırmak için daha ileri çalışmalar gereklidir. (Scientific Reports, 2021; doi: 10.1038/s41598-021-93204-w)

Nizamettin Karadaş

Bu yazı Tweet zinciri olarak da yayınlanmıştır:

 

Kaynaklar:

Toyohashi University of Technology

scinexx.de , 02.08.2021

#GeleceğinTrendleri: Bağışıklık sistemi – vücudun kendi “katil temizlik maddesi”

Salmonella (kırmızı) bir hücreye girdiğinde, APOL3 (yeşil) bakterinin yüzeyine yapışır ve onu parçalar. (Resim: Video-kesit, Kredi: R. Gaudet ve diğerleri/Science 2021)

Araştırmacılar, hücrelerin istilacı bakterilere karşı bir tür deterjanla saldırdığını bildiriyor: Araştırmalara göre, deterjanların yağ lekelerini çıkarmasına benzer şekilde, APOL3 adlı protein de patojenlerin kabuklarındaki lipidleri çözüyor ve onları öldürüyor. Bilim insanları, hücrelerin silah cephaneliğine ilişkin yeni kavrayışların, patojenlere karşı mücadelede yeni stratejilerin geliştirilmesine yardımcı olabileceğini söylüyor.

Bağışıklık sistemi olmasaydı vücudumuzda kıyametler kopardı: Bakteriler özellikle kontrol altında tutulmalı, yoksa infilak şeklinde ürerler ve dokuları yok ederler. Bilindiği gibi, vücutta özel bağışıklık hücreleri, zalimleri bulup ortadan kaldıran vücut polisi görevi görür. Ancak vücudumuzun her hücresi de kendisini istilacılara karşı belirli mekanizmalarla savunabilir. “Hücre otonom bağışıklığı” denilen bu sistem, vücudumuzun savunma sisteminin temellerinden birini oluşturur. Alarm sinyali maddesi “interferon gama”nın sadece vücuttaki bağışıklık hücrelerini değil, bu hücresel savunma sistemini de harekete geçirdiği bilinmektedir. Ancak hücrelerin bakterilere karşı korunmak için somut hangi maddeleri oluşturduğu şimdiye kadar pek araştırılmamıştır.

New Haven’daki Yale Üniversitesi’nden John MacMicking ile çalışan bilim insanları şimdi bu soruyu araştırdı. Çalışmalarının bir parçası olarak, ilk önce insan hücre kültürlerinde interferon gama etkisiyle aktive olan genleri incelediler. Moleküler genetik yöntemleri kullanarak, bu genetik yapıdan bazılarını veya kodlayan maddeleri karakterize ettiler. Sonunda APOL3 proteini ile karşılaştılar, onun üretimi alarm sinyali interferon gama tarafından hızlandırıldı. Bu araştırmacıların özel ilgisini çekti, çünkü bu proteinlerin normalde lipitleri, hücre dışı nakli için çözdüğü biliniyor.

Çözünmüş bakteri kabukları

APOL3 hücre içi bakterileri öldürür.
(A) Salmonella Typhimurium’a (periplazma yalancı renkli sarı) eklenen rekombinant APOL3’ün (boncuk) negatif lekeli elektron mikroskobu. Bakteri zarının yok edilmesi (mavi kenarlı ek), APOL3’ün lipoproteinleri (bordo kenarlı ek) oluşturmak için lipidi çıkarması tarafından tetiklenir. (B) Kesik bir O-antijeni eksprese eden bakteriyel mutantlar (ΔwaaL), APOL3’ün dış zardan (OM) iç zara (IM) geçişine izin verir; Hücrelerin içindeki bu geçiş, sitozole maruz kalan bakterileri birlikte hedefleyen GBP1 gibi ISG tarafından kodlanmış proteinlerin sinerjize edilmesiyle kolaylaştırılır.

APOL3’ün işlevini hücre otonom bağışıklık çerçevesinde araştırmak için bilim insanları proteini işaretlediler ve hücrelere salmonella girdiğinde nasıl tepki verdiğini incelediler. Yüksek çözünürlüklü mikroskopiyi ve diğer teknikleri kullanan araştırmalar şunları göstermiştir: Her şeyden önce, ek moleküller, görünüşe göre APOL3’ün Salmonella’nın çift kabuğunun dış zarını aşmasını sağlıyor. Apol3 daha sonra iç zar ile uğraşıyor: protein onu çözer ve böylece bakterileri öldürür. Araştırmacıların açıkladığına göre, APOL3 bunun için deterjanlarda olan gibi bir özelliğe sahiptir: Onların kimyasal özellikleriyle yağları çözmelerine benzer şekilde, APOL3, ‘yağlı’ moleküllerden – lipitlerden – oluşan bakteri zarını parçalıyor.

Fakat APOL3 neden hücrenin kendi lipidlerine de saldırmıyor? Ekip, bu deterjantın insan hücre zarlarının önemli bir parçası olan kolesterolden kaçındığını buldu. Bilim insanları, bunun yerine bakteri kabuklarında bulunan karakteristik lipitlere bağlandığını açıklıyor. MacMicking, “Böylece, insanların kendi antibiyotiklerini, bir temizlik maddesi gibi davranan bir protein biçiminde ürettiği bir vakayı belgeledik,” diye özetliyor. Bilim insanları, APOL3’ün muhtemelen vücuttaki birçok hücrenin cephaneliğinde standart bir silah olduğunu söylüyorlar. Şimdiye kadar, cilde ek olarak, kan damarlarının hücrelerinde ve bağırsakta da aktif olduğunu gösterebildiler.

Tıp için temel potansiyel

New York’taki Weill Cornell Tıp Koleji’nden meslektaşlarının sonuçlarını değerlendiren Carl Nathan, yeni bulguların hücre otonom bağışıklığının anlaşılmasına önemli bir katkı olduğunu söylüyor. İmmünolog, “Bu deterjan benzeri molekülün keşfi, vücuttaki her hücrenin bağışıklık sisteminin bir parçası olabileceği görüşünü destekliyor” diyerek yorumluyor. “Tehdit edici patojenleri öldürmek için çeşitli mücadele stratejilerinin ortaya çıktığını gösteriyor. APOL3 şimdi, zarları yok ettiği bilinen, mekanizmalar grubuna katılıyor” diyor Nathan.

Araştırmacılar, bu keşfi enfeksiyonlara karşı tedavilere uygulayabilmekten henüz çok uzaktalar. Ancak vurguladıkları gibi, temel araştırmalara önemli bir katkıdır: “Vücudun kendi savunmasının deşifre edilmesi, bir gün insanlığa, geleneksel antibiyotikleri aşmanın yollarını giderek daha fazla geliştiren, mikroplara karşı yeni araçlar sağlayabilir. Vücudun bakterileri öldürmek için kullandığı hücresel deterjanların veya diğer ajanların üretimini bilinçli hızlandırmak, doğal bağışıklık tepkisini tamamlayabilir” diyor MacMicking.

 

Nizamettin Karadaş

Bu yazı tweet zinciri olarak da yayınlandı:

 

Kaynaklar:

Howard Hughes Medical Institute, Science: http://dx.doi.org/10.1126/science.abf8113

Wissenschaft.de , 19.07.2021

#GeleceğinTrendleri: Tırtıl saldırısı! Domatesler elektrikle alarm veriyor

Domates meyveleri, ana bitkilerini bir haşere istilası konusunda bilgilendiriyor. (Resim: Denisfilm / iStock; detay: Baykuş kelebek tırtıl, resim: Helene / iStock)

Biyologlar, meyvelerin bir tür “bitki sinir sistemine” bağlı olduğunu bildiriyor: Domatesler tırtıllar tarafından yenmeye başlandığında, ana bitkilere elektriksel uyarı sinyalleri gönderirler; bu yapay zeka kullanılarak yapılan tepki analizi ile ortaya çıktı. Sinyal iletimi, görünüşe göre tüm bitkide biyokimyasal alarm reaksiyonlarını tetikleyebilir, böylece savunma önlemleri yoluyla daha fazla saldırılara karşı kendisini hazırlayabilir. Bilim insanları, bu sisteme ilişkin daha ayrıntılı kavrayışların, yenilikçi bitki koruma stratejilerinin geliştirilmesine yol açabileceğini söylüyor.

Beni orada çimdikleyen nedir? Bilindiği gibi, dokunma tahrişleri veya ağrılar bizi tehlikelere karşı uyarabilir ve savunma tepkilerini tetikleyebilir. Bazen bir sivrisineğin kanımızı emmeye çalıştığını fark ederiz ve hemen oraya elimizi vururuz. Bu, sinir sistemimiz tarafından beynimize elektriksel iletilen cilt tahrişi uyarısı ile mümkün olur. Bitkilerin sinirleri olmasa da, son yıllarda yapılan araştırmalar onların da bilgi iletmek için elektrik sinyallerini kullandıklarını göstermiştir. Sinirlerin işlevi, bitkide su ve besin maddelerini taşıyan ve paylaştıran damarlar tarafından üstlenilir. Akım yüklü moleküllerin salgılanması ile bu uzun mesafeli hatlar, sinirler gibi, bitkinin birbirinden uzak kısımları arasında elektrik sinyallerini iletebilir.

Bitki “sinir sistemi” hedefte

Önceki çalışmalar, yapraklar zarar gördüğünde elektriksel uyarılar gönderdiklerini ve bunun bitkide sistemik tepkilere yol açtığını göstermiştir. Bu sinyal iletimlerinin tam anlamı ve işlevi hala çok az araştırılmıştır. Şimdiye kadar meyvelerin bu iletişim ağına ne ölçüde bağlı olduğu da bilinmiyordu. Buradaki özellik, fotosentetik aktif yaprakların aksine, bu organlara yalnızca besin aktarılmasıdır – onlar damar sisteminin tek yönlü yolları gibi görünüyorlar. Brezilya’daki Pelotas Federal Üniversitesi’nden Gabriela Niemeyer Reissig, “Buna rağmen meyveler de bitkinin canlı parçalarıdır ve muhtemelen, önceden düşündüğümüzden daha fazla karmaşık işlevseldir” diyor.

Bu organların da elektrik sinyalleriyle ana bitki ile ne ölçüde iletişim kurduğunu ortaya çıkarmak için, kendisi ve meslektaşları domates bitkileri üzerinde çalışmalar yaptı. Kırmızı yapıları bir sebze olarak kabul edilse de, ancak botanik açıdan bir “çok çekirdekli” meyvedir – bir kavun, karpuz, kabak, salatalık ve narenciye türleri gibi. Elektrik potansiyelindeki değişiklikleri kaydetmek için araştırmacılar, meyveyi bitkiye bağlayan dalların uçlarına elektrotlar bağladılar. Daha sonra domateslerin üzerine, 24 saat boyunca yemelerine izin verilen haşereler bıraktılar. Bunlar, domates, çilek ve benzerlerine olan iştahları ile ünlü olan baykuş kelebek tırtıllarıydı.

Araştırmacılar, istila öncesi, sırası ve sonrasında elektriksel reaksiyonları karşılaştırmak için makine öğrenme yöntemlerini kullandılar. Bu yapay zekâ biçimi, sinyallerdeki desenleri tespit edebiliyor. Araştırmacıların bildirdiği göre, analizler saldırıdan önceki ve sonraki sinyaller arasında belirgin bir fark olduğunu gösterdi. Niemeyer Reissig, “Meyvelerin, tırtıl saldırısı gibi tehditleri bitkinin diğer bölümlerine iletebildiğini ve muhtemelen bu şekilde başka bölümleri de aynı saldırıya hazırlayabileceğini belgeleyebildik” diyor. Bu, daha ileri araştırma sonuçlarından ortaya çıktı: Bilim insanları, denek bitkilerinde hidrojen peroksit salınımı gibi tipik biyokimyasal alarm reaksiyonlarını kaydettiler. Bu reaksiyonların, bitkilerin tırtılların verdiği zarardan uzak olan kısımlarında da tetiklendiği ortaya çıktı.

