Aylık arşivler: Ağustos 2020

Karadeniz’de doğal gaz, Dünyada lityumun önemi, Seller, Su baskınları, İklim değişiklikleri, Deprem ve İzmir, 30 Ağustos Zafer Bayramı…

Karadeniz’de doğal gaz
Son günlerde özellikle görsel medyada, en çok tartışılan konu; Karadeniz de sözde keşfedilen doğal gaz ile ilgili tartışmalar. Ve tanık oluyoruz ki pek çok uzman, 320 milyar m3’lük müjdenin anlamı olmadığı yorumlarını yapıyorlar.

Ben bu olaya başka gözle bakmak istiyorum Düşüncelerimi sizlerle paylaşayım.

Karadeniz’in ortasındaki gemide görevli gerçek emekçiler ki mutlaka bu tartışmaları televizyonlardan izliyorlardır. Çok zor koşullarda ailelerinden çok uzaklarda yaptıkları fedakârlıkların bir işe yaramadığını düşünüyorlarsa buna gerçekten çok üzülürüm. O gemideki gerçek emekçiler üzülmeyin; bu ülkede “emek en yüce değerdir” diyen pek çok yurttaşımız sizinle birliktedir.

Bende yaşamım boyunca hep sol siyasette görev yaptım. Ancak emekten yana olmanın bedelini hep ödedim. Yine de tekrarlıyorum emek en yüce değerdir.

Karadeniz adı çok eski eski dönemlerde eski Grek Uygarlığı tarafından Pontus olarak anılırdı. Pontus “Dost olmayan deniz demekti” şimdi o emekçilerimiz o denizin kara kışında o platformda o dost olmayan denizin azgın dalgaları ile baş başa kalacaklar.

Sayın cumhurbaşkanımızın doğal gaz bulduk tartışmalarına ben özünde kökten karşıyım. Öncelikle kömür ve daha sonra petrol ve doğal gaz olmak üzere bütün bu fosil kaynaklı yakıtların yerini yenilenebilir enerji kaynaklarının almasını savundum ve savunmaya devam edeceğim.

Dünyada lityumun önemi
Ben geçtiğimiz gün tüm ülke olarak sayın cumhurbaşkanının müjdesini beklerken her yorumcunun farklı bir beklentisi vardı. Gerçi müjdenin genellikle doğal gaz bulundu haberi çoktan yaygınlaşmıştı ama yine de farklı beklentiler vardı.

Bana, “Senin için müjde nedir?” diye soranlara ben “Türkiye de çok miktarda lityum bulunması” derdim.

Eskiden başta ABD haydut devlet olmak üzere hangi ülkede petrol varsa o ülkede mutlaka darbe yapılırdı. Bu nedenle şu yakıştırma çok kullanılırdı “Kan kokusu almış köpekbalığından daha tehlikeli olan petrol kokusu almış ABD emperyalizmidir.”

Artık doğal gaz ve petrolün modası yavaş yavaş geçiyor. Şimdi elektrikli arabaların bataryalarında kullanılan lityum için ilk darbe Bolivya’nın başkanı Evo Moralese yapıldı. Tabii ki ABD tarafından…

Şimdi Dünyamızın bilinen Lityum rezervlerini inceleyelim…


Ülke Rezerv (ton)
Bolivya 9.000.000
Şili 7.500.000
Çin 7.000.000
ABD 6.900.000
Arjantin 9.000.000
Avusturalya 2.000.000
Diğer ülkeler 5.500.000
ABD’li milyarder Elon Mask ABD’nin kendisine lityum için Bolivya’da darbe düzenlediğini iddia etti ve “Lityum için her ülkede darbe yapabiliriz” dedi. Daha sonra geri adım atmak zorunda kaldı!!! ve ihtiyacını Avustralya’dan karşıladığını itiraf etti.

Seller, Su baskınları, İklim değişiklikleri
Şimdi sizlerle yüz çok önemli bir ekonomistten dünya kamuoyunu uyaran mektubu paylaşmak istiyorum.

“Nobel ekonomi ödüllü Joseph E. Stiglitz eski BM sürdürebilirlik danışmanı Jeffrey Sachs kadar 100 ekonomist ortak bir mektuba imza attı. Mektup da şu görüşlere de yer verildi mahsul ve su kıtlığı orman yangınları, aşırı hava koşulları, zorunlu göç ve salgınlar gibi büyük ölçekli sorunlar ısınan dünyada daha hızla büyüyor.”

Bu çok önemli yazının tamamını derleyen Batuhan Sarıcan yazısından alabilirsiniz.

Bu görüşleri destekleyen bir yazıyı sizinle paylaşayım. Yazının başlığı şöyle: “Termometreler alarm veriyor.”

Temmuz ayı kuzey yarımküredeki en sıcak ay oldu. DMÖ (Dünya Meteoroloji Örgütü) başkanı Clare Nullis “Sibirya’nın Verkhoyansk 20 Haziran ayında 38 derece sıcaklık ölçüldüğünü” söyledi.

Ayrıca şu açıklama ya göz atalım “Artık geri dönüş yok iklim değişikliğine bağlı küresel ısınma özellikle buzullar üzerinde yıkıcı bir etkiye sahip ve bu buzulların erimesi dünya çapında milyonlarca insanı tehdit ediyor.”

Küresel ısınma ile ilgili, bir başka gelişme haberi ise Kaliforniya’dan geldi ormanları yıllardan beri yanıyor. ABD başkanı felaket bölgesi ilan etti.

Ancak Vali “İklim değişikliği ve küresel ısınmaya inanmayanlar buraya gelsinler” demişti. Ben de iki gün önce Giresun’umuzdaki büyük felaketi görenleri uyarıyorum. “Gelin iklim değişikliğinin sonuçlarına tanık olun ve daha sonra İzmir’imize gelin ve gittikçe artan kuraklığa tanık olun.”

İklim Değişikliği konusunda son sözlerim; ben bugüne kadar her zaman yenilenebilir enerji kaynaklarından yana oldum her zaman İsveçli iklim aktivistinin mücadelesini destekledim.

Yine son günlerde ülkemizdeki gerek görsel basın gerekse yazılı basında tartışılan konu, ABD başkan adayı Biden’in en etkili televizyonlarda yaptığı iki saat sürdüğü söylenen konuşması. Bu konuşmada ülkemize sadece iki dakika ayırmasını, Ortadoğu’nun bu çok önemli jeopolitiği olan ülkesini bu kadar önemsizleştirmesini kabul edemez.

Öncelikle onun uluslararası siyasette ki bilgisizliği ve de ilgisizliğini gösteriyor ayrıca yaptığı konuşmada biz diktatörlükleri desteklemiyoruz sözüne bu dünyada inanan olur mu? Sözde bu adam ABD siyasetinin en tecrübeli adamı olacak.

ABD’de dış politikayı başkanlar değil Pentagon belirler. Pentagon’un ise Türkiye gibi bir ülkeyi yok sayma lüksü hiç olmaz. Özellikle de Rusya ve Çin ile oldukça ilişkilerinin çok sorunlu olduğunu gözlemlediğimiz şu günlerde.

24 Nisan geldiğinde diğer başkanlar gibi büyük felaket diyecekler ama Türkleri soykırımcı olarak suçlayamayacaklar. Seçimleri kazanmak için Ermeni lobisine söz vermelerine rağmen Avrupa Birliği de her ne kadar Yunanistan’ı ve Güney Kıbrıs’ı alenen desteklese bile Türkiye’yi asla gözden çıkaramazlar.

Şimdi geriye sadece tüm siyaset uzmanların ortak görüşleri olan benimde aynen katıldığım Suriye ve
Mısır ile ilişkilerimizin düzeltilmesidir.

Deprem ve İzmir
Yazımı bugün sonlandırırken bütün gözler İstanbul’da beklenen büyük depreme yoğunlaşmış iken İzmir İnşaat Mühendisleri Oda başkanım Eylem Ulutaş kardeşim İzmir’e dikkatleri çekti. Çünkü İzmir de ciddi bir deprem kentidir. Kendisini içtenlikle kutluyorum. Önümüzdeki hafta kendisini destekleyecek yorumlarım olacak.

30 Ağustos Zafer Bayramı
Zafer Bayramını tüm bayraklarımızla kutluyoruz. İnancım o ki Muğla’dan Artvin’e, Edirne’den Urfa’ya ülkenin her köşesi ne şanlı bayraklarımızla donatılsın ve bu bayramı yok sayanlar utansınlar.

