Aylık arşivler: Eylül 2021

Duygu Kalemimiz

Yaşam ihtiyaçlarını yalnız tükettiğimiz şeyler sanarken, çok büyük bir yanılgıya düşer, duygularımızı beslemeyi unuturuz. Bedenimiz gibi ruhumuzun da beslenmeye ihtiyacı vardır. Bu bilgiyi satırlarında tecrübe ettirerek, yaşattığı duygularla ruhumu besleyenime teşekkürlerimle. 

“İnsan yazmaya nasıl başlar, gerçekten hiçbir fikrim yok. Bunu derken aslında her gün okuduklarımı yazanlar, nasıl bir uğraş veriyor ve kendilerini nasıl okutabiliyorlar; bunu hep düşünmüşümdür. Tabii yazdıklarından feyz aldıklarımız ve keşke hiç okumasaydım vaktimi boşa harcadım diye hayıflandıklarımız da olmuştur mutlaka. Ve “yüreğinin götürdüğü yere git” cesaretiyle, benim bildiklerim ve düşündüklerim başkalarının da ilgisini çekebilir hadsizliği ile bu satırları karalamaya başladım.

Macide Gür, Kendimle Söyleşi 

Yazması için zorlamalarımla ilk yazısını böyle kaleme almıştı. Onda keşfettiklerim çoktu.

Yalnız Gündem Arşivi sitesinde yazarlık yapan yazarımız Sevgili Macide Gür Hanım’ın güzel yazılarıyla sizleri bir kez daha buluşturmak istedim. Çünkü kalemini çok özlediniz. Bu hasta olduğu zor dönemi aşıp, yeniden en yakın zamanda aramızda olacağına inanıyorum.

Günümüzdeki olaylara karşın duyarlı oluşu, toplumsal fayda sağlama arzusunu da satırlarında okuyorsunuz. Deprem Gerçeği yazısında, jeoloji üzerine okumasına rağmen, toplumun anlayacağı yönünde daha basit anlatım seçmesi ise ayrıca bilgeliğini kanıtlıyor bize, yoksa bu toplum terimlerden çıkarımda kalırdı.

Duygu Kalemimiz O. Satırlarında hissettirdiği naif duyguları okura tekrar hissettirecek kadar etkili.

“Yeni yıla girerken en çok “Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar” şarkısını dinlemek istiyorum. Aydınlık bir gelecek olsun, istiyorum. Kötülükler yok olsun, çocuklar hep gülsün ve Nâzım’ın dediği gibi “şeker de yiyebilsinler,” istiyorum…”

Macide Gür, Eski Yılı Uğurlarken

Toplumda unutulan değerleri hatırlatmak, onları irdeletmek ve toplumu güzel bir dünya için yönlendirmeyi kendisine görev etti.

“Emeksiz elde ettiklerimizi gereğince sevemediğimiz gerçektir. Bize sunulanları bir hak olarak görmek hepimizin doğasında var. Ama, o haklarımız nelerin karşılığında elde edildi, hiç düşünmeyiz. Sevginin kardeşi vefadır bana göre. Herkesin sevgi dolu, erdemli ve dürüst olduğuna inanmak saflık olarak görülebilir. Ama, insanlardaki gerçek sevginin turnusol kağıdıdır vefa. Sevgi dünyayı güzelleştirirse, emekle sevgisini bize verenleri, emekleri hiçe sayılanları vefa ile anmak da bizim borcumuz olsun.”

Macide Gür, Sevgi – Vefa – Mesuliyet

Ülkemizde kadına şiddet arttıkça, duyarsız kalır mı Duygu Kalemimiz?!. Muhteşem bir yazıyla imzasını attığı bu yazıyı yine çok beğeneceksiniz.

“Biz kadınlar sanki; ikinci sınıf varlıklarmışız da erkekler tarafından idare edilmeye ve yönlendirilmeye muhtaçmışız gibi durumları bahane ederek, yanlış davranışlarına maruz kalıyoruz.

Tarihin başlangıcından bu yana insanlığın bir yarısının, diğer yarısını baskı altında tutması, insanlık onurunu elinden almak istemesi; nasıl açıklanır?”

Macide Gür, Kadın Düşmanlığı ve Kadının Toplumda Yeri

Ülkemizde savaş için yine planların yapıldığı bir zamanda duyarsız kalamadı Duygu Kalemimiz ve dedi ki illa bedel olacaksa; Bedeli Barış Olsun!