Bilim insanları, sonuçların sistemin bir temel iç görüntüsünü sağladığını vurguluyor: şimdiye kadar yapılan ölçümler yalnızca elektriksel sinyal iletimi hakkında genel bir izlenim sağlıyor. Ancak gelecekte yapay zekâ ile bitkinin bilgi sistemini daha da kesin bir şekilde deşifre etmek istiyorlar. Ayrıca, domateslerin tepkileri, diğer bitki türlerinde de ne ölçüde meydana geldiğini veya gelmediğini ve çeşitli tehdit türlerinde farklılıklar olup olmadığını araştırmak istiyorlar.

Araştırmacılar, bitkilerdeki elektrikli sinyal iletilerinin araştırılması tarımda teşhis için bile yararlı olabileceğini söylüyor: “Bizimki gibi çalışmalar ilerlerse ve açık ortamlarda elektrik sinyallerini ölçme teknikleri daha da geliştirilebilirse, haşere istilasını erken tespit etmek, daha az agresif kontrol önlemleri ve daha hassas böcek yönetimi mümkün olabilir”, diyor Niemeyer Reissig. Bilim adamı, “Bitkilerin meyveleriyle nasıl etkileşime girdiğini anlamak, meyvelerin kalitesini, haşerelere karşı direncini veya hasattan sonraki raf ömrünü iyileştirmek için sistemin olumlu etkilenebileceği yolları da ortaya çıkarabilir” diyor bilim kadını.

Nizamettin Karadaş

Bu yazı tweet zinciri olarak da yayınlandı:

Kaynaklar:

Frontiers, Araştırma metni: Frontiers in Sustainable Food Systems

Wissenschaft.de , 20.07.2021

Bedenin sinyalleri: Göz teması – Gözler bin kelimeden fazlasını söyler

İki insan birbirinin gözlerinin içine baktığında ne olur? Ve dolaşan bakışlar neyi ortaya çıkarır? Psikoloji ve beyin araştırmaları ruha pencereler açıyor.

2010 baharında bir gün. Sanatçı Marina Abramović, New York Modern Sanat Müzesi’ndeki bir performans gösterisine davet etti. Odanın ortasında iki ahşap sandalyeli sade bir masa var. Sessiz sanatçı bunlardan birinin üzerine oturur ve karşısına oturan her ziyaretçiyle bir dakika boyunca göz teması kurar. Teker teker her birine  hareketsiz bakıyor. Ama sonunda gri saçlı bir adamın gözlerine baktığında, gözleri yaşarıyor. Adamın adı Uwe Laysiepen, daha çok sahne adı Ulay ile tanınır. O ve Abramović, 1975’ten 1988’e kadar hem özel hem de profesyonel olarak bir çiftti. 22 yıldır birbirlerini görmemişlerdi.

Uzun göz teması bazı ziyaretçileri de gözyaşlarına boğdu. Yoğun bakışlar, olumlu ya da olumsuz duygular uyandırır. Ortalama olarak, insanlar üç saniyeye yakın bir süre birbirlerinin gözlerinin içine bakarlar. University College London’dan araştırmacılar, 56 ülkeden yaklaşık 500 kişinin bakış davranışlarını gözlemlediklerinde bunu keşfettiler. Diğer araştırmalar, beş saniyeye kadar olan sürenin hala hoş olarak algılandığı sonucuna varıyor. Daha uzun bakışlar delici ve tehdit edici tesir bırakabilir. Tersine, başkaları bizim bakışlarımızdan kaçınırsa, kendimizi dışlanmış ve aşağılanmış hissederiz.

Bebekler bile gözleriyle temas eder

Münih’teki Max Planck Psikiyatri Enstitüsü’nün sosyal sinirbilimleri çalışma grubunun başkanı psikiyatrist Leonhard Schilbach, bakışların karşılıklı etkileşiminin, parietal ve temporal lobların birleştiği bir alandaki belirli sinir ağlarını otomatik olarak harekete geçirdiğini söylüyor. Göz teması kurma eğilimi doğuştan gelir. Bakışların yardımıyla, küçük çocuklar başkalarıyla empati kurma alıştırması yaparlar. Schilbach, “Bu şekilde, daha sonra kendilerini başkalarının yerine koymak için gerekli beyin alanlarını eğitiyorlar” diyor. Dört yaşlarındayken, Zihin Teorisi olarak bilinen şeyi geliştirirler: Herkesin kendine öz dünya görüşüne sahip olduğunu anlıyorlar.

“En başından beri, bakışlar en önemli sosyal uyarıcıdır”
(Leonhard Schilbach, psikiyatrist)

İnsan gözünün alışılmadık bir yapısı vardır; Diğer hayvanlarla karşılaştırıldığında, gözlerin beyazları çok belirgindir. Bu, insanlara türdeşlerinin nereye baktığını görmelerini kolaylaştırır. Leonhard Schilbach, “Sosyal işbirliğimizin temeli budur” diyor. Diğer şeylerin yanı sıra, o ve ekibi, sosyal etkileşimlerin ne zaman başarılı olduğunu araştırıyor. “Bakışlar, en başından itibaren en önemli sosyal uyarıcıdır” diye bildiriyor.

Doğrudan izleyene bakıyormuş gibi görünen bir portre resminin görüntüsü bile dikkati üzerine çekiyor. Bir görüntüleme çalışmasının gösterdiği gibi, kameraya bakan gözler, sosyal davranışla ilgili birçok farklı beyin bölgesindeki alanları aktive ediyor. Bir ekran aracılığıyla böyle bir göz teması, zamanın algısını bile değiştiriyor. Bakış, hissedilenden daha uzun sürer: İzleyici için zaman bir an için durmuş gibidir.

Göz teması ayrıca dürüstlüğü sağlıyor: Karşıtlarının gözlerinin içine bakanlar ardında daha sık gerçeği söylüyorlar. Olası bir açıklama: Bu durumda yalan söylemek daha fazla zihinsel çaba gerektiriyor.

Bu aynı zamanda Kyoto Üniversitesi’nden psikologlar Shogo Kajimura ve Michio Nomura tarafından yapılan bir deneyle de belirtilmiştir. Onlar deneklerinden aynı anda bir video izlemelerini ve aynı anda bir isim için uygun fiiller üretmeleri istendi, örneğin “liste”yi “yazmak” ile yanıtlamaları. Videodaki kişi onlara odaklanmış gibi görününce denekler daha yavaştı. Kameranın yanına baktığında, katılımcılar doğru kelimeyi daha çabuk buldular. Yazarlar, diğer kişi yalnızca bir ekranda görünse bile; göz temasının bilişsel kaynakları sarf ettiği sonucuna vardılar.

Bakışlar konuşma akışını koordine ediyor

Bu muhtemelen bakışların bir sinyal işlevi olmasından kaynaklanmaktadır: Günlük yaşamda bakışlar birlikteliği uyarlamaya yardım eder. Yani sohbet ederken sadece söylenenler geçerli değildir; biz sürekli olarak sözsüz alt sinyalleri değerlendiriyoruz. Örneğin, sadece bir bakışla konuşma akışını koordine ediyoruz. Diğerinin hala dinlediğinden emin oluruz, bizimle aynı fikirde olup olmadığına dair ipuçları ararız ve kimin ve ne zaman konuşacağını önceden sessiz netleştiririz. Sohbete katkısı biten, konuştuğu kişiye bakar ve sinyal verir: Şimdi sıra sende. Konuşurken bakışlar genellikle alan içinde dolaşır. Genellikle bunun kabalık veya utangaçlıkla ilgisi yoktur. Zihinsel güç tasarrufu sağlar.

Araştırmacılar, insanların bakışlarının gezdirme biçiminden onların karakterlerini çıkarmaya çalışırlar. O sırada Innsbruck Üniversitesi’nde psikolog John Rauthmann tarafından yönetilen bir ekip, 242 test deneğine kişiliğin beş ana boyutu (“Büyük Beş”) üzerine bir kişilik anketi doldurttu. Daha sonra bilgisayardaki hareketli desenlere bakmaları istendi. Bu sürede bir göz takip cihazı onların göz hareketlerini takip etti.

Göz hareketleri kişinin içini görebilmemizi sağlar

Deney şunu göstermişti: Dışa dönüklerin, yani girişken ve aktif insanların resmin içinde daha çok gezdi. Bakışları bir yerden diğerine sıçradı. Korkuya ve kara kara düşünmeye eğilimli daha nevrotik çağdaşlar, nispeten uzun bir süre tek bir yerde gözleriyle kaldılar. Yazarlar, bir nesnenin potansiyel bir tehlike oluşturup oluşturmadığını daha kapsamlı bir şekilde değerlendirmek istedikleri gerçeğiyle ilgili olabilir. Yeni deneyimlere açıklık açısından çok ileride olan insanlarda da davranış benzerdi. Ancak burada araştırmacılar, sakin bakışı çevreyle daha derinden ilgilenme isteği olarak yorumladılar. Diğer iki ana kişilik boyutu olan hoşgörü ve vicdanlılık için, bu çalışmada bakış davranışı ile herhangi bir ilişki bulunmadı.

Ancak bu bir laboratuvar çalışmasıydı. Stuttgart Üniversitesi Makine Öğrenimi ve Robotik Bölümü’nden Sabrina Hoppe liderliğindeki bilim insanları, günlük yaşamdaki bakış davranışının karakter hakkında daha fazla bilgi sağlayıp sağlamadığını test etti. Bunu yapmak için 50 öğrenciye göz takip gözlüğü taktılar ve kampüste yapmaları gereken görevler verdiler. Uygun şekilde eğitilmiş bir algoritma daha sonra test deneklerinin kişiliğini (bu sefer yeni deneyimlere açıklık dışında tüm boyutları) değerlendirmek için bakış hareketlerini, kırpmayı ve gözbebeği genişliğini kullanabildi.

“Sözsüz davranışlarla ilgili edindiğimiz bilgileri robotlara aktararak insan gibi davranmalarını sağlayabiliriz. Bu tür sistemler daha sonra insanlarla çok daha doğal bir şekilde iletişim kurabilir ve bu nedenle daha verimli ve esnek bir şekilde kullanılabilecektir” diyor, Saarbrücken’deki Max-Planck-Enformatik-Entstitüsünden araştırmaya katılan Andreas Bullig. Fakat genel olarak, bu alandaki araştırmalar henüz başlangıç safhasındadır. İnsanların bir robotta bu tür incelikleri algılayıp algılamadıkları bile sorgulanabilir.

Ancak kesin olan şudur: birinin bizi sevip sevmediğini ve niyetlerinin ne olduğunu bakışlarından anlayabiliriz. Karşısındakini çekici bulanlar ona, sadece arkadaşlıkla ilgilenen birinden daha uzun süre bakarlar. Aşıklar ise, daha çok sevdikleri kişinin yüzüne ve üst vücuduna odaklanır.