ÇOK ÖNEMLİ NOT: Sayın Osman Akbaşak son yıllardaki yazılarımı topladı. İlgilenen dostlarım şuradan ulaşabilirler:
http://www.osmanakbasak.com/Konuklarim/Orhan_Ayber/Orhan_Ayber_Yazilar.htm

Sultan Abdülhamit, Yoksullara Yiyecek ve Kışın Odun Kömür Dağıtırdı…

Sultan 2. Abdülhamit, yoksullara sürekli yardım ederdi.
Bu yardımlar yapılırken, sultanın adı özenle ön plana çıkarılırdı.
Bu yardımlara “Padişah Hediyesi” adı verilirdi.
Karşıtlarının “Baskıcı”, “Sansürcü”, “Despot” suçlamalarıyla yürüttüğü propagandaya karşı Abdülhamit, yoksullara yaptığı yardımlarla halkın sevgi ve desteğini kazanarak iktidarını güçlendirip sürdürebileceğine inanmıştı.
Abdülhamit, Yıldız Sarayı’nda kalırdı.
Padişahtan yardım dileyenler her gün dilekçelerini Yıldız Sarayı’na gönderirlerdi. Çok sayıdaki bu dilekçelerin hiçbirisini Abdülhamit cevapsız bırakmazdı.
Abdülhamit’ten yardım isteyenler yalnız İstanbul’da yaşayanlar değildi. Abdülhamit, ülkenin dört bir yanındaki fakirlere, yoksullara yardım elini uzatırdı. İhtiyacı olanlara maaş bağlanırdı.
Abdülhamit, özellikle İstanbul’da kış aylarında fakir halka padişah hediyesi olarak odun ve kömür dağıtırdı. Örneğin 1882 kışında ihtiyaç duyanlar arasında paylaştırılmak üzere yaklaşık 50 ton kömür satın alınarak dağıtılmıştı. Bunun karşılığı olan 15.330 kuruş ödeme, Abdülhamit’in özel hazinesinden karşılanmıştı.
Osmanlı’nın iki ayrı hazinesi bulunmaktaydı: Devlet Hazinesi ve Padişah Hazinesi.
Abdülhamit döneminde Devlet Hazinesi’nde para yoktu! Osmanlı, çoktan iflas bayrağını çekmişti! Ama Abdülhamit’in kendi hazinesi çok zengindi.
Abdülhamit’in yaptığı yardımların parası, Padişah Hazinesi’nden karşılanırdı.
Abdülhamit, bu büyük parasal gücünü gerek İstanbul’da gerekse taşrada özenle kullanırdı.
Abdülhamit, Padişah Hazinesi’nden tekke, dergâh ve zaviyelere önemli miktarda kaynak aktarırdı.
Abdülhamit, tarikat şeyhlerine de yardım ederdi. Belgeler arasında, Nakşibendi tarikatı şeyhlerinden Mehmet Sabah ve Musul’da Süleyman bin Sabah’a yardım gönderilmesini buyuran Abdülhamit’in telgrafları bulunmaktadır.
Ayrıca Abdülhamit her Cuma günü İstanbul’un çeşitli semtlerinde 21 baş kurban kestirerek etlerini o mahallede bulunan tekke ve zaviye sakinlerine ve mahallenin fakir halkına “padişah sadakası” olarak dağıttırırdı. Bu padişah sadakası haberleri gazetelerin cumartesi günü baskılarında düzenli bir şekilde yayınlanmıştır.
Abdülhamit; yoksullara, düşkünlere, güçsüzlere yaptığı yardımları kurumlaştırdı.
Üç kurum kurdu:
Darülaceze, yani Yoksullar Yurdu.
Hamidiye Etfal Hastanesi: Tıbbın en son gelişmeleri bu hastanede uygulandı.
Darülhayr-ı Âli: Yani, Yetimler Yurdu.Yaklaşık 400 Müslüman yetim çocuğu bu kurumda koruma altına alındı.
İstanbul’un bu üç kurumu, Abdülhamit’in adıyla özdeşleşti ve onun yoksul halkın koruyucusu olduğu fikrinin daha da güçlenmesine yardımcı oldu.
Abdülhamit, 27 Nisan 1909’da tahttan indirildi. Selanik’e götürüldü.
Abdülhamit’i tahttan indirenler, onun sosyal yardım ve sağlık hizmetleri alanındaki gelişmelere yönelik bir kötüleme kampanyası başlattılar.
Hamidiye Etfal Hastanesi’nin adını, Şişli Etfal Hastanesi’ne dönüştürdüler.
Yetimler Yurdu’nu kapattılar.
Darülaceze’nin kuruluşundaki asli rolü göz ardı ettiler.

Değerli Dostlar,
Buraya kadar vermiş olduğum bilgileri şöyle özetleyebilirim:
Abdülhamit, yoksulluğu kökünden ortandan kaldırmayı hiç
düşünmüyordu!
Abdülhamit’in kafasında bir “Refah Devleti” kurmak gibi bir düşünce hiç yoktu!
Tam tersine, Abdülhamit ülkede yoksulluğu azaltmak bile istemiyordu!
Abdülhamit’in istediği şuydu: Yoksullar, fakirler, düşkünler, güçsüzler, dullar ve yetimlerin ONUN ELİNDEN beslenmesi, onun elinden dağıtılan odun ve kömürle kışın ısınması, onun dağıttığı SADAKALARLA yaşamlarını sürdürmesiydi.
Böylece; yoksullar, fakirler, düşkünler, güçsüzler, dullar ve yetimler hep Abdülhamit’e minnettar olacaklar, hep onun eline bakacaklar, hep ona sevgi ve saygı gösterip bağlı kalacaklar, hep ona dua edeceklerdi.
Abdülhamit’in bu “YOKSULLUĞU SÜRDÜRME” politikası başarılı olmuş, halktan hemen hiç tepki görmeden 33 yıl tahtta kalmayı başarmıştı.

Değerli Dostlar,
Yukarıdaki bilgileri ve Abdülhamit’in gütmüş olduğu politikayı göz önünde tutarak günümüze gelelim.
AKP Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Osmanlı padişahlarını “Ecdadım” diye anar. Erdoğan, Osmanlı padişahı Abdülhamit’i kendisine “Rol Model” olarak almıştır.
Erdoğan, Mart 1994 Yerel Seçimlerinde Refah Partisi’nden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday oldu ve seçimi kazandı.
Erdoğan, Başkan seçilir seçilmez Abdülhamit’in “yoksullara, fakir fukaraya yardım” politikasını uygulamaya başladı. Bilgisayar kullanan yetenekli gençlerden kurduğu ekiplerle İstanbul’u mahalle mahalle, sokak sokak, ev ev taradı. Her evde yaşayanların tüm bilgileri bilgisayara işlendi. Böylece, İstanbul’un yoksul, fakir, düşkün, güçsüz, işsiz kişileri belirlenmiş oldu.
Erdoğan, harekete geçti. Saptanan fakir ailelere, dinci söylemlerin eşliğinde yiyecek dağıtmaya başladı. Bunu yıl boyu, yıllar boyu sürdürdü. Kış geldiğinde, yine adresleri tespit edilmiş yoksul hanelere çuval çuval kömür gönderdi. Bunu her kış sürdürdü. Tüm bu yardımları, dindar bir Müslüman olarak Allah adına yaptığı algısını yarattı.
Erdoğan, İstanbullu fakir fukaranın “KURTARICISI” oldu, onların sevgi, saygı ve sandık ortaya konduğunda da oylarını kazandı.
Erdoğan, başbakan olduktan sonra fakir fukaraya yardımları daha da genişletip Türkiye geneline yaydı.
Türkiye’nin 81 ilindeki “fukaralara”, Yeşil Kart dağıtımı başladı.
Yeşil Kart taşıyanlara, ayda 1.000 TL maaş bağlandı.
Yeşil Kart sahiplerine, devlet bütçesinden Süt Parası Yardımı yapıldı.
Yeşil Kart sahiplerine devlet bütçesinden, Çocuk Parası Yardımı yapıldı.
Yeşil Kart sahiplerine, devlet bütçesinden Gebelik Yardımı yapıldı.
Yeşil Kart sahiplerine Elektrik Yardımı yapıldı.
Yeşil Kart sahiplerine, düzenli Kömür ve Yakacak yardımı yapıldı.
Fakirlere yapılan tüm yardımlar, devlet bütçesinden karşılanıyordu, ama bu yardımları alanların kafalarına “YARDIMLARI RECEP TAYYİP ERDOĞAN YAPIYOR” algısı yerleştirildi.
Ortaya seçim sandığı geldiğinde, yardım alan fakir seçmenler oylarını elbette Erdoğan’a verdiler.
Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı oldu.
Değerli Dostlar,
Günümüzde Yeşil Kart sahibi yoksul sayısı 9 milyon 449 bin 734’dür.
Her haneden yalnız bir kişi Yeşil Kart sahibi olabilmektedir.
Bu demektir ki, Türkiye’de yaklaşık 10 milyon hane halkı, devletten aldıkları yardımlarla yaşamlarını sürdürmektedir.
Her hanede en az iki yetişkin, yeni seçmen bulunmaktadır.
Buna göre, devletten aldıkları yardımlarla yaşayan yaklaşık 10 milyon hanede yaklaşık 20 milyon seçmen yaşamaktadır.
Peki, seçim sandığı ortaya konulduğunda bu seçmenler kime oylarını vereceklerdir?
Hiç kukusuz, doğal olarak Recep Tayyip Erdoğan’a, yani AKP’ye vereceklerdir oylarını.
Ve, tam da öyle olmuştur.
24 Haziran 2018 Genel Seçimlerinde AKP, 21 milyon 335 bin 570 oy, yani tüm oyların yüzde 42.6’sını almıştır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın, Abdülhamit’ten örnek alarak uyguladığı “YOKSULLUĞU SÜRDÜRME” politikası 18 yıldır başarılı olmuştur!