O, güzel değerlerimizi topluma anımsatarak özlenen eylemlerde hala bulunabileceğimizi ve hala eskiden yaşadığımız duygulara yeniden kavuşabileceğimizi aktarmaya çalışıyordu. Mektuplar üzerine yazdığı bu yazısında yine çok başarılı bir imza atıyor. Yazısına şöyle başlıyor;

“Bir mektup yazayım, anlatayım dedim hallerimi, hallerimizi olan bitenle ilgili. Eskiden böyle değil miydi haberleşmeler. Mektuplar değil miydi olanlara şahitlik eden. Bizim nesil çok aşinadır mektuplara. Satırlara dökülürdü tüm duygular, haberler verilirdi karşı tarafa, bazen istekler bildirilirdi alıcılara, mutluluklar müjdelenirdi bazen, bazen de duymak istemediklerimizi dile getirirdi satırlar.”

Macide Gür, Sevgili Dostlar

Unutulmaz eski Türk filmlerini anılarla betimleyerek okurken, eski sinemalarda yerinizi almış oluyorsunuz. Zaman hızla geçerken, o dönemlerin filmlerinde özlediklerimizi de kaleme almayı unutmadı.

“Zaman zaman eski filmler çıkar karşımıza televizyonlarda. Çoğu siyah, beyaz olan filmler. Ancak siz bakmayın öyle nitelendirildiklerine, grinin her tonu ile hayatı renklendirmişler, insana dair tüm duyguları yaşatmışlardır. Çekildikleri mekanlarla zamanı paylaşmışlar, mekanların nasıl değiştiğine dair tanık olmuşlardır. Bazen kendi öykümüzün de köşe başını oluştururlar aydınlatıcı konuları ile.”

Macide Gür, Öyle Bir Geçer Zaman Ki

Aşık Veysel’imizin geçen yılki ölüm yıldönümünde pandemi sürecindeyken, yaşadıklarımızla onu anlatmak ve duygularımızı yine çok etkileyen yazısı Yaşadıklarımızla, Aşık Veysel‘i Anıyorum harikuladeydi.

Eski zamanlardaki güven ve sevgi ortamını bize samimiyetle anılarını aktararak, toplumda çocuk ve gençlerimiz için sağlamamız gereken güven ortamı için ışık olmuştu.

“Şimdi üzülerek görüyorum ki çocuklar ve gençler bizim aldığımız hazzı, mutluluğu alamıyorlar hayattan. Biliyorum farklı zamanlardayız; şartlar, beklentiler değişti, belki daha zorlaştı hayallerin peşinden gitmek. Geleceğe dair kaygılıyız hep. Ancak zamanı geri almak ne mümkün. Yeterli gelmiyorsa hiçbir şey mutluluğa çok yazık oluyor, herkesin tek başına tamamlamak zorunda kalacağı yolculuğuna. Elimizdekilerin kıymetini bilmiyorsak; daha fazla, daha fazla nereye kadar, sorguluyorum? Kendimizle de yalnız kaldığımız şu günler durup düşünmek için iyi fırsat. Şimdi bir zaman kısıtlaması yok okumak için, eski hesapları kapayıp yeni sayfalar açmak için, eşi-dostu arayıp hal hatır sormak için, kısaca hayatı güzelleştirip, mutlu olmak için. “Sürekli mutlu olmak bir aptallık halidir” demiş birisi, şimdi adını unuttuğum. Katılıyorum ona, ama ne olur anları kaçırmayalım; çocuklar, gençler, dostlar. Mutluluğa özlem duymayalım, güzellik ve iyilikleri ıskalamayalım.”

Macide Gür, Mutluluğa Özlem

Türküler için yazı yazdıktan sonra, Türk Sanat müziğimize de değindi. Öyle vurgularla dolu öyle güzel örneklerle dolu bu muhteşem yazıyı ise, sizlere sunmaktan kıvanç duyarım; Şarkılar Bizi Söyler .

Hayatında hiç unutamadığı annesine öyle duygusal bir yazı yazdı ki annesine mezarından satırlarını hissettirmiş olmalı, tüm annesini anneler gününde kutlayamayanlara bu yazı Anneye Veda .