Çekici insanlarla göz teması kurmanın ödüllendirici gibi etkisi vardır

Gözlere uzun bir bakış bir aşk iksiridir. “Bakışların etkileşimi ile, bizi motive eden ve mutluluk duyguları yaratan nöral ödül sisteminin bir parçası olan ventral striatum aktive edilir.” diyor Leonhard Schilbach. “Nature” dergisinde yapılan bir araştırma bunu 20 yıl önce doğruladı. Hamburg-Eppendorf Üniversitesi Tıp Merkezi’nden nörolog Knut Kampe, meslektaşlarıyla birlikte, çekici bir kişinin bakışlarıyla karşılaştığımızda beyindeki ödül sisteminin her zaman tepki verdiğini kanıtlamayı başardı. Sadece güzel bir yüzün görüntüsü ilgili beyin bölgelerini etkileyemedi.

1990’ların sonlarında, bir araştırma ekibi, uzun göz temasının yüz yüze konuşmayla birleştiğinde, yabancılar arasında bile hızla bir yakınlık duygusu yarattığını bildirdi. Deney için, birbirini tanımayan iki öğrenciden oluşan gruplardan kişisel soruları (“En son ne zaman ağladınız?”) cevaplamaları ve ardından dört dakika boyunca sessizce birbirlerinin gözlerinin içine bakmaları istendi. Ardından bu denekler, kendilerini önemsiz şeyler hakkında konuşan ve dakikalarca göz teması kurmayan çiftlerden daha yakın hissettiler.

Ulay ve Marina Abramović örneğinde, müzedeki uzun bakışlar başlangıçta kalıcı bir yakınlaşmaya yol açmadı. Bu eski çift, 2017’de nihayet uzlaşmadan önce ortak çalışmanın telif hakları konusunda acımasız bir mahkeme davası sürdü. Ulay, 2020 yılında öldü. Sanatçı kendi bakışlarını, bir otoportresinde resmetti.

 

Nizamettin Karadaş

Kaynak: spektrum.de

Bedenin Sinyalleri: Sempati – Kim kimi sever?

Bazı insanları hemen severiz. Başkalarına tahammül edemiyoruz. Psikolojik deneyler, yabancıları saniyeler içinde nasıl yargıladığımızı ve bu sürede nelerden etkilendiğimizi gösteriyor.

Ekranda bir adamın yüzü görülüyor. Doğrudan kameraya bakıyor; siyah arka plana karşı kafası kel. Bir fare tıklaması ve özellikleri değişmeye başlıyor: başı daralıyor, derisi bronzlaşıyor, gözleri büyüyor. Çift çene belirtisi kaybolmaya başlıyor; ağzının köşeleri yükseliyor. Dört buçuk saniye sonra metamorfoz tamamlandı. Şimdi ekrandan izleyiciye gülümseyen yüz son derece sevimli: birlikte bira içmek isteyeceğimiz hoş bir adam.

Ama şimdi yüz yeniden değişiyor; önce orijinal görüntüye, sonra ötesine: kafatası genişliyor, gıdı büyüyor, giderek bulanıklaşan göz bebekleriyle küçük gözler birbirine yaklaşıyor. Art arda, çok az kişinin hemen beğeneceği bir insan yüzü ortaya çıkıyor.

Bazı insanları biz doğrudan sempatik buluyoruz; başkalarıyla kesinlikle gereğinden fazla temas kurmak istemiyoruz. Psikolog Alexander Todorov’un bulgularına inanacak olursak, bunun anahtarlarından biri görünüşlerinde yatmaktadır. Todorov, Princeton Üniversitesi’ndeki Sosyal Algı Laboratuvarına başkanlık ediyor; orada da yukarıda açıklanan metamorfoz görülebilir. Çalışma grubu, yirmi yıldır etrafımızdakilerin yüzlerini nasıl algıladığımızı ve onların üzerimizde ne gibi etkileri olduğunu araştırıyor. Bulguları bir bilgisayar modeline dâhil edildi, o bir fare tıklamasıyla gerçekçi portreler oluşturuyor.

Yazılımın asıl öne çıkan özelliği, laboratuvar web sitesindeki dokuz kısa video ile gösterilmektedir: Sanal insanların görünümünü hedefe yönelik bir şekilde değiştirebilir. Ve bununla birlikte, ortalama bir gözlemcinin tasvir edileni değerlendirme şekli – örneğin içe dönük veya dışa dönük, güvenilir veya dürüst olmayan, yetkin veya yetersiz olarak. Dolayısıyla sempati, her şeyden önce bir dış görünüş meselesidir. Bu fazla şaşırtıcı değil. Evrim sürecinde, diğer insanlar hakkında hızlıca fikir edinmenin faydalı olduğu kanıtlanmıştır: Yabancı bir tehdit midir? Ona güvenebilir miyim?

Bir sinyal üreteci olarak fizyonomi (dış görünüm)

Giyim, beden dili, yüz ifadeleri – bunlar, uzaktan bile bir ilk fikir edinmek için kullanabileceğimiz bilgilerdir. Todorov ve meslektaşı Janine Willis’in 2006’daki bir deneyde gösterdiği gibi, en azından yüzlerde bu oldukça hızlı gerçekleşir. Öğrencilerin portre fotoğraflarını saniyenin onda biri kadar görmeleri, tasvir edilen kişileri sempatik bulmak veya bulmamak için yeterliydi. İlk itibar için sadece göz açıp kapama kadar bir süre gerekiyordu.

Bunun yerine aynı görüntülere bir saniyeliğine bakmalarına izin verilen denekler, çok benzer bir değerlendirmeye geldi. Daha fazla zamana sahip olmak sistematik olarak farklı bir yargıya yol açmadı. Ayrıca çoğu insanın aynı yüzleri sevdikleri görüldü. Muhtemelen bu tercihler, evrim sırasında genlere derinden yerleşti. Bunlardan biri yüzün genişliği ile ilgilidir: kişinin yüzü ne kadar dar olursa o kadar hoş görünür. Araştırmalar,  boyuna göre geniş bir kafatasına sahip kişilerin aslında ortalama olarak daha agresif ve baskın olduğunu gösteriyor. Bunun nedeni ise tartışmalıdır.

Bu bağlantı, 19 çalışmayı değerlendiren bir meta-analiz de dahil olmak üzere çeşitli vesilelerle doğrulandı. Yazarlar, kare bir kafatasının bir uyarı sinyali olarak hizmet etmesini makul buluyorlar: Dikkat, bu kişi hafife alınmamalıdır. Evrimsel biyologlar da “yanlışlanamaz bir sinyal”den söz ederler çünkü daha zararsız görünecek şekle basitçe değiştirilemez. Bu aynı zamanda neden genellikle ince yüzlü insanları daha sevimli bulduğumuzu da açıklayabilir – çünkü onları daha az tehdit edici görüyoruz.

Kanadalı psikolog Frances Chen’in birkaç yıl önce Köln ve Freiburg’daki üniversitelerden meslektaşlarıyla birlikte yaptığı bir araştırma bu yöne gösteriyor. Öğrencilere daha önce bilgisayarda ince veya kaslı bir gövde verdikleri genç bir adamın resimlerini gösterdiler. Katılımcılar kaslı adamı açıkça daha az sevimli olarak değerlendirdi. Bizim için tehlikeli olabilecek insanları daha az severiz.

Arkadaşlar benzer şekilde düşünüyor

Bir insanın bize ne kadar benzediği de önemli bir rol oynar. Benzer hobileri olan, aynı müziği dinleyen ve aynı şeylere gülebilen insanları genelde kibar ve sempatik buluruz. Bilim insanları buna “sosyal homofili” diyor. Oxford’lu psikolog Robin Dunbar, bu tür benzerlikler ne kadar fazlaysa, sempatinin bir gün arkadaşlığa dönüşme olasılığının o kadar yüksek olduğunu ortaya çıkardı.

Dostlar benzer şekilde düşünüyor – California Üniversitesi’nden sosyal psikolog Carolyn Parkinson’un gösterdiği gibi, beyin tarayıcısında bile görülebilen bir gerçek. Katılımcıların beyin aktivitelerini kaydederken öğrencilere çeşitli video klipler gösterildi. Arkadaşlar arasında, sinirsel kalıplar, birbirlerini pek tanımayan öğrencilerden çok daha benzerdi.

“Taklit, bizim başkalarına benzememizi sağlayan spontane bir davranıştır”
(Psikolog Maike Salazar Kämpf, Leipzig Üniversitesi)

İlk sempati puanları için yüzeysel eşitlikler bile yeterli oluyor. Bu, biyolojiden bir fenomen üzerinde yapılan araştırmalarla kanıtlanmıştır: taklit. Terim, taklitçiye faydalı olabilecek taklit biçimlerini ifade eder. Evrim sürecinde, süzülen sinekler siyah ve sarı bir şerit deseni elde ettiler. Bu nedenle onlar iğne donanımlı bir yaban arısı ile karıştırılıyor ve böylece avcılarını kolay korkutabiliyorlar.

Bukalemun etkisi

Psikologlar, taklitçiliği, insanların konuşma esnasında karşılıklı olarak, birbirlerinin özellikle konuşma tarzını, yüz ifadelerini ve jestlerini – çoğunlukla otomatik olarak ve farkında olmadan –  taklit etme eğilimi olarak anlarlar. Leipzig Üniversitesi’nden Maike Salazar Kämpf, “Taklit, bizim başkalarına benzememizi sağlayan spontane bir davranıştır” diye açıklıyor. ABD’li psikolog Tanya Chartrand ve meslektaşı John Bargh bunun içinbukalemun etkisi terimini belirlediler. Bir deneyde, taklitçiliğin sempatiyi desteklediğini gösterebildiler. Başka bir deyişle: taklit edenler “bukalemunlarını” sonradan daha çok beğenirler.

Ama bu madalyonun sadece bir yüzüdür. Açıkçası, sosyal bukalemunlar çoğunlukla sevimli buldukları insanlara uyum sağlıyorlar. Karşılığında, taklitçilerini daha hoş buluyorlar ve muhtemelen onları daha çok taklit ediyorlar. Salazar Kämpf’ın 2018 yılında Leipzig Üniversitesi’nden meslektaşlarıyla birlikte yaptığı bir araştırma en azından bu yöne işaret ediyor. Taklit, bir tür döngü içinde çalışır ve muhatapların karşılıklı sempatisini güçlendirir. Yazarlar ayrıca sosyal bir yapıştırıcıdan da bahsediyorlar. Psikolog şu anda psikoterapistler ve hastalar arasındaki ilişkide taklitçiliğin oynadığı rolü araştırıyor.

“Uyum sağlamak, grup aidiyetini simgeliyor”
(Dilbilimci Jan Michalsky, Oldenburg Üniversitesi)

Oldenburg Üniversitesi’nin bir projesinin gösterdiği gibi, taklitçilik sese kadar uzanıyor. Dilbilimci Jan Michalsky ve meslektaşı Heike Schoormann, öğrencilerden hızlı flört (speed-dating) etmelerini istedi. Her biri yaklaşık on beş dakika süren konuşmalar videoya kaydedildi. Başta ve sonunda, katılımcılar birbirlerine sempati notları verdiler. Birbirlerine ne kadar sempati duyarlarsa, sesleri de zamanla o kadar birbirine benzedi. Bu, ses frekanslarının perdesi ve aralığı  – basitçe söylemek gerekirse: ikisin ne kadar monoton veya değişken konuşması için geçerliydi.