Değerli Dostlar,
Günümüzde AKP’ye oy vermiş vatandaşları suçlayan, aşağılayıp hakaret edenler, toplumun kutuplaşmasından siyasal kazanç sağlayanlara uşaklık yaptıklarının acaba farkında mı?

Yılmaz Dikbaş
27 Ağustos 2020, Perşembe
0532 233 31 52

Ben bir şeye baktığımda ne olduğunu değil, ne olabileceğini görürüm!

 

Gerek özenli sinematografisi gerekse de etkileyici senaryosu ve başarılı kast seçimi ile dünyanın dört bir tarafında yaşayan milyonlarca izleyicisi tarafından büyük bir ilgiyle takip edilen ve bu hak edilmiş ilgi sayesinde de başta El-Patron lakaplı Pablo Escobar olmak üzere 80’li ve 90’lı yılların başında hüküm süren Latin Amerkalı uyuşturucu baronlarının hayatlarına ve onların yönettikleri kartellere karşı insanların merak duymalarını sağlayan efsane Narcos dizisi, 3. Sezon itibariyle Meksika topraklarına taşınmış, orada dönemin DEA ajanı Amerikalı Enrique “Kiki” Camarena’nın içerisinde Meksika derin devleti ile uyuşturucu baronu Felix Gallardo’nun yönettiği kartelin bulunduğu kanlı bir “konsorsiyum” tarafından önce kaçırılarak sonra da ağır işkencelere maruz bırakılarak katledilmesi ile noktalanan müthiş ama bir o kadar da hüzünlü bir serüvene yelken açmıştı.

Dizinin final bölümünde Camarena’nın ağır işkence altında sorgulandığı odaya giren Gallardo; “küçük bir yerden geliyorum. Eskiden polistim. Bir ailem vardı. Günü gününe yaşardım. Ödenecek faturalar, alınacak ilaçlar..Sanırım senin gibi. Ama bu duruma nasıl geldim biliyor musun? Ben bir şeye baktığımda ne olduğunu değil, ne olabileceğini görürüm. Bir şeye baktığımda nasıl son bulacağını görürüm!.” Diyerek o sırada her tarafı kan revan içerisinde olan Amerikalı ajanın konsorsiyumun istediklerini onlara vermemesi halinde hiçbir şekilde hayatta kalamayacağını zımnen de olsa birinci elden kendisine fısıldamıştı.

Yaşını başını fazlasıyla almış oldukça tecrübeli bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak tıpkı Gallardo gibi ben de bu ülkedeki bazı olaylara baktığım vakit, ne olduğunu değil; ne olabileceğini ya da nasıl son bulacağını aşağı yukarı kestirebiliyorum artık.

Giymiş olduğu asker üniforması ile hem devletini hem de son günlerde kendisi ile çıkan haberlerde sıklıkla rastladığımız üzere buram buram Türk İslam sentezi kokan o malum fotoğrafıyla cari iktidarı arkasına almasının derin özgüveni ile, kendisine içerisinde her türlü ahlaksızlığı kolayca yapabildiği, her nevi adi suçları özgürce işleyebildiği karanlık siperler kazarak orada daha hayatının ve hayallerinin başlama noktasında olan “çaresiz” bir genç kızı acımasızca, utanmazca, adice, şerefsizce istismar eden bir yaratığın, bir üretim artığının, bir döl israfının sırf bu ülkeye egemen olan ırksal, mezhepsel ya da ideolojik kıstaslara uyuyor ve bunun yanında mağdur uymuyor diye necip devletimiz tarafından resmi koruma altına alınacağını ve yaptıklarının bedelini asla ödemeyeceğini anlamak için öyle sıradan bir polislikle başladığı hayatını illegal yollardan kazandığı büyük paralarla renklendirmeyi başaran Gallardo gibi tehlikeli tecrübelere sahip olmaya gerek yok aslında. Bu lanet, bu iflah olmaz memlekette kimlerin kolayca mağdur edilebileceğini ve mağdur edenin devlet ve iktidar tarafından nasıl hukuki olarak koruma şemsiyesi altına alınacağını az biraz bilen, yaşayan, tanık olan tüm deneyimli yurttaşlar, bu vahim istismar olayının zaten bu şekilde son bulabileceğini kolaylıkla öngörmüşlerdir.

Dolayısıyla ben artık işin hukuki tarafında değilim. Yerli ve milli yeni Türkiye’nin yazılı olmayan yeni Anayasası gereği arkasında iktidarın kapı gibi durduğu hiç kimse, suçu ne olursa olsun, bu kirli düzende yargılanamıyor, yargılansa bile hüküm giymesi asla söz konusu olmuyor. Bir dönem ayakkabı kutularını “kasa” olarak kullanan baba-oğulların yargıdan nasıl kaçırıldıkları daha dün gibi aklımızda zira..

Ben işin daha çok ahlaki ve vicdani tarafındayım. Bu sefil yaratığı yıllarca evlat diye bağırlarına basmış bir ana babanın, oğullarının baş aktörü olduğu bütün bu utanmazlıklar silsilesi karşısında gösterecekleri, göstermeleri gereken tepkinin ne olacağındayım. Misal, hapisten yeni çıkmış “şehvet kurbanı” evlatları ile hangi yüzle bir kahvaltı sofrasında neşe içerisinde bir araya gelebilmişlerdir? Evladını soysuz bir kötülüğe kurban veren o acılı annenin döktüğü bütün o göz yaşları o sofranın konusu olabilmiş midir acaba? Hiçbir şey olmamış, yaşanmamış, bir insanın hayatı tümüyle karartılmamış gibi biten tabaklarını “yüzsüzlükleri” ile doldurmaları için birbirlerine uzatmışlar mıdır? ”Hep birlikte bir bardak da keyif çayı içer miyiz?” Diye toplu halde yılışmışlar mıdır acaba?

Eski bir yazımda, dinmez intikamlarla sulanmış bu yorgun topraklarda direnmeye çalışan Kürtlerin kaderinin tanrılara karşı suç işleyen ve bu yüzden de sonsuza kadar taş itmeye mahkum olan mitolojik kahraman “Sisypos” ile müthiş benzerlik gösterdiğini; kadim Kürtlerin bir yandan o malum taşı büyük bir öfkeyle ve inançla iterek tüm acılarını ve isyanlarını biz Türklerin asla ama asla sızamayacağı derin dehlizlerinde sakladıklarını, ancak öte taraftan da bu manasız, haksız mahkumiyetin bir gün son bulacağı umudu ile güzel, güneşli ve de özgür bir ülkede uyanacaklarına dair umutlarını inatla yeşertip hep canlı tuttuklarından bahsetmiştim. Artık bu fikirde değilim.