Atatürk’ü çok seven ve Cumhuriyetin güzelliklerine hasret kalmak istemeyen aydın yazarımızın 23 Nisan yazısında araştırmalar, anılar, mesajlar, tarihsel kutlama kıyasları ve harikulade özenli satırlarla günün anlam ve önemini bizlere en iyi şekilde sunduğuna tanık olacaksınız.

“Çocuklar bayram sevincini doyasıya yaşamıyor ki bu bayramın oluşma şartlarını, nedenini, kendilerine armağan edilmesini irdelesinler ve kıymetini bilsinler. Çocuklar geleceğimiz, göz bebeklerimiz. Tüm çabamız onların hayatlarını bayram sevinci içinde geçirmelerini görmek, onlara aydınlık yarınlar hazırlamak için. En azından canım ‘Atam‘ın çocuklara armağanı olan bu bayram gününde, evlerde kapalı olsak bile elimizden geleni yapalım, evlerimizi süsleyip, balkonlardan da olsa topluca bayram coşkusu yaşayalım.”

Macide Gür; Geçmiş, Bugün ve 23 Nisan

Silah kullanımları halk içinde arttıkça kaza kurşunları dahilinde kurban nüfus hızla artıyor, güzel kalpli yazarımızsa bu durumun topluma verdiği zararı aktararak acilen silahlanmaktan vazgeçilmesi gerektiğini aktardı.

“Adaletin olduğu yerde silahın yeri yoktur ve silahlar dünyanın sonunu getirecek en büyük israf kapısıdır. Umudum bunu tüm insanlığın anlamasıdır.”

Macide Gür, Kurşun Adres Sormaz

Zaman bayramı gösteriyordu, o çok sevdiği bayramları nostalji şarkılarımızla birlikte; anıları, şarkıların önemini ve eski bayramları aktarırken; yine insanlığı tembihliyordu Bayram, Şarkılar, Mutluluk .

Geçmişten günümüze değişen kültürümüzü kabullenemiyor, öz kültürümüzdeki hassasiyetlerimizin yeniden kazanılmasını arzuluyordu. Artan çevre kirliliğinde insanları uyarmak için yazdığı yazısında; adab-ı muaşeret dersinin yeniden müfredata girmesiyle çözüm olacağını savunmuştu. Bu konudaki yorumlarıyla yüreğe değerek ve hissederek bizlere ışığını hissettiriyordu, Küçük Şeyler ‘in çok büyük şeyler olduğunun altını çizerek.

Geçimin çok zor olduğu bu zamanda, esnaflar kepenklerini kapadıkça üzülüyordu. Bizleri dayanışmaya çağırdı, birlik olmakta buluyordu çözümü. Siftahsız dükkanlara Siftahınız Bol Olsun dedi, bu muhteşem yazısıyla…

Canımdan değerlim duygu kalemimiz, yazdıkça mutlu oluyor; mutlu oldukça daha çok kaleme sarılıyordu. Yazının başında ilettiğim ilk yazısındaki alıntımda olduğu gibi, hayata sanki kendini sorumlu hissediyordu. Sanki yaşamından hayata güzel bir iz bırakmak istiyor ve toplumdan kaç kişiyi etkilese, çok mutlu hissediyordu. Nitekim, kalemiyle çok güzel okunuyor ve birçok kişi de kaleminin yaşattığı duygularıyla etkisi altında kalıyordu. 

Hani bazı insanlar hayata kırgınlıklarını, içinde yaşadıkları durumları veya içinde büyüttükleri sıkıntıları yüreğinde gömer ya, o öyle gibiydi. Yazılarını her okuduğumda sanki yüreğinden o gömdüklerini açıp bizlere sunar gibiydi. O, yazarak konuşuyordu, eğer yazmasaydı belki konuşmamış olacaktı.