Sürüklenme etkisi

Michalsky, “Bu etkiye sürüklenme diyoruz” diye açıklıyor. “Uyum sağlamak, grup aidiyetini simgeliyor.” Kabaca söylemek gerekirse, şu geçerlidir: Benzer tarzda konuşan insanlar genellikle aynı sosyal çevreden gelirler. Veya Michalsky’nin dediği gibi: “Sosyal mesafe ne kadar küçükse, dilsel mesafe kural olarak o kadar düşüktür.” Sempati, dilsel yakınlığı arttırır ve dolayısıyla muhtemelen karşılıklı güveni de. Michalsky bunun büyük olasılıkla iki yönlü bir süreç olduğuna inanıyor: “Konuştuğum kişiye, onu sempatik bulduğum için uyumlu olursam, bu da onun bana daha fazla sempati duymasına yol açar.”

Bazı seslerin kendiliğinden daha sempatik olup olmadığı sorusuna ilişkin çalışma durumu daha az kesindir. Örneğin, alçak erkek sesleri, yüksek seslerden daha sıcak, daha hoş ve daha yetkin olarak kabul edilir. Kadınlar için tam tersi olabilir. Michalsky, “Ne yazık ki, bu konuyla ilgili araştırmalar zayıf” diyor. “Ve var olan sonuçlar genellikle birbiriyle çelişiyor.” Hangi sesleri hoş bulduğumuz, muhtemelen büyük ölçüde kişisel tercihlere bağlı olduğuna inanıyor. “Sempati bireyseldir – herkes aynı insanları eşit derecede sevemez.”

“Birinin hasta olup olmadığını kokudan anlayabiliriz”
(Ilona Croy, TU Dresden’de Klinik Psikoloji Profesörü)

Bununla birlikte, bazı kokular söz konusu olduğunda, çoğu insan – bilinçsiz olarak – aynı fikirdedir. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, ter kokusu kişiyi daha az sevimli yapar, ancak şaşırtıcı bir şekilde yalnızca koku algı eşiğinin altında olduğunda. Hoş olmayan koku bilince girer girmez etki kayboluyor. Belki de bu gibi durumlarda, yargımızı etkilemesine izin vermemek için kasıtlı olarak karşı önlemler alıyoruz.

Bir kişinin kokusu sadece spor yaptığını ve duş almaya vaktinin olmadığını ifşa etmez. TU Dresden’de koku alma duyusunun sağlık ve davranış üzerindeki etkisini araştıran Ilona Croy, “Örneğin, birinin hasta olup olmadığını tanımlamak için kullanabiliriz,” diye açıklıyor. “Bir kişinin vücudunda iltihaplanma süreçleri meydana gelirse, kokularını daha rahatsız edici olarak algılarız.” Ağız kokusuna benzer – bu da bazı hastalıkların bir işareti olabilir. Croy bunun sempati için ne anlama geldiğini söyleyemiyor. Kokular ve çekicilik arasındaki ilişkinin aksine, bu soru üzerine hala çok az araştırma var. Bununla birlikte, hasta kokan insanlardan kaçınma eğiliminde olduğumuza dair bazı makul sebepler var – örneğin davranışsal bağışıklık sistemi. Croy, “Bu, kendimizi olası enfeksiyonlardan korumamıza yol açan bir davranış demetidir” diye açıklıyor.

Belki de hoşlandığımız ve hoşlanmadığımız şeyler üzerinde kokuların fark edilmeyen bir etkisi vardır. ABD’li araştırmacılar Nicholas Christakis ve James Fowler, örneğin, bağışıklık sistemini kontrol eden belirli genlerde arkadaşların rastgele seçilen yabancılardan daha az benzer olduğunu gözlemlediler. Muhtemelen bu nedenle kendimizi, bağışıklık sistemleri kendimizinkinden farklı hastalıklarda uzmanlaşmış insanlarla çevrelemeyi tercih ediyoruz. Bu da enfeksiyonlara karşı daha iyi koruma anlamına gelebilir. Araştırmacılar, immünoloji açısından çevremizdeki insanların bize ne kadar benzediğini veya benzemediğini koklayabildiğimizi varsayıyorlar. Burun sosyal çevrenin seçiminde aslında önemli bir rol oynayabilir.

Yakınlık sempati puanları sağlar

Son olarak, tesadüf de sempatiye katkıda bulunabilir. Yaklaşık 50 yıl önce, California Üniversitesi’nden psikologlar, yeni bir toplu konutta, sakinlerinin birbirine daha yakın yaşarlarsa arkadaş olma olasılıklarının daha yüksek olduğunu gözlemlediler. İnsanların yolları ne kadar çok birbiriyle kesişirse, diğerini o kadar hoş ve iyi buluyorlardı. Bu fenomen uzmanlar arasında “salt maruz kalma etkisi”, salt temasın etkisi olarak bilinir.

İlk karşılaşmalarda, görünüşe göre, aslında o kadar da önemli olmaması gereken bazı şeylerden bilinçsizce etkileniyoruz. Ancak tanışıklık süresi uzadıkça, başka şeyler de önem kazanmaya başlıyor; mesela gerçek ilgi ve güvenilirlik gibi. Birini daha iyi tanımaya karar verdiğimizde, ilk izlenim giderek önemini kaybediyor. İlk başta çok sevdiğimiz insanlar zamanla daha az sempatik olabiliyorlar ve geniş kafalı bir adam ise en iyi arkadaşınız olabiliyor.

Nizamettin Karadaş

 

Kaynak: spektrum.de

Bedenin sinyalleri: Sosyal algı – Sesler nasıl etkiler

Bir ses az çok yetkin, çekici veya güvenilir gelebilir. Bu tür izlenimler genellikle doğru mudur? Ve bir sesten neler duyulabilir?

Açık plan bir kompartımanda bir tren yolculuğunda, bir basın ürününde sayfaları çeviririz veya dijitalde ekran kaydırırız, tam o anda boğuk bir ses duyulur. Sesin ait olduğu kişi birkaç sıra geride oturuyor ve telefonda konuşuyor. Konuşmanın içeriği anlaşılamasa bile zihnimizde kişinin bir görüntüsü oluşur: orta yaşlı, yetkin, güvenilir bir adam.

İnsanlar genellikle yabancılar hakkında ilk fikirlerini saniyenin çok küçük bir bölümünde oluştururlar. Bu izlenimler sadece gördüklerine değil, aynı zamanda duyduklarına da dayanır. Ama sadece sesten hangi özellikleri çıkarabileceğimizi düşünüyoruz? Bunu yapmamızı sağlayan nedir? Ve bu yargılarımızla genellikle haklı mıyız?

Bir sesin nasıl duyulduğu, diğer şeylerin yanı sıra boğazın içindeki anatomiye bağlıdır. Akciğerlerden nefes borusu yoluyla boğaza ve oradan gırtlağın içinden hava aktığında bir ses üretilir: iki ses teli titreşmeye başlar. Ses telleri gerginliklerine göre, daha hızlı veya daha yavaş titreşiyorlar ve ton daha yüksek veya daha düşük olur. Erkeklerde gırtlak kadınlara göre daha büyüktür, ses telleri daha uzundur, daha yavaş titreşirler, ses daha derin gelir. Temel frekans – perde – erkekler için ortalama 120 ila 130 Hertz. Kadınlar, önemli ölçüde daha yüksek bir frekansta ortalama 200 ila 220 Hertz ile konuşur. Bu iki sonuca işaret ediyor: Bir yabancının sesini duyan herkes, onun cinsiyetini tanıyabilmeli ve kabaca boyunu tahmin edebilmelidir.

Tını: vücut ölçüsünün bir göstergesi

Ve gerçekten: cinsiyet, sesin yüksekliğine göre çok iyi belirlenebilir. Vücut ölçüsü konusunda kesinlik sağlamak o kadar kolay değildir: denekler, söz konusu kişinin vücut ölçüsünü oldukça tutarlı tahmin etmeyi başardılar. Ancak bunun gerekçesi sesin yüksekliğinden daha çok “formantlar” dan dolayı olmuştur. Bunlar, özellikle oral ve paranazal sinüslerin rezonans boşluğunda yükseltilen ve sesin tınısını sağlayan frekans aralıklarıdır. Bu formantlar ise; sesin yüksekliğine nispeten, vücut büyüklüğü ile daha yakından ilişkilidir.

Başka bir özellik de sesle çok kesin olarak tahmin edilebilir yaşı.İngiltere, Preston’daki Central Lancashire Üniversitesi’nde dilbilimci olan Daniel Bürkle, aynı zamanda sesin nasıl duyulduğuna da bağlı olduğunu yazıyor. İlk başta, ergenlik döneminde gırtlak ve ses telleri büyüdüğünde hem erkek hem de kızlarda derinleşir. Yaşlılıkta ses yarığı kıkırdaklaşır, doku kaybolur, dişler kaybolur ve sırt, nefes alma ve konuşma kasları gücünü kaybeder. Sesi kontrol etmek daha zorlaşır, ses titrek veya gıcırtılı gelir. Bu yüzden bir konuşmacının yaşı birkaç yıl farkla tahmin edilebilir. Bu, konuşan ve işiten kişi aynı yaşlarda olduğunda en iyi işler.

Cinsiyet ve yaş: tanıması kolay. Vücut boyutu: bir dereceye kadar. Peki ya duygusal durum ve kişilik gibi nitelikler: bunlar da kendilerini seste belli ediyorlar mı?

“Konuşma şeklinden birinin şu anda daha çok mutlu, üzgün, endişeli veya kızgın olup olmadığını hemen anlayabiliriz – kişi içerik üzerinden aksini göstermek istese bile.”
(Walter Sendlmeier, iletişim bilimcisi)

On yıllardır bu ve seslerin etkisi hakkında sayısız başka soruyla uğraşan kişilerden biri, Berlin Üniversitesi Dil ve İletişim Enstitüsü’nün Ekim 2020’ye kadar genel müdürü olan dilbilimci ve iletişim bilimcisi Walter Sendlmeier’dir. Sendlmeier, bir kişinin sesinin son derece bireysel olduğunu söylüyor. O kadar bireysel ki, örneğin telefonda, birkaç heceden sonra tanıdık sesleri hemen tanırız. Ve şöyle diyor: “Bir kişinin sadece kimliğinin belirlenmesi ile kalmayıp, ek olarak, bu kişiyle ilgili diğer birçok özellik sesinden ve özel konuşma tarzından elde edilebilir.” Bunlar arasında yaş ve cinsiyetin yanında, eğitim düzeyi, bölgesel ve sosyal köken, sağlık ve mevcut ruh hali de sayılabilir.

Daha sesin ve konuşma tarzının sağladığı ilk işitme itibarı ile, bir kişi hakkında çok ayrıntılı bir izlenim edindik. Sendlmeier, “Kişi içerik üzerinden bunu gizlemeye çalışsa bile, konuşma şeklinden birinin şu anda oldukça mutlu, üzgün, endişeli veya kızgın olup olmadığını hemen anlayabiliriz.” İnsanlar kelimelerle çok kolay yalan söyleyebilir, diyor Sendlmeier. “Duygusal halleri ve karakter özelliklerini sesli ve sözlü ifadede gizlemek çok daha zordur.”

Ve kişilik hakkındaki çıkarımları da başarabilir miyiz? Aslında, insanlar  “Beş Büyük”ten (beş büyük kişilik faktörünün) en az ikisini, ses aracılığıyla tesadüf üstü bir oranda iyi değerlendirebilirler: dışa dönüklük ve duygusal istikrar. Her iki kişilik boyutu da ses ne kadar derinse o kadar belirgindir. Ve bir diğer özellik olan güvenilirlik söz konusu olduğunda, çoğunluk tahminlerinde oldukça hemfikirdir: daha kalın bir sese sahip erkekler daha güvenilir olarak algılanır.