Kürtlerin bu haksız mahkumiyetlerinin bir gün son bulacağına dair derin dehlizlerinde sakladıkları başta “karşılıksız” çıkan umutları olmak üzere hiçbir şeylerinin kalmadığını düşünüyorum. Şu yaşanan resmi kepazeliklerden sonra artık iyiden iyiye belli oldu ki, sadece sonsuza kadar taş itmeye mahkum olan günümüzün Sisypos’ları Kürtler için değil; o lanet yaratıkla aynı ırka mensup olma talihsizliğini ve utancını iliklerine kadar hisseden biz Türkler için de güneşli, özgür bir ülkede uyanmak hiçbir zaman nasip olmayacak.

Çok üzgünüm.

Bir Tutam Şiir

Virane şimdi gönlüm!
Çocukluğumun yankılarını işitiyorum
Yıkılan hayallerimin arasından.
Oysa!
Bir an önce uçmayı hedeflemiştim
Bir kuş gibi gökyüzüne
Özgürlüğe kanat çırpmak için.
Bilemedim köhneleşmiş zamanın içinde
Avcıların cirit attığını.
Her gökyüzünü hedeflediğimde
Kanatlarımdan vurulacağımı…
Çocuğunu kaybetmiş anne feryadı yükseliyor şimdi
Yıkımların sürdüğü içimde.
Annesini bulmaya çalışan
Telaşlı bir çocuk büyüyor sanki içimde.
Arayışlarım var benim
Ve bir türlü bulamayışlarım
Ve çığlıklarım var
Bir türlü kimselere duyuramadığım…

Human 19!

 

Akciğerlerine tutunmaya talip olduğu canlılar arasında dil, din, ırk, millet, sınıf, ülke, ideoloji farkı göz etmemesiyle aslında tehlikeli olduğu kadar da son derece “demokrat(!)” ve “eşitlikçi(!)” bir virüs olduğu anlaşılan Covid 19 ile kıyaslandığında, her nevi adi ve tarihi ayrımcılığın süzgecinden geçirerek gözüne kestirdikleri “olağan şüpheli” avlarının sadece akciğerlerine değil, en kıymetlileri olan o pırıl pırıl evlatlarına, kıyıda köşede biriktirdikleri fakir umutlarına ve bütün bu dayanılmaz acılarla sınanan o çelikten sabırlarına ve iradelerine istiridye gibi utanmazca yapışarak ve hatta onları hoyratça sömürerek tümüyle yok eden yanı başımızdaki adına “insan” denilen Human 19 isimli lanet virüsün çok daha tehlikeli ve öldürücü olduğuna inanıyorum ben.

Zira son aylarda dünyayı bir kez daha kasıp kavuran Covid 19 isimli virüsün canlıları bahane ederek bir başka virüs türünün “mutasyon” başta olmak üzere hiçbir “biyolojik” hakkına musallat olduğu görülmemişken, Human 19 kod adlı bu lanet insan türünün türdeşlerine ait en temel yaşamsal ve hukuki haklarına böylesine taammüden, böylesine göstere göstere ve böylesine açık açık musallat olması insanoğlunu tehdit eden asıl büyük tehlikenin cari virüs salgını olmadığı; asıl öldürücü salgının giderek hayatımızın normali haline dönüşen ve başımıza gelen tüm kötülüklerin birer kaldıracı, çarpanı haline dönüşen ırkçılıkla gerdeğe girmiş mezhepçilik olduğu bir kez daha ve hatta binlerce kez daha ortaya çıkmıştır.

Ülke insanı dahil tüm dünya haklarının canlarının derdine düştükleri şu kaos dolu, korku dolu “coronavirüs” günlerinde, yüreği Türk parasıyla beş kuruş etmeyecek adi bir tecavüzcünün ancak sosyal medya “iteklemesiyle” cari iktidarın kendisi için hazırladığı resmi sığınaktan çıkarılarak yakalanmış olması ve hatta bazı devlet görevlilerinin de bu tutuklamadan rahatsız olduklarını gayet açık bir şekilde beyan etmeleri ilkesizliklerini, gaddarlıklarını ve ırkçılıklarını türlü olaylarla defalarca ispatlamış ve hatta ispatlamakla da kalmayarak yıllar boyunca üzerimize arsızca boca etmiş malum ve meşhur siyasal İslamcıların,”sinsilik” hususunda da Covid-19 virüsüne nal toplatacak kadar ışıltılı potansiyele ve hünere sahip olduklarını tüm yurt çapında sergilemelerine vesile olmuştur!.

Eminim ki Covid 19 dahil hiçbir öldürücü virüsün asla tenezzül dahi etmeyeceği kendi türüne karşı bu türden “kin ve nefrete” demir atılması; ne kadar mutasyona uğrarlarsa uğrasınlar bazı Human 19 isimli virüslerin bu ülkenin kadim haklarına karşı içlerindeki o tarihi kinlerini, nefretlerini ve elbette intikam hayallerini hiçbir şekilde yok edemediklerini, fırsatını her bulduklarında bu duygularını dindirmek, bu hesaplarını kapatmak uğruna nasıl da hoyratça davranabileceklerini ziyadesiyle ortaya koymuştur.

Devleti ve milleti ile “faşizm” durağına özenle ve hatta iflah olmaz bir inatla park ettiğimiz o puslu, o lanet 90’larda, haber bültenlerine Manisa’dan bir işkence haberi düşmüştü hatırlarsanız. Lise öğrencisi bir grup solcu genç sağa sola siyasi yazılar yazdıkları gerekçesiyle önce göz altına alınmışlar; daha sonra da tahammül edilemez işkencelere maruz bırakılarak genç yaşlarında devlet eliyle olgunlaştırılacakları hapishanelere kapatılmışlardı.

O çaresiz gençlerden birisinin annesinin, içerisinde evladının olduğu polis otobüsünün arkasından gözü yaşlı bir biçimde ”ama onlar daha çocuk!..” diye haykırışını uzun yıllar boyunca unutmadım biliyor musunuz? Tahmin edeceğiniz üzere hem kendisine hem de diğer çocukların ailelerine reva görülen bu alçaklığa karşı böyle direnmeyi seçmişti o yaralı anne. İşte kız çocuklarının acımasızca katledildiği ve bu çocukların hayatlarını perişan eden adi mikropların Human 19’lar tarafından özenle korunduğu şu lanet günlerde içimde yankılanan ses, ”ama onlar daha çocuk!” diye bağıran Manisalı anneyle, “çocuklarımı uzman çavuşlar gelip tecavüz etsinler diye mi büyüttüm?” Diye isyan eden o Batmanlı çilekeş anneye ait olacaktır ve korkarım ki bu haklı çığlıklar daha uzun yıllar boyunca benimle birlikte yaşayıp benimle birlikte yaşlanacaktır.

 

 

Dünya İnsanlık Kulübü (DİK)

Asıl virüs cehalet (Gerekmeyen şeyleri bilenler)

Ahmakların gücünü hafife almamak ve Aptallarla yaşamak!

“……öyle bir toplum oluşmuş ki ahmaklar iktidar belirleyebilen, modern toplumun kurallarını yıkabilen virüs bir yapı haline gelmiştir. Bu yapıyı ise siyasiler onlarca yıldır kullanmaktalar. Sayıları milyonları bulan bu tez konusu yapıyı kurtarmanın formülü de yoktur.”

En iyisi Mandıra Filozofu gibi insanlardan uzak bir dağ başında yaşamak. Şimdi merak ediyorum Robenson Curose isteseydi modern yaşamı bulamaz mıydı…

Çare; DÜNYA İNSANLIK KULÜBÜ gibi bir yapı ile bunlardan olabildiğince soyutlanmak.

Bundan önce profesyonel yaşamayı yazmış ve herkesin artık her konuda biraz bilgi sahibi olması gerektiği ve ilişkilerde mesafeli duruşun olumlu sonuçlar yaratacağını yazmıştım. Bunları tekrarlıyorum ancak; ahmakların gücünü hafife almamak ve Aptallarla yaşamak olgusunu ekleme gereği hissettim. Çünkü; bir eylemi ve davranışı uygulayabilmeniz için de o eylemin yerine getirilmesi gereken ortamın ve özelliklerinde oluşması gerekir. Siz profesyonel yaşamak için elinizden geleni yaparsınız ama öyle bir ortama denk gelirsiniz ki profesyonel yaşamayı isteseniz de yapamazsınız.