Bremen Üniversitesi’nden psikolog Julia Stern, bir çalışmada meslektaşlarıyla bunu inceledi. Stern, “Banka danışmanıyla telefonda konuştuğunuzu ve onun size fonlara para yatırmanızı önerdiğini varsayalım, o zaman daha derin bir sesi varsa ona güvenmemiz daha olasıdır” diyor. Ancak çalışmanın gösterdiği gibi, ses perdesi ve dürüstlük arasında bir bağlantı yoktur.

“Sesi alçak olan insanların dışa dönük, daha baskın ve kısa süreli aşk ilişkilerine daha fazla ilgi duyması daha olasıdır.”
(Julia Stern, psikolog)

Ancak, eş ilişkileri söz konusu olduğunda, araştırmacılar, seslerin bıraktığı ilk izlenimi doğruladılar: “Özellikle söz konusu aldatma olduğunda, daha yüksek sesli erkeklere güvenme eğilimindeyiz ve düşük sesli erkeklerin aldatma olasılığının daha yüksek olduğunu düşünüyoruz.” diyor Stern. “Ve orada gerçekten bir bağlantı bulduk: Daha derin sesli insanlar, yüksek seslilere nispeten daha sık, eşlerini aldattıklarını beyan ettiler.”

Stern ve ekibi, 2.000’den fazla test deneğinden gelen verileri analiz ettikten sonra Haziran 2021’de daha fazla bağlantı bildirdi. Stern, “Çeşitli kişilik özellikleri ile sesin derinliği arasında bir bağlantı olduğunu gördük” diyor. “Sesi alçak olan insanlar dışadönük, daha baskın ve kısa süreli aşk ilişkilerine daha ilgili olma eğilimindedir.” Ayrıca, derin sesli erkekler daha yetkin olarak algılanır – örneğin siyasi seçimlerde.

Siyasi seçimler: derin erkek sesleri için avantaj

Kanadalı psikolog David Feinberg’in de gösterdiği gibi, düşük perdenin seçim kampanyalarında da avantajları vardır. Feinberg – şimdiye kadar tümü erkek olan – eski ABD Başkanlarının kayıtlarını öğrencilere dinletti. Sesleri, kısmen daha düşük, kısmen daha yüksek bir versiyonda duyulabilmesi için manipüle etti. Deneklerin çoğu, daha düşük sesli adayları daha baskın, daha zeki, daha çekici ve daha güvenilir olarak değerlendirdi ve üçte ikisinden fazlası oy verirken onları tercih etme eğilimindeydi. Ancak, konu bir laboratuvar deneyinde para bölüşmeye geldiğinde, kadın deneklerin daha yüksek bir sese güvenmeleri daha üstündü. Görünüşe göre derin bir sesi liderlikle ilişkilendirdiler, ancak işbirlikçi davranışla değil.

Bir erkek ve bir kadın aday karşılaşınca, durum yine farklı bir görünüm alıyor. ABD milletvekillerinin 2012 seçimlerinde temel kural, bir erkek bir kadın adaya karşı yarışırsa, daha yüksek frekanslı erkek sesleri daha başarılı olmasıydı. Kalın ses, sadece seçim kampanyası iki erkek aday arasında olduğunda, bir artı puan olabiliyor. Özellikle avantajlı: derin perdede sık sık değişen bir ses, çünkü bu sadece konuşmacıyı yetkin kılmakla kalmaz, aynı zamanda cana yakın ve coşkun yapar. (eli)

Çekiciliğe gelince, yargılar cinsiyete göre büyük farklılıklar gösteriyor. Kültürler arasında, kadınlar alçak sesleri erkekler için daha çekici bulurken, erkekler yüksek sesleri kadınlarda tercih etme eğilimindedir. Bu, evrim biyolojisi ile açıklanabilir: derin erkek sesleri, daha yüksek bir testosteron seviyesini gösterir. Bu da, hâkimiyet, vücut gücü ve sağlık gibi bir zamanlar avantajlı olan özelliklerle ilgilidir. Günümüz dünyasında, testosteronun artan aldatma gibi dezavantajları da olabilir.

Kadınlarda sesin yüksekliği östrojen seviyesinin bir göstergesi olarak kullanılabilir. Bu yumurta sıçramasına doğru artar ve aynı zamanda ses de yükselir. Yumurtlamadan sonra östrojen seviyesi tekrar düşer ve ses tekrar biraz daha kalınlaşır. Buna göre erkekler, yumurtlama döneminde olan kadınların seslerini daha çekici, ancak adet döneminde daha az çekici olarak değerlendirmektedir. Başka bir deyişle: erkeklerde düşük sesler ve kadınlarda yüksek sesler, beklenen bir üreme başarısına işaret eder.

Ses ve hale etkisi

Bir ses çekici geliyorsa, bununla genellikle güzel bir yüzle ilişkilendirilir. Ve sadece bu değil, çekici bir sese sahip olan herkese başka iyi nitelikler de atfedilir: güçlü ve kendine güvenen, zeki, cana yakın, duygusal açıdan istikrarlı ve sosyal açıdan yetkin olmak. Uzmanlar, diğer özellikler hakkında olumlu veya olumsuz bir yargının verildiği bir hale etkisinin bir biçimi olan “vokal çekicilik klişesinden” (vocal attractiveness stereotype) bahseder. Bir istisna hariç: erkek sesleri çok düşük veya kadın sesleri çok yüksek olduğunda; o sesler artık çoğu kulağa çekici gelmiyor.

Bu tür çağrışımlar elbette yanıltıcı olabilir. Yüksek sesle konuşan geniş omuzlu devler ve derin sesli minyon kadınlar var. Bu nedenle, bir sonraki tren yolculuğunda birisi yüksek sesle telefon ederse, etrafınıza bir bakın – ve şaşırın.

Nizamettin Karadaş

Kaynak: spektrum.de

Bedenin sinyalleri: Interosepsiyon – Vücudun içinden gelen sinyaller

Vücudun içinden gelen sinyaller[1]

Beyin, günün her saatinde organlardan ve vücudun diğer bölümlerinden mesajlar alır – çoğunlukla bunlar bizim bilincimize ulaşmaz. Anksiyete, yeme bozuklukları ve depresyon durumlarında ise bu özalgı sıklıkla bozulur.

 Interosepsiyon, kardiyorespiratuar sistem, gastrointestinal sistem, nosiseptif sistem, endokrin ve bağışıklık sistemleri gibi birçok farklı fizyolojik sistemde yer alır.

Aralık 1955’te “Brain” dergisinde sansasyonel bir makale yayınlandı. Kanadalı beyin cerrahı Wilder Penfield, bir meslektaşıyla epilepsi hastaları üzerinde yaptığı deneyleri anlatıyor. Hastalara riskli bir prosedür uygulandı: Kramp nöbetlerin kaynağı olan beyin bölgeleri kesilip çıkartıldı.

O dönemde beyindeki elektriksel uyarılar yardımıyla nöbetin odağını sınırlandırabilmek için operasyonlar kısmi anestezi altında yapılıyordu. Bu Penfield işine faydalı oldu: Etkilenenlerin çeşitli beyin yapılarının uyarılmasına nasıl tepki verdiğini son ayrıntısına kadar kaydetti. İçlerinden birinde tuhaf bir şey oldu: Ona yapılan uyarıda, ne vücudunun herhangi bir yerinin hareket etti ne herhangi bir yere dokunulma hissini duydu. Bunun yerine, hastalar içlerindeki uyarımı hissettiler. Bazıları karınlarında garip hisler veya cızırtılı bir mide olduğunu bildirdi; bazıları baş dönmesi veya mide bulantısı hissetti ve yine bazılarında bağırsak krampları veya gaz vardı.

Penfield tarafından uyarılan bölgeye İngilizce’de »insula« denir: ada kabuğu. Şakakların altında yer alır ve kısmen serebral kortekste bir katlamanın içinde gizlenir. Yapı, iki avroluk bir madeni paranın boyunu geçmez ama bugün bildiğimiz gibi çok yönlü görevleri üstleniyor. Bunlardan biri vücudun içinden gelen sinyallerin işlenmesidir. Uzmanlar ayrıca Latince kökenli bir terim olan “interosepsiyon”dan da söz ederler: “inter”, “ortasında” anlamına gelir; “Recipere”, “almak” anlamına gelir.

“Interosepsiyon, onsuz yaşayamayacağımız çok temel bir süreçtir”
(Beate Herbert, psikolog)

Bu içsel algı son derece önemlidir. Acıktığımızda, enerji tedarikinin zamanıdır ve idrar kesesi doluysa tuvalet aramalıyız. Münih’teki Fresenius Üniversitesi’nde psikoloji profesörü ve Tübingen Üniversitesi’nde özel öğretim görevlisi olan bayan Beate Herbert, “İnteropepsiyon, onsuz yaşayamayacağımız çok temel bir süreçtir” diyor. İnsanlar tüm iç algılayıcı sinyallerin farkına varmazlar: örneğin, uykudayken veya bayılırken bile nefes alma büyük ölçüde otomatik olarak kontrol edilir. Beyin sapındaki sinir hücresi demetleri, bazıları kan damarlarında ve diğerleri beynin kendisinde bulunan vücuttaki çeşitli sensörlerden ölçülen değerleri sürekli olarak değerlendirir.

Interosepsiyon, vücudun işlevleri için ihtiyaç duyduğu fizyolojik çerçeveyi korumasına yardımcı olur. Temel olarak, bu 150 yıldır bilinmektedir. Bununla birlikte, bilim insanları uzun bir süre konuya çok az ilgi gösterdiler. Bu değişti: Son yirmi yıldır araştırmalar, yeme bozukluklarından otizme ve depresyona kadar vücut hissi ile bağlantılı olan git gide çoğalan çok şeyi ortaya çıkarıyor.

Bugün birçok araştırmacı, iç algının duygusal algı için bir ön koşul olduğuna ikna olmuş durumda. Duyguların fiziksel kökleri olduğu tezi, 1880 gibi erken bir tarihte ABD’li psikolog William James tarafından formüle edildi. Fiziksel değişiklikleri duygusal deneyimin sonucu olarak değil, onların nedeni olarak gördü: Boğazımızda bir yumru üzgün olduğumuz için belirmez, boğazımızda bir yumru olduğu için üzgün oluruz.

Portekizli sinirbilimci Antonio Damasio, 1990’larda Iowa Üniversitesi’nde bu teori üzerinde belirleyici ilerleme kaydetti. Damasio’ya göre, duygular her zaman fiziksel tepkilerle el ele gider. Her duygusal deneyimde – örneğin tehlikeli bir hayvanla karşılaştığımızda – beyindeki belirli yapılar aktif hale gelir, tehlike olduğunda mesela bu amigdaladır. O, hormonları salgılayarak ve sinir yolları aracılığıyla vücudun geri kalanını alarma geçirir: kalp daha hızlı atar, kaslar gerilir, kan şekeri salınır, kan pıhtılaşması artar. Duygular ancak bu fiziksel değişiklikleri algıladığımızda ortaya çıkar.

İç algının doğruluğu ölçülebilir

Bu doğruysa, deneyimin vücudun durumunu hissedebilmemiz önemlidir: Kalp şu anda ne kadar hızlı atıyor? Karnımızda ne hissediyoruz? Bugün biliyoruz ki, insanların bu tür yetileri çok farklı gelişmiştir. Psikolog Beate Herbert, “Bu bağlamda, algısal titizlikten veya algısal doğruluk kesinliğinden bahsediyoruz” diye açıklıyor. “Örneğin, deneklerden standart koşullar altında kalp atışlarına konsantre olmalarını ve nabzını dokunmadan saymalarını isteyerek bunu ölçebiliriz.” Diğer yöntemler, örneğin, açlık ve tokluk sinyallerinin algılanmasını tespit eder.

Yirmi yıl önce, New York Eyalet Üniversitesi’nden Stefan Wiens liderliğindeki bir ekip, çokça alıntı yapılan bir deneyde algı doğruluğu ile duygusal deneyim arasındaki bağlantıları araştırdı. Önce tarif edilen kalp atışı testi ile öğrencilerin iç algılarını ölçtüler. Ardından deneklere duygusal film klipleri gösterdiler. Algılama doğruluğu yüksek olan öğrenciler, diğerlerinden daha duygusal tepki verdiler. Altı çalışmadan elde edilen verileri birleştiren bir depresyon araştırması buna uyuyor. Bundan dolayı depresif insanlar genellikle bedenleri hakkında yeterli kesinlikte iç algıya sahip değiller. İç algıları ne kadar zayıfsa, olumlu duyguları da o kadar zayıf algılarlar ve karar vermekte o kadar zorlanırlar.

İçgüdü hissi size nereye gideceğinizi söyler

Beate Herbert, “Fiziksel geri bildirimlerimiz olmadan birçok durumda yeterli şekilde davranamazdık” diyor. Küçük yaşlardan itibaren, tehdit edildince ellerimizin terlediğini ve kalplerimizin boyunlarımıza kadar çarptığını öğreniriz. Antonio Damasio ayrıca bu semptomları “somatik belirteçler” olarak adlandırıyor. Onlar karmaşık durumlarda doğru kararı vermemize yardımcı olurlar: Nabız hızlanıyor mu? Burada tehlike var, yani buradan bir an önce uzaklaş. İçgüdü hissi size bilinçli düşünmeye gerek kalmadan gideceğiniz yönü söyler.

Artık birçok araştırmacı, beynin sürekli olarak iç ve dış uyaranları karşılaştırdığını ve onlardan mevcut durum hakkında bir varsayım çıkardığını tahmin ediyor. Bu varsayım mutlaka doğru olması gerekmez. Belki de kalbiniz tehlikeden değil, merdivenleri yeni çıktığınızdan dolayı çarpıyor. Midede boşluk hissetmek, birinin aç olduğu veya kişinin gergin olduğu anlamına da gelebilir. Bir noktada beyin doğru olup olmadığını anlar. Yanıldıysa, hipotezi, hatanın gelecekte tekrarlanmaması için ayarlar.

Bu teori, İngilizce orijinalinde »predictive coding« adı altında tanınmaktadır: »öngörücü kodlama«. İnsan beyni, yüz binlerce fotoğrafla beslenen ve daha sonra yeni görüntülerde dört ayaklı bir şeyin masa mı yoksa kedi mi olduğunu tanıyan öğrenebilen bir yazılıma benzer şekilde çalışır. Ne kadar hatasız çalışırsa – öngörü hatası ne kadar küçükse – o kadar iyidir.

“Panik bozukluğu olan insanlar, potansiyel olarak korku tetikleyebilecek fiziksel uyaranlara karşı özellikle hassastır.”
(Thomas Forkmann, psikolog)

Fiziksel sinyallerin yanlış yorumlanmasının hangi sonuçları ortaya çıkarabileceği, örneğin panik bozukluğunda görülebilir. Duisburg-Essen Üniversitesi Klinik Psikoloji Profesörü Thomas Forkmann, “Etkilenenler fiziksel bir değişiklik algılar – kalp atış hızında bir artış, uzuvlarda karıncalanma hissi – ancak bunun için makul bir açıklama bulamazlar” diye açıklıyor. “Daha sonra bunu tehdit edici bir fiziksel problemin göstergesi olarak yorumlarlar. Bu bir kısır döngünün başlangıcıdır: korkarlar, kalpleri daha da hızlı atar, midelerine kramplar girer, terlemeye başlarlar. Bütün bunlar, bir şeylerin yanlış olduğuna dair ilk değerlendirmelerini destekler.”

Tepki hızla panik atağına doğru yükseliyor. Forkmann, “Bu o kadar rahatsız edici ki, etkilenenler gelecekte vücutlarını daha yakından dinlemeye başlıyorlar ve bu da başka bir atak riskini artırıyor” diyor. Ancak, panik bozukluğu olan kişilerin genel olarak çok iyi iç algılama yetisine sahip olduğu anlamına gelmiyor. “Muhtemelen korku tetikleyebilecek fiziksel uyaranlara aşırı duyarlılık ile tepki verirler.” Bilişsel davranış tedavisinde, muzdaripler içsel sinyallerin yanlış yorumlanmasını düzeltmeyi öğrenirler – örneğin, artık saldırılardan kaçınmayarak, ancak dikkatleri dağılmadan olmalarına izin vererek. Forkmann, “Duyumlar rahatsız edici olsalar da tehlikeli olmadığını öğreniyorlar” diye açıklıyor.

“İç algı testlerinde başarısız olan ve hala vücutlarını doğru hissettiklerine kesinlikle ikna olmuş insanlar var.”
(Beate Herbert, psikolog)

Interosepsiyon farklı yönlere sahiptir. Doğruluk bunlardan biridir; örneğin kalp atışı testleri veya midedeki dolgunluk hissini manipüle eden yöntemlerle objektif olarak ölçülebilir. Bunun haricinde bir de içsel farkındalık vardır: Vücudumuzdan gelen sinyalleri almakta ne kadar iyi olduğumuza dair bir fikre sahip olmak. Bazen gerçeklikten önemli ölçüde uzaktır: Beate Herbert, “İç algı testlerinde başarısız olan ve vücutlarını doğru bir şekilde hissedebileceklerine hala kesin olarak ikna olmuş insanlar var” diyor. Öznel ve nesnel iç algılama arasındaki bu tutarsızlık, tahmin hatası için bir tür ölçüdür: Vücudumuzda bir şeyi algıladığımıza inanırız, ama bu şekilde mevcut olmayan bir şeydir.

Buna ek olarak, insanlar algılanan vücut sinyallerini duygusal olarak nasıl değerlendirdikleri konusunda farklılık gösterirler, örneğin kişinin her mide krampına korku ile tepki göstermesi göstermemesi veya fazla etkilenmeden sadece fark etmesi gibi. İç algı bozuklukları her türlü boyutu etkileyebilir. Beate Herbert, “Bu yönlerin farklı akıl hastalıklarında nasıl etkileştiği henüz tam olarak bilinmiyor” diyor. “Şu anki araştırmaların konusu budur.”

Nazik masajlar iç algıyı iyileştirir

Ancak, bazı bağlantılar bilinmektedir. Örneğin aşırı kilolu insanlar, midelerinin gerilme durumunu genellikle doğru algılamazlar ve kısıtlanmış tokluk hissine sahiptirler. Anoreksiyada da, algılama doğruluğu azalır. Herbert, “İnteroseptif sinyallerin çok olumsuz duygusal değerlendirmesi, etkilenenlerde özellikle belirgindir” diyor. “Bu, vücutlarını ve onun ihtiyaçlarını reddettikleri anlamına gelir.” Bu değişikliklerin hastalığın nedeni mi yoksa sonucu mu olduğu hala belirsizdir.

Araştırmacılar artık zihinsel bozukluklarda hedefe yönelik bir şekilde iç algılama yeteneklerini normalleştirmeye çalışıyorlar, örneğin farkındalık meditasyonu veya beyindeki iç algı ağlarını etkiliyen vagus sinirinin uyarılması yoluyla. Derideki belirli sinir liflerini, CT afferentlerini uyaran özel masajlar da umut vericidir. Onlara okşama sensörleri de diyebiliriz.

Ravensburg-Weingarten Uygulamalı Bilimler Üniversitesi’nden sağlık bilimcisi Michael Eggart, bu sensörlerin “özellikle cilde çok nazik, yavaş dokunuşlara” tepki verdiğini açıklıyor. “Araştırmalar, onları uyarmak için özel olarak geliştirilen masajların, depresyondaki kaygı ve depresif semptomları etkili bir şekilde giderebileceğini gösteriyor. Bunun nasıl olduğu hala beli değil. Ancak, hafif masajın insula’nın işlevini ve bununla birlikte interoseptif uyaranların işlenmesini normalleştirmesi gayet mümkün, diyor Eggart. Bu da vücut farkındalığını artırabilir.

Dokunmaların aslında dışsal, yani eksteroseptif, uyaran olduğu kabul edilir. Ancak CT afferentleri, Wilder Penfield’in epileptik hastalarda incelediği ve vücudun içinden gelen sinyalleri işleyen beyin yapısı olan insular korteksin belirli alanlarını çok etkili bir şekilde faaliyete geçiriyor. Onun çalışmaları şimdi yaklaşık 65 yılı geride bıraktı. Ancak, insula’nın fiziksel ve zihinsel sağlık için önemini araştırmacılar yavaş yavaş anlamaya başlıyorlar.

Nizamettin Karadaş

Kaynak: spektrum.de

[1] İnteroception, iç organlarımızın açlık veya susuzluk gibi ne hissettiğini anlayan dahili duyudur. Bu duyumuz vücudumuz içerisinde neler olup bittiğini hissetmemize yardımcı olur. Derin bir duyu sistemidir. Her bireyde farklılık gösterebilir. Özellikle otizmli bireylerde önemli farklılıklar vardır. Farkındalıkları daha azdır. Örnek verecek olursak; ağzımızın kuruduğunu, kalp atış hızımızı, midemizin guruldadığını, kaslarımızın ağrısını hissetmemizi sağlayan interosepsiyon duyumuzdur. Net olmayan duyusal girdi, ne hissettiğinizi tanımlamakta sorunlar oluşturur.

 

Bedenin sinyalleri: Vücut kokusu

Burada tehlike kokusu var

Tehditler koklanabiliyor; aynı köpek kakası, bozulmuş yiyecek, korku veya hastalık gibi. Bu felakete karşı koruyabilir. Ama bir kokuyu sevip sevmediğiniz ise öğrenilmiştir.

Kızıl hastalarının nefesi küflü kokar, kolera hastalarının dışkısı tatlı; Tifüste vücut kokusu fırından yeni çıkmış ekmeği, sarı humma ise eti andırır. Doktorlar, bazı hastalıklar kendini karakteristik kokularla belli ettiğini uzun zamandır biliyorlar. Bu tür buharlaşmalar, teşhis amaçlı bile kullanılabiliyor. Korona pandemisinin başlangıcından kısa bir süre sonra araştırmacılar, köpek burunlarını hızlı test olarak kullanma fikrini ortaya attılar. Hannover Veterinerlik Üniversitesi tarafından yapılan bir çalışmada, Covid hastalığı kokusu için eğitilmiş köpekler, virüs bulaşmış tükürük örneklerinin yüzde 82’sinden fazlasını tanımlayabildi.

Birçok hayvan hasta türdeşlerini kokularından tanır ve sonra onlardan kaçınır. Kanadalı psikolog Mark Schaller, bunun gibi davranışlar için “davranışsal bağışıklık sistemi” terimini kullandı. Ona göre, virüslere, bakterilere ve parazitlere karşı önemli bir ilk savunma hattıdır: Mesafeyi koruyanların kendilerine bulaşma riski daha azdır.

Ama bu insanlarda da var mı? Stockholm’deki Karolinska Enstitüsü’nden İsveçli bir araştırma grubu, bu soruya lipopolisakkarit (LPS) adı verilen bir madde yardımıyla cevap vermek istedi. Sekiz sağlıklı gönüllünün damarlarına enjeksiyon yoluyla bu bileşikten gramın 50 milyarda biri verildi.