Profesyonel Yaşamak için size o ortamı sağlayacak kültür yapısı ve kişilerinde olması gerekir. Örneğin varoş bir mahallede elit tavırlar sergileyemez nezaketli davranışlarda bulunamazsınız. O mahallede birine beyefendi veya hanımefendi dediğiniz de kime diyor diye etrafına bakan çok sayıda insan bulabilirsiniz.

Onların hor gördüğümü hatta aşağıladığımı düşünenleriniz olabilir. Tam tersi onların çoğu bu toplumun emniyet sibobu, temizliğin, kirlenmemişliğin göstergeleridir. Sadece hayat onlara istediklerini vermemiş, onlarda barınmak, yemek,içmek vb içgüdüsel ve bedensel ihtiyaçlarının dışında bir şey vermemiştir. Onlar bunun dışındakiler nasıl alınır bilmedikleri için sistemin (Kapitalizmin) en iyi rol figüranları haline getirilmişlerdir. Zaman zaman onlara bir parmak bal misali (O da glikoz ya) iyileştirici şeyler verilmiş karşılığında kendisini aç bırakan sistemin devamını sağlayanlar için sürekli oy istenmiştir. Onlar da bu oyu onlara hep vermişlerdir.

İşte bu saf toplum çoğu zaman da profesyonel yaşamak isteyen insanların hayatlarını zorlaştıran eylem ve davranışlarda sergilemişlerdir. Bunlardan bir tanesi işsizlikle mücadele ettiklerini sanarak yaptıkları seyyar satıcılık. Artık her semte her saatte girebilen bir iş kolu olmuştur. Önceden bağırarak sattıkları ürünleri artık hoparlör kullanarak satmaya ve bu sesten birilerinin rahatsız olacağını düşünmemeye ve umursamamaya başlamışlardır. Bencil sadece satacağı malın parasını düşünen modern yaşamın kurallarından ve haklarından, yasalarından habersiz bir iş kolunun temsilcileri olmuşlardır. Sattığı ürün hakkında hiçbir bilgisi olmayan, sağlığa zararı ve faydası umurunda olmayan bu işi kolundan siyasiler oy rantı elde ettiği için onlara ciddi yaptırımlar uygulamamışlardır. Bu dünyanın her yerinde böyledir.

Bu insanların özelliklerinden biri de Roman Kültürüne dayalı davullu zurnalı sokakta pervasızca ve düşüncesizce düğün vb yapmalarıdır. Yasaları ve bu konuda Avrupa kurallarını umursamayan bu hedonist ve iç güdüleriyle yaşayan insanlara ne yazık ki tepki gösteren de yoktur. Hatta kadınlar nasıl oynuyor diye davetli olmadığı sokak düğününe gidip fermuarını gevşeterek izleyenler bile vardır.

Lafı nereye getireceğiz; öyle bir toplum oluşmuş ki ahmaklar iktidar belirleyebilen, modern toplumun kurallarını yıkabilen virüs bir yapı haline gelmiştir. Bu yapıyı ise siyasiler onlarca yıldır kullanmaktalar. Sayıları milyonları bulan bu tez konusu yapıyı kurtaranın formülü de yoktur. Eğitmek vb bunların hepsi süslenmiş popülist, realiteyle alakası olmayan söylemlerdir.

Bu yaşam biçiminin içinde yaşamak zorundaysanız ne yapacaksınız?. Sürpriz soru bu. Perakende bir konu olmamakla birlikte biraz anlatmaya çalışayım. Bunun için de örgütlü olmak, güvenilir insanların sayısını artıracak birleştiricilikler yapmak yani örgütlenmek gerekir. Örneğin DÜNYA İNSANLIK KULÜBÜ diye bir kulüp kurulabilir. Buraya seçkin, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan tam ayırabilen elite bir topluluk oluşturulabilir. Buradaki avukat, doktor, mekatronik mühendisi vb her meslek gurubu kendi içinde dayanışır, birbirini soymadan, bencillik ve güven hırsızlığı yapmadan birbirine sahip çıkabilir diye düşünüyorum. Bütün bunları ise oluşturulacak bir kulüp yönetimi ve komisyonlar belirleyebilir. Tıpkı lokal bir devlet gibi çalışılabilir.

Bu proje ilgi çekerse bunun alt yapısı oluşturulur, tüzüğü vb hazırlanır dernekleşerek bir sivil toplum kuruluşu haline sonrada vakıf haline gelebilir. Hayali olmayanın gerçeği olmayacağı gibi bunun gerçekleşmemesi içinde bir sebep yoktur. Sadece egolarımızdan ayrılıp birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için felsefesini hayata geçirelim.

Dünya İnsanlık Kulübü yani dik duran insanlar, eğilmeyenler kulübü gibi. Siyaset ve partilerle alakası olmayan bu yapı prensip sahibi insanlardan oluşacağı için önce Türkiye’de sonra dünyada yankı bulacağına eminim.

Proje ilgi görürse mevzuat, tüzük gibi yönetim tarzlarının eskizlerini hazırlayabiliriz. Bunun içinde bir komisyon gerekir tabii ki. Bu tür büyük projeler ben yaptım oldu mantığıyla olacak işler değildir. Ekip ve profesyonel çalışma ve beyinler gerektirir.



Hoşça kalın…

Gazeteci Yazar/Danışman Dursun Uzun

Yorum ve isteklerinizi dursunuzun33@hotmail.com veya http://gundemarşivi.com adreslerine yazabilirsiniz



Ahmakların Gücünü Hafife Almamak ve Aptallarla Yaşamak

(Gerekmeyen şeyleri bilenler)
Asıl virüs cehalet! 
Ahmakların gücünü hafife almamak ve Aptallarla yaşamak!

“……öyle bir toplum oluşmuş ki ahmaklar iktidar belirleyebilen, modern toplumun kurallarını yıkabilen virüs bir yapı haline gelmiştir. Bu yapıyı ise siyasiler onlarca yıldır kullanmaktalar. Sayıları milyonları bulan bu tez konusu yapıyı kurtaranın formülü de yoktur.”

En iyisi Mandıra Filozofu gibi insanlardan uzak bir dağ başında yaşamak. Şimdi merak ediyorum Robenson Cursose isteseydi modern yaşamı bulamaz mıydı…

Bundan önce profesyonel yaşamayı yazmış ve herkesin artık her konuda biraz bilgi sahibi olması gerektiği ve ilişkilerde mesafeli duruşun olumlu sonuçlar yaratacağını yazmıştım. Bunları tekrarlıyorum ancak; Ahmakların gücünü hafife almamak ve Aptallarla yaşamak olgusunu ekleme gereği hissettim. Çünkü; bir eylemi ve davranışı uygulayabilmeniz için de o eylemin yerine getirilmesi gereken ortamın ve özelliklerinde oluşması gerekir. Siz profesyonel yaşamak için elinizden geleni yaparsınız ama; öyle bir ortama denk gelirsiniz ki profesyonel yaşamayı isteseniz de yapamazsınız.

Profesyonel Yaşamak için size o ortamı sağlayacak kültür yapısı ve kişilerinde olması gerekir. Örneğin varoş bir mahallede elit tavırlar sergileyemez nezaketli davranışlarda bulunamazsınız. O mahallede birine beyefendi veya hanımefendi dediğiniz de kime diyor diye etrafına bakan çok sayıda insan bulabilirsiniz.

Onların hor gördüğümü hatta aşağıladığımı düşünenleriniz olabilir. Tam tersi onların çoğu bu toplumun emniyet sibobu, temizliğin, kirlenmemişliğin göstergeleridir. Sadece hayat onlara istediklerini vermemiş, onlarda barınmak, yemek,içmek vb içgüdüsel ve bedensel ihtiyaçlarının dışında bir şey vermemiştir. Onlar bunun dışındakiler nasıl alınır bilmedikleri için sistemin (Kapitalizmin) en iyi rol figüranları haline getirilmişlerdir. Zaman zaman onlara bir parmak bal misali (O da glikoz ya) iyileştirici şeyler verilmiş karşılığında kendisini aç bırakan sistemin devamını sağlayanlar için sürekli oy istenmiştir. Onlar da bu oyu onlara hep vermişlerdir.

İşte bu saf toplum, çoğu zaman da profesyonel yaşamak isteyen insanların hayatlarını zorlaştıran eylem davranışlarda sergilemişlerdir. Bunlardan bir tanesi işsizlikle mücadele ettiklerini sanarak yaptıkları seyyar satıcılık. Artık her semte her saatte girebilen bir iş kolu olmuştur. Önceden bağırarak sattıkları ürünleri artık hoparlör kullanarak satmaya ve bu sesten birilerinin rahatsız olacağını düşünmemeye ve umursamamaya başlamışlardır. Bencil sadece satacağı malın parasını düşünen modern yaşamın kurallarından ve haklarından, yasalarından habersiz bir iş kolunun temsilcileri olmuşlardır. Sattığı ürün hakkında hiçbir bilgisi olmayan, sağlığa zararı ve faydası umurunda olmayan bu işi kolundan siyasiler oy rantı elde ettiği için onlara ciddi yaptırımlar uygulamamışlardır. Bu dünyanın her yerinde böyledir.

Bu insanların özelliklerinden biri de Roman Kültürüne dayalı davullu zurnalı sokakta pervasızca ve düşüncesizce düğün vb yapmalarıdır. Yasaları ve bu konuda Avrupa kurallarını umursamayan bu hedonist ve iç güdüleriyle yaşayan insanlara ne yazık ki tepki gösteren de yoktur. Hatta kadınlar nasıl oynuyor diye davetli olmadığı sokak düğününe gidip fermuarını gevşeterek izleyenler bile vardır.

Lafı nereye getireceğiz; öyle bir toplum oluşmuş ki ahmaklar iktidar belirleyebilen, modern toplumun kurallarını yıkabilen virüs bir yapı haline gelmiştir. Bu yapıyı ise siyasiler onlarca yıldır kullanmaktalar. Sayıları milyonları bulan bu tez konusu yapıyı kurtaranın formülü de yoktur. Eğitmek vb bunların hepsi süslenmiş popülist, realiteyle alakası olmayan söylemlerdir.

En iyisi Mandıra Filozofu gibi insanlardan uzak bir dağ başında yaşamak. Şimdi merak ediyorum Robenson Curusoe isteseydi modern yaşamı bulamaz mıydı…

Hoşça kalın…



Gazeteci Yazar/Danışman Dursun Uzun

Yorum ve isteklerinizi dursunuzun33@hotmail.com veya http://gündemarşivi.com adreslerine yazabilirsiniz

Sizin hiç çocuğunuz oldu mu?

“Sizin hiç çocuğunuz oldu mu?

Benim oldu

Kör oldum.”

 

Gerçekten kör oldum. O günden sonra hiçbir şey görmez / göremez oldum. Çocuk henüz doğduğunda, daha vücudu hemşire tarafından yeni silindiği anda aldım çocuğu elime, minnacık, gözleri bile kapalı gibi, karnı kuş karnı gibi şişip, şişip iniyor, bacaklar çapraşık ve o haliyle yatırdım kolumun üzerine, çevreden, “kolundan aşağı düşer” demelerine aldırış dahi etmeden boyunu ölçtüm. Parmak ucu ve dirsek arası kadarcıktı. Bu ne böyle? Bu büyüyecek, devasa bir insan mı olacak? Hiç aklım almadı. Ses yok, kafa istemsizce sağa sola sallanıyor, sonra anlık bağırıyor; sanki kendi iç dünyasında birileriyle kavga yapıyordu…

 

Sıkı durun…  Bağırıyor, delleniyor ama sonra ansızın susuyordu. Bazen o sessizlik çok abartılıyordu. Ana veya bana olan herkes muhakkak yapmıştır, ben de yaptım: Derin derin uyurken yanına sessizce yaklaşıp, kulağımı kalbine götürüyorum. Soluk almıyorsa, o dakika kıyamet kopartacağım, fakat soluk alıyordu… O anda benim dudaklar yırtılırcasına kasılıyordu. Sessizden gülüşümün sesini çevremde duymayan kalmıyordu.

 

Defalarca, kaç gece, kaç gündüz… Kimselere görünmeden nefesini dinledim, kalbini inceledim ve soluk alış-verişini izledim, kaç zaman yaptım, bilinmez!  Bazen anlık ağlamasına huylandım, anında poposunu kokladım; aynen kokladım, hem de zevkle kokladım; altına pisledi mi diye mmmm diyerek çektim kokuyu… . Siz hiç popo kokladınız mı? Kendi çocuğunuzun bokunu koklamanın ne büyük bir haz, ne büyük bir mutluluk olduğunu ancak anne ve babalar bilir!

 

Ayaklarını feldir feldir oynatmasını, burnundan akanların silinmesini saymıyorum… Kucağıma işemesini de saymıyorum. Kendi çocuğunuzun yellenmesi, dünyanın henüz icat edilememiş parfümüdür. Yemin ederim ki, öyle bir parfüm icat edilemez! Çünkü en yoğun parfümde bile insan istemsizce geriye kaçar, fakat çocuğunun yellenmesine isteyerek koşar.

 

Bana göre ilk önce baba dedi, çünkü anne demedi. Annnn gibi bir ses çıkardı ama herkes onun anne olduğunu düşündü. Oysa çocuk o sesleri inlemeyle çıkardı. Zaten anne demesi için çocuğun Türkçe ses uyumunu bilmesi lazım; ana ise hiç demedi. Ama baaabbb sesi bilinçli çıkmıştı. Kimseyi inandıramamış olmamın bir değeri yok; ben böyle olduğuna inanıyorum.

 

Biz çocukken, altımız sürekli kuru olsun diye analarımız, uzak bayırdan tanelenmiş (toprak ve taş arası bir hal almış) toprak getirirdi, onula popomuzu sarardı. Ben büyük boy beş torba bayır toprağını sıçarak tüketmişim. “O topraklara ne oldu?” diye sordum anama, “soyka çıksın, attık, gitti” dedi. Şimdiki çocukların altına bez gibi bir halt sarılıyor. Hiç hoş değil ama insanlar ve insanlık değişiyor, çaresiz kabul ediyoruz. Oysa ben bayır toprağı getirmeye razıydım. Marketi zengin ettik. Çocuğun yeme maliyetinden, yediğini çıkarma maliyeti daha fazlaydı. Bu bez işi tüm ana, babaları bozdu. Üretene lanet olsun.

 

Çocuk kokusunu almayanınız varsa, ivedi olarak çocuk sahibi olsun. O çocuk kokusu insanı eve bağlar, işe bağlar, topluma bağlar, hatta geleceğe bağlar, hayata bağlar. Eğer az da olsa yaşamın bir anlamı olsun diyorsanız, öyle tek tabanca hayatla mutluluk narası atmayın, ben inanmıyorum, alın kucağınıza bir çocuk, onun şaşkın gözlerine bakın, bağrınıza basın, sırtınıza alın, havaya atıp, gülerek havada tutun… İşte en muhteşem zaman geçirme şekli budur…

İnsanca Yaşamak…

Saat 13:30 civarlarında, güneş tam tepede, hiç batmayacak gibi olanca heybetiyle, buraların hakimi benim edasıyla her yanı kavuruyordu.

Ali daha 17 yaşında çocuk denilecek yaşta teknik serviste çalışan bir çocuktu. Merhametsiz patronu sürekli olarak, yürüyerek yarım saatte varılacak bir mesafede bulunan mağazaya yedek parça aldırmak için Ali’yi öğlenin bu sıcağında, toplu taşıma kullandırmadan gönderirdi. –

Ali güneşin altında her iki eline yedek parçalarının olduğu poşeti, her iki koltuk altına da pc kasalarını koymuş, üzerinde hiçbir yük olmayan insanların dahi yürümekte zorlandığı bu sıcakta kah durarak, kah hızlanarak götürmeye çalışıyordu.  İşyerine vardığında kan ter içinde kalmış, yorgunluktan kendini yerlere atacak hale gelmişti. Ali sırf meslek edinmek için çalışıyordu burada. Hiç itiraz etmeden bir süre çalıştı bu işyerinde.

Aradan yıllar geçti. Ali büyüdü, evlendi. Bir de nur topu gibi erkek çocuğu oldu. Ali çocuğunu izlerken, bilinçaltı, yine kendini geçmiş yıllara götürdü, -ki genellikle bu yıllar acı dolu olurdu- o günlerin muhasebesini tutturdu…

Bir film şeridi gibi teknik serviste çalıştığı günleri seyretti.