Denekler kendilerini deney için iyi hazırlamışlardı: Uzun süre uyumuş, duş almış ve kokusuz sıvı sabunla kendilerini iyice temizlemişlerdi. Sonra yeni, dar tişörtler giydiler. LPS verildikten tam dört saat sonra tişörtleri iade etmek zorunda kaldılar. Koltuk altlı kısmındaki kumaş parçaları kesilerek plastik şişelere konuldu. Prosedür dört hafta sonra ikinci kez gerçekleşti. Ancak bu sefer şırınga bir tuz solüsyonu, yani bir plasebo içeriyordu. Bazı deneklerde sıra tersineydi; onlar önce tuzlu su enjeksiyonunu ve dört hafta sonra LPS’yi aldılar.

LPS enjeksiyonundan dört saat sonra, deneklerin vücut ısısı iyi bir derece arttı. İsveçli sinirbilimci Mats Olsson’un etrafındaki ekip başka bir şey beklemiyordu: LPS, bakteri hücre duvarlarının bir bileşenidir, bağışıklık sistemini uyarır ve inflamatuar habercisi olan sitokinlerin üretimini tetikler. Mağdurlar ateşlenir ve kendilerini hasta hissederler. Ancak akut inflamatuar tepkisi vücut kokusunu da belirgin şekilde değiştirir mi?

Vücut kokusu hastalıkları açığa çıkarır

40 öğrenci koku testini tamamladı. Şişeleri kokladılar ve kokuyu ne kadar hoş ya da rahatsız edici bulduklarını söylediler. Kumaş örneklerinin yarısı plasebo deneylerinden geldi. Öğrenciler, enfekte olan LPS’den gelen kokuları, tuz grubuna kıyasla önemli ölçüde daha rahatsız edici olarak değerlendirdiler: Görünüşe göre, enfeksiyondan dört saat sonra bile hastalığın kokusunu alabiliyorlardı. Çalışma grubu tarafından devamında yapılan diğer çalışmalar bu gözlemi doğrulamaktadır. Ancak bulunan etkiler küçüktür; Bu nedenle, onları kesin olarak belirlemeden önce deneyin başka laboratuvarlardan tekrar edilmesini gerekli görüyorum” diyor Mats Olsson.

Hasta insanların vücut kokusunun davranışları da etkileyip etkilemediğini ve böylece başkalarını enfeksiyondan koruyup koruyamayacağı konusunda bugüne kadar çok az araştırma yapılmıştır. Deneyler, denekler portre fotoğraflarına bakarken aynı anda enfeksiyonlu kişilerin kokusunu almaları durumunda resimdekileri daha az sempatik bulduklarını gösteriyor. Olsson grubunda doktora sonrası araştırmacı olarak bu konuda araştırma yapan nörobilimci ve psikoterapist Christina Regenbogen, “Ama birini daha az seviyorsam, bu mutlaka ondan kaçınacağım anlamına gelmez” diye açıklıyor. “O zaman, deneklerimizin söz konusu kişiye yaklaşmaya veya ondan uzaklaşmaya bir joystick ile karar vermelerini düşünmüştük. Bu fikri henüz hayata geçirmedik.”

Sinirbilimciye göre, hayvanların davranışsal bağışıklık sistemi üzerindeki sonuçlar basitçe insanlara aktarılamaz. “Böyle bir kaçınma davranışının aslında içimizde var olduğunu varsayıyorum” diyor. “Ancak sosyal varlıklar olarak, hasta insanlara yardım etme dürtüsünü de hissediyoruz, özellikle bir aile üyesi, bir arkadaş ya da çekirdek grubumuzdan bir başka kişi söz konusu ise. Hastalıklardan kaçınmak, hayatta kalmak için iyidir. Ama muhtemelen akrabalar için çaba göstermek de.”

Mikropların yeni kurbanları daha kolay bulabilmeleri için vücut kokusunu kendi lehlerine yönlendirmeleri de düşünülebilir. Sıtmanın etken maddesi olan Plasmodium falciparum’daki gözlemler bunu göstermektedir. Ancak tek hücreli parazit, sağlıklı insanların hastaya yaklaşmasını sağlamaz. Bu zaten pek mantıklı olmazdı: Sıtma plazmodisi insandan insana bulaşmaz, bunun yerine ara konak olarak sivrisineklere ihtiyaç duyar. Etkili bir şekilde yayılmak için, enfekte kişilerin mümkün olduğunca sık sokulmasını sağlamalıdırlar.

Mikroplar sivrisinekleri şaşırtıyor

Görünen o ki, tam olarak bunu yapıyorlar: Bir deneyde, sıtma hastası çocukların tenine, sağlıklı yaşıtlarından iki kat daha fazla sivrisinek kondu. Başarılı tedaviden sonra bu fark ortadan kalktı. Takip çalışmaları, tek hücreli parazitlerin insanların terini sivrisinekleri çekecek şekilde değiştirdiğini gösteriyor. Araştırmacılar sorumlu kimyasal bileşenleri bile belirleyebildiler. Sağlıklı insanların çoraplarına bu kimyasalı sürüldüğünde, çoraplar sinir bozucu sivrisinekler için çok daha çekici oldular.

Bununla birlikte, patojenlerin de insanları benzer şekilde manipüle ettiği dair bilgi yoktur. “Bizim, birbirimizi öpmek isteyeceğimiz kadar, pişmiş elma gibi kokmamızı sağlayan bir virüs mü yani? Böyle bir şey hiç duymadım” diyor Jena Üniversitesi’nde klinik psikoloji profesörü Ilona Croy. Bu düşünülebilir olsa bile. Bir kokuyu sevip sevmediğimiz kısmen öğrenilmiştir. “Bir kokuyu olumsuz bir şeyle, örneğin ciddi bir hastalıkla ilişkilendirdiğimiz anda, bizim için rahatsız edici hale geliyor ve hatta itici tesiri oluyor.”

Bir zıt bağışıklık repertuarı çekici olur

Croy’un ve başkalarının araştırmaları sayesinde, bu arada başka bir tez az çok çürütüldü: İnsanın koku alma duyusunun eş seçiminde rol oynaması.

Bir süredir zoologlar, birçok hayvanın bir eş aramak için burunlarını da kullandığını biliyorlar. Bunun olası bir nedeni: Hayvanlar, virüsler ve bakteriler gibi patojenleri tanımak için özel alıcılara sahiptir. Onların yapım talimatları MHC genlerinde yazılıdır. MHC, “major histocompatibility complex” (ana doku uyumluluk kompleksi) anlamına gelir.

Mümkün olduğu kadar çok farklı MHC genine sahip olmak, çok çeşitli mikroplara karşı koruma sağladığından hayat kurtarıcı bir fayda sağlayabilir. Bu nedenle hayvanlar, yavrularına mümkün olan en geniş bağışıklık repertuarını vermek için kendilerinden farklı MHC genleri taşıyan cinsel eşler aramayı tercih ederler. Ve bu eşleri koku duyularıyla bulurlar.

Uzun süre bunun insanlarda benzer şekilde olduğu düşünüldü. Çünkü burun aynı zamanda, muadilimizin immünolojik donanımı hakkında da bize önemli bilgiler sağlıyor gibi görünüyor. İnsanlarda, karşılık gelen genetik yapı MHC kısaltmasına değil, HLA’ya (insan lökosit antijenleri) sahiptir. Araştırmalar, kadınların – en azından kimyasal doğum kontrol ürünleri  kullanmayanların – HLA genleri kendilerinden farklı olan erkeklerin kokusunu daha çekici bulduklarını göstermiştir. Benzer bir şey erkekler için de bulundu.

“Eşleri benzer bağışıklık genlerine sahip kadınların aldatma olasılığı daha yüksektir”

Croy, “Ancak, etkiler küçük” diyor. “Ayrıca, mevcut toplumumuzda cinsel bir eş seçmek için pek alakalı değiller gibi görünüyor.” 2017’de yapılan geniş çaplı bir analiz bu değerlendirmeyi destekledi. Bunun nedeni toplumsal gelişmede olabilir: Geçmişte insanlar küçük gruplar halinde birlikte yaşarlardı; eş seçimi sınırlıydı ve genetik benzerlikleri nispeten yüksekti. Bugün durum farklı, en azından iyi karışık batı toplumlarında, diyor Croy. “Çok benzer bağışıklık genlerine sahip biriyle tanışma olasılığı düşük.”

Başka bir deyişle, genetik farklılıklar genellikle herhangi bir yavruyu mikrobiyal tehditlere karşı yeterili donanımı vermek için yeterlidir. Bu nedenle, bir eş ararken bu faktör önemini kaybediyor. Croy ve meslektaşları yakın zamanda Almanya’dan 3.500’den fazla evli çifti genetik açıdan incelediler. “Çalışmamızda cevap tek yönlü: HLA genleri kiminle evleneceğimizi etkilemiyor” diyor.

Buna rağmen, bir bakımdan HLA genlerinin bir etkisi olduğu görülmektedir; zira ilişkideki cinsel memnuniyet üzerinde. Kendi bildirimlerine göre, HLA benzeri bir eşi olan kadınlar daha sık eşlerini aldatıyorlar. Croy, “Birkaç yıl önce, kendi analizimizde çok benzer sonuçlara ulaştık” diyor. “Tersine, HLA genlerinde kendilerinden farklı olan eşleri olan kadınlar, bu erkeklerden çocuk sahibi olmak istediklerini daha sık bildirdiler.”

Potansiyel tehlikeler söz konusu olduğunda burnumuz bize iyi bir hizmet veriyor. Çevremizdeki insanların terlerindeki bilinçaltı korku sinyalleri, algı ve davranışları ölçülebilir şekilde değiştirebilir. Korkulu yüzler daha çok göze çarpar. Bir anlamda beyin olası bir tehdidi arar, olası riskleri daha çabuk tanır ve gerektiğinde bunlara tepki verebilir.

Korku teri şüphelendiriyor

Düsseldorf Üniversitesi’nden psikolog Bettina Pause ve meslektaşı Lukas Meister yakın zamanda bunu daha yakından araştırdı. Çalışmalarında, erkeklere izleyicilerin önünde sahte bir iş başvuru mülakatı ve ardından zor bir bilgi testi yaptırdılar – başka bir deyişle, genelde korku tetikleyen durumlar. Birkaç gün sonra denekleri bir ergometrede (antrenman bisikletinde) terlettiler. Her iki ortamda da, deneklerin terlerini tutabilmek üzere, koltuk altı bölgesine pamuklu petler dikilmiş tişörtler giydiler.

Daha sonra Pause ve Meister, 60 kadından Güven Oyunu adı verilen bir davranış deneyine katılmalarını istedi. Bununla, deneklerin asla göremeyecekleri bir takım arkadaşına ne kadar güvendikleri ölçülebiliyor. İfadelerin değerini artırmak için ölçülen güvenin konusu gerçek paraydı. Düsseldorf araştırmasında, katılımcıların burnuna oyunun bazı turlarında sınav ortamından korku terinin, bazılarında ise spor terinin kokusu esti.

İlk durumda, takım arkadaşlarına ikinciden önemli ölçüde daha az para emanet ettiler ve risk alma istekleri de azaldı. Korku terini koklamak kadınları daha şüpheci ve temkinli yapıyor gibi görünüyor; muhtemelen tehlikeli bir duruma işaret ettiği için. Bu sayede burun, risklerden kaçınmalarına yardımcı oluyor.

Araştırmalar bu sinyaller ve etkileri hakkında yeterince bilgi sahibi olmasa da, koku alma duyumuz bizi birçok tehlikeden koruyor gibi görünüyor.