Ali en az patronu kadar acımasız olan güneşin altında, o eşyaları taşıma konusunda neden itiraz etmediğini düşündü. Birden hayali Ali’yi daha önceki yıllara babasının yanında çalıştığı günlere götürdü. Ali hayalinin de yardımı ile o günleri gözünün önüne getirdiğinde, babasının da  patronundan pek farkı olmadığını gördü.

Babası da tıpkı patronu gibi, müşterilerin siparişlerini 50 kg’lik çocuk bedeni taşır mı, taşımaz mı? demeden, verir Ali’nin eline, yükler sırtına teslim etmesi için gönderirdi. O da tıpkı patronu gibi vasıta parası vermezdi…-

Ama Ali, yaşı ilerledikçe; başka ortamlar, inanlar, işler/patronlar gördükçe ve en önemlisi düşünme duyusunu geç de olsa kullanmaya başlayınca; yaşadıklarının hiç de insanî olmadığını anlamıştı. Uzun süredir bu durumları düşünüyor neden itiraz etmediğine mantıklı bir cevap arıyordu.

Korkusundan mı?

– Hayır! Hakkını aramaktan hiç bir zaman geri durmamıştı.

Akılsız mıydı?

– Hayır! Çevresindekiler tarafından takdir gören bir zekası vardı.

Nedenini bir türlü anlayamıyordu.

Ta ki bugüne kadar. Bilinçaltı Ali’nin hazır olduğunu düşündüğünden olsa gerek imdadına yetişmiş,ona farkındalığının yaratmış olduğu sorular karşısında yardımcı olmaya karar vermişti.

Ali: “Şimdi anlıyorum” diye mırıldandı. Daha çocuk yaşta babasından böyle gördüğünden, babasına itiraz etmeyip içinde bulunduğu durumu kanıksadığından, bir başkasının yani patronunun da kendisine bu şekilde davranmasında bir anormallik bulmamıştı.

“Nasıl bulabilirdim ki?” diye sordu kendi kendine…

“Balta girmemiş ormanlarda yaşayan kabilelerin çocukları, dünyanın uzaya gittiği bu çağda, yeni bir hayat, yaşam, toplum, çevre, insan görmeden; içinde bulunduğu hayatın yabaniliğini nasıl sorgular ki?

Zaten insanların ülkemizde bu denli ağır şartlarda, az maaş, ancak çok mesailerle çalıştırılması bu sebepten değil mi? Düşünmeye/sorgulamaya fırsat tanımamak…

Sorgulayan insan; bulan insandır.

Bulan insan; Haksızlıkları, yanlışlıkları ve sömürüldüğünü gören insandır.

Gören insan; kötü gidişata dur diyen, dönen bu çarka çomak sokup durduran insandır.

Durduran insan da, çıkar sahiplerinin işine gelmeyen insandır.

İşçinin emeğini sömürenlerin neden işlerine gelsin ki?

Bir sana, bin baba; bir sana, milyon bana varken, neden bu durum bozulsun ki?

Çıkar sahipleri için en “aferin insanı”; sormadan, düşünmeden itaat eden insandır.

Bir gün Ali’ler sorguladığında ve bulduğunda, kendini ezdirmediğinde, çocuğuna bunu öğrettiğinde, kendi altında çalışanlara da insanca yaşamayı öğrettiğinde, bu tekere çarka çomak sokulmuş demektir.

Ali bir an uzaklaştı hayatından bir yanda babası, bir yanda patronu bir yanda oğlu duruyordu.

İrkildi Ali. Ben dedi. Sesi boğuklaşmış, yutkunamıyordu. Topladı kendini: “Ben” dedi. “Babam gibi baba olmayacağım oğlum. Sana insanca yaşamanın tüm olanaklarını sunacak, insanca yaşamanın ne demek olduğunu sana öğreteceğim. Sen, baban gibi ezilmeyecek, kimse tarafından kullanılmayacaksın!

Sana söz veriyorum…”

 

Müjde

Birkaç gün öncesinden haberini verdiği müjdeyi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 21 Ağustos 2020 Cuma günü, namazdan sonra açıkladı:

“Fatih sondaj gemimiz, Tuna-1’deki sondajında hamdolsun 320 milyar metreküp doğal gaz rezervini keşfetmiş durumdadır.”

Bu açıklamaya göre, Karadeniz’de Zonguldak açıklarında zengin doğal gaz yatakları bulunmuştu.

Değerli Dostlar,
Bu konuyla ilgili tüm açıklamaları ve yorumları TV’de anında izlemiş olduğunuza inanıyorum.
Önümüzdeki günlerde de bu konuyla ilgili değerlendirmeleri yine TV’de izleyecek, uzmanların ve saray görevlisi gazetecilerin açıklamalarını dinleyeceksiniz.
Bu nedenle, ben bu konuda çok ayrıntıya girmeden bazı başlıkları dikkatinize sunuyorum.
AKP hükümetleri ve Recep Tayyip Erdoğan, bundan önce de aynı müjdeyi 8 kez vermişlerdi, bu 9. müjde oluyor! 2002 yılından beri verilmiş 8 müjdenin fos çıkmasından sonra halkımız 9. müjdeye inanacak mıdır?
• Dünyanın herhangi bir yerinde “doğal gaz yatakları bulduk!” denilmesi hemen gerçek olarak kabul edilmez! Bulunduğu iddia edilen petrol ve doğal gaz yataklarının “KANITLANMASI” gerekmektedir. Peki, kimler tarafından nasıl kanıtlanmaktadır? Örneğin BP gibi uluslararası bir petrol ve gaz şirketi uzmanları, varlığı iddia edilen doğal gaz yataklarının bulunduğu bölgeye gitmekte, gerekli araştırmaları ve deneyleri yaptıktan sonra karar vermektedirler. İşte, şimdi Karadeniz’de keşfedildiği söylenen 320 milyar metreküp doğal gaz yatağının da uluslararası bir kuruluş tarafından “kanıtlanması” gerekmektedir. Bu yapılmadan, keşfedildiği söylenen doğal gaz yatağının varlığını ve büyüklüğünü bilemeyiz!
• Keşfedildiği söylenen doğal gaz yatağı ile ilgili Ekonomi ve Maliye Bakanı Berat Albayrak ve Enerji Bakanı Fatih Dönmez, çok abartılı, destansı söylemlerde bulundular. Bu iki bakan da halkımız tarafından seçilmemişlerdir! Bu iki bakan da Saray tarafından görevlendirilmiştir. Bu iki Saray görevlisinin abartılı açıklamalarına halkımız inanacak mıdır?
• Karadeniz’de bulunduğu söylenen doğal gaz yatağının büyüklüğü 320 milyar metreküp olarak verilmektedir. Bu yatağın, “eksen değiştirecek” büyüklükte olduğu algısı yaratılmaktadır. Gerçeğin böyle olmadığını göstermek için dünyadaki “Kanıtlanmış” doğal gaz yataklarının bulunduğu ülkeleri ve kapasitelerini veriyorum:
Rusya: 47.8 trilyon metreküp (Karadeniz’dekinin yaklaşık 150 katı)
İran: 34 trilyon metreküp (Karadeniz’dekinin yaklaşık 106 katı)
Katar: 23,8 trilyon metreküp (Karadeniz’dekinin yaklaşık 74 katı)
ABD: 13,4 trilyon metreküp (Karadeniz’dekinin yaklaşık 42 katı)
Türkmenistan: 12,1 trilyon metreküp (Karadeniz’dekinin yaklaşık 40 katı)
Nijerya: 5,3 trilyon metreküp (Karadeniz’dekinin yaklaşık 17 katı)
Cezayir: 4,5 trilyon metreküp (Karadeniz’dekinin yaklaşık 14 katı)
• Türkiye şu anda yılda yaklaşık 50 milyar metreküp doğal gaz tüketmektedir. Eğer Karadeniz’de keşfedildiği söylenen 320 milyar metreküp doğal gazın varlığı “Kanıtlanırsa” ve tamamı çıkarılıp kullanıma sunulabilirse, bu Türkiye’nin sadece 6,5 yıllık ihtiyacını karşılayacaktır. Bu da ancak 2023 yılında, yani günümüzden 3 yıl sonra devreye girebilecektir!
Halkımız buna, “eksen kaydıran”, “tarihin en büyük keşfi” diyebilir mi?

Değerli Dostlar,
Recep Tayyip Erdoğan’ın ciddi sorularla dolu müjdesini burada bırakıyor, asıl müjdeli habere dönüyorum.
Dünyada HİÇBİR ülkede bulunmayan büyüklükteki bir servetin sahibiyiz
Bu servetin adı, BOR MADENLERİDİR.
Türkiye’de Bor Madeni Yatakları
Dünyadaki tüm Bor madeni rezervlerinin yüzde 72’si (% 72) Türkiye’de bulunmaktadır. Uzman madenciler, “Türkiye’nin dağı, tepesi, taşı, toprağı Bor madenidir” demekle ülkenin hemen her yerinde Bor madeni bulunduğunu vurgulamaktadırlar.
Dünyada Bor Madeni Rezervleri
2017 yılı itibariyle dünyada “kanıtlanmış” bor madeni rezervlerinin en çok bulunduğu ülkeler sırasıyla şöyledir:
1. Türkiye: 950 milyon ton
2. Amerika Birleşik Devletleri (ABD): 40 milyon ton
3. Rusya: 40 milyon ton
4. Şili: 35 milyon ton
5. Çin: 32 milyon ton
6. Peru: 4 milyon ton
İşbirlikçiler Bor Madenlerini Yabancılara Satabilmek İçin Yasa Çıkarmaya Çalışıyorlar
Yabancı şirketler ve onlarla Türkiye’de işbirliği içinde olan yandaşları hiç boş durmadılar! Bor madenlerinin yabancıların eline geçmesi için hep fırsat kolladılar, dönem dönem TBMM’ne yasa tasarıları sunarak amaçlarına varmaya çalıştılar.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Bor Madenlerimizi Avustralya’da Yabancılara Pazarlamaya Girişti
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 6 Haziran 2005 tarihinde Avustralya’ya gitti. Orada Türkiye-Avustralya İş Formu’na katıldı.
Avustralya’da madencilik, BHP-Billiton adlı bir şirketin elindedir.
Peki, tekel olan bu şirketin arkasında kimler vardır?
BHP-Billiton şirketi, ABD sermayeli Rio Tinto’nun kontrolündedir.
Rio Tinto, bir diğer adı da US Borax, uzun süredir Türkiye’deki Bor madenlerinin peşindedir. Türkiye’de yabancılara Bor madenlerinin satışını sağlayacak yasarlın çıkmasını beklemektedir, pusuda yatmaktadır!
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Bor madenlerimizle ilgili olarak Avustralya hükümeti ile bir anlaşma imzaladı.
Tamamının içeriği açıklanmayan, Türk halkından gizlenen, 15 yıl bağlayıcılığı olan “Türkiye-Avustralya Yatırımlarının Karşılıklı Teşvik ve Korunması Anlaşmasının” 10. maddesinde şöyle denilmektedir:
“Madde-10 : Avustralya Hükümeti’nin Anlaşmayı İmzalamasının Nedenleri:
BHP-Billiton Şirketi, Türkiye’de potansiyel bir yatırımcı olup dünya Bor madeni rezervlerinin yüzde 70’ini elinde bulunduran Türkiye’nin Bor madenlerinin işletilmesi ve pazarlanması konusunda uzun dönemli planları bulunmaktadır.
Türkiye’deki yeni maden kanunu ve yabancı yatırım kanunu Türkiye’yi Avustralyalı yatırımcılar için daha çekici bir hale getirmiştir.”
Türk halkından gizlenen bu anlaşmayla, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Avustralya’da Bor madenlerimizi pazarlamıştır.
Avustralya gezisine çıkmadan hemen önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim” demiş olması herhalde bir rastlantı değildi!
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, BHP-Billiton şirketi ile işbirliği yapabileceğini gördü. 90 milyar dolar mal varlığına sahip olan bu şirketin yıllık 25 milyar dolar cirosu ve 5 milyar dolar yıllık kârı vardı.
Yukarıda belirttim.
Avustralyalı BHP-Billiton şirketinin arkasında ABD’li Rio Tinto şirketi bulunmaktaydı.
Peki, Rio Tinto kimlerin şirketiydi?
İşte, can alıcı soru budur.
Rio Tinto şirketi, Rothschild Ailesi’nin şirketiydi.
Öyleyse Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Avustralya’da, Bor madenlerimizi Rothschild Ailesi’ne pazarlamanın ön anlaşmasını yapmış oluyordu.
Geleceğin Enerji Kaynağı: Bor
Bor, geleceğin seçeneksiz enerji kaynağıdır.
Aslında enerji elde etmek çok zor değildir. Rüzgardan, akan sudan, güneşten enerji elde edilebilir.
Asıl sorun, elde ettiğiniz enerjiyi depolayabilmek ve taşınabilir duruma getirmektir.
Enerjiyi depolamak öyle sıradan bir depolamak değildir.
Depolanacak enerji kaynağı yakıt, şu temel özelliklere sahip olmalıdır:
Birincisi: Birim ağırlık başına çok yüksek enerji depolanmalıdır.
İkincisi: Depoladığımız yakıttan enerjiyi almak istediğimizde, bu enerjiyi bize mümkün olan en yüksek hızda vermelidir.
Üçüncüsü: Seçtiğimiz yakıt, çevreyi kirleten gazlar çıkarmamalı, atıklar bırakmamalıdır.
Günümüzün en yaygın yakıtı petrol ürünleri, yanarken atmosfere karbon dioksit gazı salarlar ve “küresel ısınma” diye adlandırılan olumsuz olaylara neden olurlar.
Değerli Okurlar,
Özet olarak şunu söyleyebiliriz: Biz öyle bir yakıt bulmalıyız ki; yukarıda saydığımız üç özelliğin tümünü taşısın. Yani hem rahatlıkla depolanabilsin, hem kolayca taşınabilsin ve hem de yandığında atmosferi ve çevreyi kirletmesin!
İşte, o yakıt Bor’dur.
Bor’u yakıt olarak kullandığımızda depolamada ve taşımada hiçbir sorun çıkarmıyor ve çevreye karbon dioksit vermiyor.
Bor yandıktan, yani enerji verdikten sonra geriye Bor oksit kalıyor. Bor oksit de tekrar Bor yakıtı üretiminde kullanılabiliyor.

Değerli Okurlar,
Yaklaşık 40 yıl sonra dünyada petrol kalmayacak.
Yani dünya, Bor’a mahkûm ve muhtaç.
Üstelik Bor, dünyada sonsuza dek kalacak bir enerji deposudur.
Bu gerçeğin bilincinde olan ABD, Avrupa, Rusya, Kanada, Çin ve Japonya çoktan harekete geçtiler. Oysa elinde dünyanın en büyük hazinesi olan Bor madeninin değeri Türkiye’de henüz tam bilinmiyor!
Türk halkı, Bor konusunda bilgilendirilmiyor!
Bor’un gerçek değerini bir avuç mühendis, yurtsever bilim adamı ve aydın yurttaşımız dışında halkımız henüz bilmiyor!
BOR’la Çalışan Araba Üretimi
Kısa sayılacak bir süre sonra dünyada petrolün tükeneceğini bilen
Millenium Cell (CM) şirketi ile bir diğer Amerikan şirketi Deimler-Chrysler (DC) bir araya geldiler, ortak olarak yaptıkları araştırmalar sonunda BOR madeninin bir türevi olan Sodyum Borhidrit ile çalışan araba ürettiler.
MC ile DC’nin ortaklaşa ürettiği BOR ile çalışan araba çalıştırıldı, tüm testleri geçti ve zamanı geldiğinde seri üretimi yapılmak üzere saklanıldı.
Günümüzde 30’lu yaşlarda olanlar gelecekte BOR ile çalışan arabalara binecekler.
Son Durum
Bor madenleri, Türkiye Varlık Fonu’na devredilmiştir.
Varlık Fonu’nun başında Recep Tayyip Erdoğan Bulunmaktadır.
Saraylı Tek Adam Erdoğan; istediği zaman, istediği kişilere Bor madenlerimizi satabilecektir!

Son Soru

Geleceğin seçeneksiz enerji kaynağı olan, çok zengin Bor madeni yataklarına sahip bir ülkenin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, bu gerçeği yok sayarak, Karadeniz’de varlığı ve kapasitesi tartışmalı doğal gaz yatağını halkımıza “cumhuriyet tarihinin en büyük keşfi” olarak tanıtmaya kalkışmasını nasıl açıklıyorsunuz?

Yılmaz Dikbaş
22 Ağustos 2020, Cumartesi
0532 233 31 52