Nizamettin Karadaş

Kaynak: spektrum.de

Bedenin sinyalleri: Beden dili – Jestler ne anlatıyor

Takım toplantısı: bir meslektaş başını kaşıyor, bir diğeri sürekli ayaklarını sallıyor ve bir meslektaş düşünceli bir şekilde bir tutam saçı parmağının etrafında kıvırıyor. İster el ile ister ayakla: Çoğu durumda bu tür hareketler tamamen bilinçsiz gerçekleşiyor. Bu nedenle beden dili, konuşulan dilden daha gerçek, katkısız ve daha güvenilir olarak kabul edilir. Bu doğru mu? Ve jestler karşımızdaki kişi hakkında gerçekten neyi ortaya çıkarıyor?

Uzun bir süre beden dilinin sadece bir aksesuar olduğu düşünülüyordu. Chicago Üniversitesi’nden psikodilbilimci David McNeill, 1990’ların başında bunun iletişimin temel taşı olduğunu ilk fark edenlerden biriydi. Ona göre jestler “şekle dökülmüş düşünceler“di. Onlara çok dikkat eden, neredeyse kafaların içine bakabiliyor, diyerek “El ve Zihin” (Hand and Mind) adlı kitabında açıklıyor.

 

Ezberlenmiş beden dili geride kalıyor

Daha konuşmaya başlamadan bebekler jestlerle iletişim kurarlar. Tipik olarak, bir yaşında, çevrelerindeki şeylere işaret ederler. Atalarımızın kendilerini seslerle ifade etmeden önce jestleri kullanıp kullanmadıkları veya evrim sürecinde her iki iletişim biçiminin paralel olarak mı geliştiği henüz netlik kazanmamıştır. Öte yandan, kesin olan bir şey var: Uzun zamandır kendimizi sözlü olarak ifade edebiliyor olsak bile, el ve ayakla konuşmaya devam ediyoruz. Ve bunu kimse izlemese bile yapıyoruz, çünkü bu hareketler düşünmemize yardımcı oluyor.

Onlarla örneğin, bizim için neyin önemli olduğunu vurgularız. Mesela, politikacıların ateşli bir konuşma yaparken sıklıkla kullandıkları orkestra şefi çubuğu hareketi ile başparmak ve işaret parmağı bir halka oluşturur ve bir orkestra şefi gibi, konuşmacı görünmez çubuğu yukarı ve aşağı sallayarak söylenene bir ritim verir. Bu tür jestler ezberlenmiş ise, bunu çok çabuk fark ediyoruz. Yeteri kadar spontan görünmüyorlar ve söylenenlerin biraz gerisinde kalıyorlar.

“Jest hareketlerini kuzey Avrupalılar el bileklerinden, güney Avrupalılar ise daha çok omuz ve dirsekten yapıyorlar”
(Cornelia Müller, iletişim bilimcisi)

Güneyliler sözde “elleriyle çok konuşurlarmış”. Ama bu doğru değil: Almanlar ve güney Avrupalılar konuşurken aynı şekilde kıpırdanıyorlar. Temel fark: Frankfurt an der Oder’deki Viadrina Avrupa Üniversitesi’nden Cornelia Müller, “Güney Avrupalılar daha geniş jestler yapma eğilimindedir” diyor. Dil kullanımı ve çok modlu iletişim profesörü, Almanca ve İspanyolca konuşanların jestlerini mukayese etti: “Kuzey Avrupalılar bilekten, güney Avrupalılar ise omuz ve dirsekten hareket ederler.” Bu yüzden bu jestler vücuttan daha uzakta, kafa hizasında gerçekleşir. Almanlar ise daha temkinli bir şekilde göğüslerinin önünde el hareketlerini sunuyorlar.

Diğer kişi de jestleri etkiler. Bilinçaltında bazen sosyal bukalemunlar gibi davranırız: Karşımızdaki kişi bunu yaptığında biz de öne doğru eğiliriz ya da onlar gibi bacak bacak üstüne atarız. Birisi jestlerine ve duruşuna belirgin bir şekilde uyum sağlarsa, bu sempati gösterir.

Ancak beden dili bundan daha fazla çıkarımlara elverişlidir. Jest hareketleri diğer kişinin içinde neler olup bittiğini ortaya çıkarabilir. Birinin gergin, stresli veya mahcup olduğunun bir göstergesi kendiliğinden, bilinçsiz kendine dokunuşlardır. Boyuna, çeneye, buruna veya yanağa kısa süreli dokunma dürtüsünü bastırmak zordur.

Kendine dokunmak sakinleştirici bir etkiye sahiptir

Leipzig Üniversitesi’ndeki haptik araştırma laboratuvarından psikolog Martin Grunwald, bu dürtünün neden çoğunlukla stresli durumlarda ortaya çıktığını araştırdı. O ve ekibi, deneklere bir hafıza görevi verdi. Öğrendiklerini kafalarında tutmaya çalışırken, daha sık yüzlerine dokundular ve bilinçsiz dokunuştan önce ve sonra EEG’de ölçülen beyin dalgaları çok farklıydı. Martin Grunwald, “Bu değişiklikleri, kısa dokunma uyarısının, duygusal durumu ve işleyen hafızayı stabilize etmekten sorumlu olan beyin aktivitesini artırmasıyla açıklıyoruz” diyor. Bunun anlamı şudur: Kendi kendine dokunma, görünüşe göre sakinleşmeye ve konsantre olmaya yardımcı olur.

Jest hareketleri, karşımızdaki kişinin mevcut ruh hali için ipuçları sağlar. Ama aynı zamanda ne tür bir insan olduğunu da ortaya koyuyorlar mı? 2021’de yayınlanan bir meta-analiz bu soruyu ele aldı.

Münster Üniversitesi’nden psikolog Simon Breil liderliğindeki araştırma grubu, kişiliğin beş merkezi boyutu olan “Büyük Beş” üzerine anketlerle toplanan sözel olmayan sinyaller ve kişilik arasındaki bağlantı üzerine 32 çalışmayı analiz etti. Karaktere ek olarak, bazı araştırmalar zekâya da baktı. Beden diliyle ilgili olarak, bireysel çalışmalar el hareketleri, duruş, bacakların açıklığı ve adım uzunluğu gibi şeylere baktı. Büyük soru: Bunlar, karakteri yansıtıyor mu?

“Daha cana yakın ve sosyal olan ve başkalarına yaklaşmayı sevenler, daha fazla el kol hareketi yapma eğilimindedir.”
(Simon Breil, psikolog)

Kısa cevap: evet. Araştırmacılar, dışa dönük olma özelliği için en güçlü bağlamı buldular. Dışa dönük olarak kabul edilenler sıcak, girişken, iddialı, aktif, maceracı ve mutlu sayılır. Bu temasperver çağdaşları çok çabuk fark edebiliriz. Etkileyici yüz ifadelerine ek olarak, yüksek sesli konuşma bakımlı ve modaya uygun bir görünüm, karşısındakilere yönelik rahat bir tutum ve geniş alanlı jestler dışa dönüklüğü gösteriyordu.

Simon Breil, “Çılgınca elini kolunu sallayan herkes dışa dönük değildir” diyerek neticeyi netleştirdi. Ama baktığımız tüm karakter özellikleri arasında dışa dönüklük kendini en çok jestlerle gösterdi. Daha sosyal olan ve başkalarına yaklaşmaktan hoşlananlar, daha fazla el kol hareketi yapma eğilimindedirler. Genel olarak, kendilerine geniş yer verdiler ve ortalama olarak rahat ve açık bir beden dili sergilediler.

Diğer karakter özellikleri için daha az gösterge bulundu: daha uyumlu insanlar ortalama olarak biraz daha küçük adımlar attılar; titiz ve vicdanlı olanlar vücutlarına ve yüzlerine biraz daha az dokundu, daha geniş ve daha dik bir duruşa sahipti. İkincisi ayrıca yeni deneyimlere açıklık da sergiledi. Duygusal değişkenlik, içe dönük olmak benzer şekilde, daha sert (resmi) bir beden duruşa ve ara sıra sinirsel kıpırdamalara yansıdı.

Ancak, bulunan bağlantılar çok güçlü değildi. »Evet, kişiliğin yorumlanmasıyla ilgili olarak beden dilinin geçerliliğine dair göstergeler var. Ama çok çok düşük bir seviyedeler” diyor Uwe Kanning. Osnabrück Uygulamalı Bilimler Üniversitesi’nde ekonomi psikolojisi profesörüdür ve personel seçiminde bilimsel olmayan yöntemlerle eleştirel olarak ilgilenmektedir. Ona göre insanlar arasındaki kişilik farklılıklarının çok küçük bir kısmı beden dilinden tahmin edilebilir.

»Her bir beden dili unsuruna ayrı bakarsanız, yüzde sıfır ile beş arasında değişiyor. En yüksek bağlantılar dışa dönüklük için bulunmuştur. Örneğin zekâ için hiç bir belirti yoktur” diyor Kanning. “Genel bir tablo için çeşitli beden dili özelliklerini birleştirirseniz, sayı muhtemelen azami yüzde ona yükselecektir” diye tahmin ediyor. Tersinde, bu şu anlama gelir: karakter farklılıklarının yüzde 90’ı jestlerden okunamaz.

Beden dilinin önemi abartılıyor

Jestlerin en içtekini ifşa ettiği fikrinde kesinlikle bir doğruluk payı var ama beklendiği kadar da değil. Simon Breil, “İnsanlar beden dilinin önemini abartıyor” diyor. “Özellikle ilk izlenimde, kişi hakkında hiçbir şey bilmediğimizde, örneğin flört ederken veya iş başvuru sürecinde buna çok güveniyoruz.”

Ellerden ve ayaklardan gelen mesajlar, dilin de beyne ulaştığı yerde işlenir: superior temporal sulkusta – serebral korteksin yan bölgesinde bir oluk. Limbik sistemin bir parçası olan amigdala, sözel olmayan sinyallerin duygusal içeriğini analiz eder.

“Konuşurken çok el hareketi yapan insanlara olumlu özellikler atfetme eğilimindeyiz.”
(Simon Breil, psikolog)

Breil ve meslektaşları tarafından yapılan meta-analiz, gözlemcilerin, muhtemelen belirli bir karakter özelliğine işaret eden, sözel olmayan sinyalleri büyük ölçüde doğru yorumladığını gösterdi. Örneğin, cana yakın ve sosyal olmanın bir işareti olarak konuşurken birçok geniş kol hareketini fark ettiler. Ancak bu bağlantı, sezgisel olarak varsaydıklarından çok daha zayıftı. Görünüşe göre çoğu insan, vahşi hareketlerin çoğu kişide her zaman açık fikirlilik işareti olmadığının ve tersine, her salon aslanının elleri ve ayaklarıyla konuşmadığının farkında değil.

Başkalarından özellikle olumlu algılanan şey de analizden ortaya çıktı. Breil, “Konuşurken çok el hareketi yapan insanlara olumlu özellikler atfetme eğilimindeyiz” diyor. “Onların zeki ve dışadönük olduğunu düşünmeye meyilliyiz.” Buna karşılık, görünüşe göre geniş bir duruşu hâkimiyet işareti olarak değerlendiriyoruz ve kollarını kavuşturanlar bize nevrotik görünüyor – hâlbuki o kişi sadece üşüyor da olabilir. Yani jestler tek anlamlı bir gizli kod değildir. Ancak daha yakından incelendiğinde, söylenmemiş bazı duyguları açığa çıkarılabilir.

Nizamettin Karadaş

Kaynak: spektrum.de