Her yazısından sonra bir sonraki yazısında daha ilerlemiş ve farklı konularla değişik detaylarla karşımıza çıkıyordu. Rastgele yazısını ilk okuduğum zamanki duygularımı unutamıyorum. Deyimler ile muhteşem bir eser vermişti bizlere. Yazmasaydı bu yazıyı hiç Rastgele yazılmayacaktı!… Ve yazsını şu alıntımla tamamlıyordu;

“Yola beraber çıktıklarımız, ara istasyonlarda yolu bitenler, yeni binenler, hayatımıza bir şekilde değenler, arkadaş dediklerimiz, dost bildiklerimiz, sevgiyle kucakladıklarımız, aynı yöne baktıklarımız, umudu paylaştıklarımız yolumuz güzelliklere çıksın, aydınlık yarınlarda mutlu huzurlu hep beraber yaşamak ortak dileğimiz olsun. RASTGELE…

Macide Gür, Rastgele

Anılarıyla ve yaşamdan tanık olduklarından irdeledikleriyle birlikte yazdığı bu yazısında ise, insan bambaşka yerlerde kendisini buluyor…

“Çok sevdiğim bir deyiş var. “Hasretle, zaman beraber büyüyen iki kardeşmiş.” Anlamını bu iki kardeşi beraber bağrına basan bilir. Kavuşmak için bekleyenlere sormalı özlem büyürken zaman nasıl uzar, uzar da insan sanki nefes alamaz olur ayrılık acısından. Sevenlerle, sevdiklerimizle bir arada geçen mutlu zamanlarda ise, saatler dakika, günler saat, haftalar gün gibi geçer farkına varmayız.

Ardı ardına sıralanır tüm hatıralar biz yaşam çizgisi üzerinde ilerlerken. Tortularını bırakırlar üzerimizde kimi pamuk şekeri gibi pembe, çok tatlı, kimi süs biberi gibi acıdan acı yeşil, bazıları rengarenk her tonda bir yelpaze gibi serinleten, kimisi de siyahtan kara bunaltan. Yalnızca ruha dokunmaz ki anılar, yüzümüzde de değişiklik yapar. Ağlarken, gülerken, düşünürken, kaygılanırken, kızarken, kısaca tüm insanlık hallerini yüzümüzde yansıtmaz mıyız? “Yüz çizgileri değil, yüzümüzün hatırasıdır” sonunda aynada gördüklerimiz. Ve tüm yaşadıklarımız bizi biz yapmışsa niye değiştirmek isteyelim ki “yüzümüzün hatırası” da yılların hatırına bize emanettir…”

Macide Gür, Hayat Geçerken

Son yazısını yazmadan önce bir telefon görüşmesi yapmıştık. Bana, geçmişte atlattığı kanser dönemini kaleme alsam sizce insanlar hakkımda kendini anlatmak için öykündüğümü düşünür mü, dedi. Olur mu canım hocam, kanserli hastalar için umut yazısı olur bu, demiştim (yazıyı ilettikten sonra da kimse böylesi bir yorumda bulunmamıştı).  Tam yazı için cesaretlenmesine sebep olup, onun da yazmaya başladığı sırada; Olcay Senem kanserden vefat etmişti. 

Olaydan çok etkilendi, çok üzüldü ve yazıyı kaleme alması onun için ne kadar zordu empati yapmak çok güç. Çok duygulanarak ağladığını sesinden işitirken, bu  olaydan çok etkilendiğini aktardı.

Sonra, Duygu Kalemimizden kötü bir haber geldi, yeniden kanser olmuş ve üzerine düşmüş; kaburgası kırılarak akciğerine batmıştı. Birkaç ay sonra ancak kemikleri kaynayacak. Ve bir önceki kanseri gibi bu rahatsızlıktan da kurtulacağına inanıyorum. Çünkü, o benim idolüm. O, çok güçlü bir insan ve biliyor ki yönümü ararken başımda olmak zorunda. 

Kendisine refakat eden ablası Sevgili Sacide Öğretmenimse, yine yazarlarımız ve Gündem Arşivi’ne gönüllü olarak destek veren çok sevdiğim bir büyüğüm. Çok güzel geçmişiyle birlikte dirayeti ile örnek isim. Kız kardeşi Duygu Kalemimize çok güzel bakıyor.

Duygu Kalemimiz çok şanslı. Ailesi ona destek olup sevgileriyle onu hayata bağlıyorlar.

Yazma isteği de onu hayata bağlayacak umuduyla (bir kardeş, bir evlat ve bir yürekten yaren olarak; duygu ikizime ve hayranı olduğum yazarımıza), kollarımı açtım ve sarılmak için bekliyorum. 

En yakın zamanda Duygu Kalemimiz aramızda olsun umarım ve en çabuk zamanda iyileşmiş olsun; acil şifa diliyor ve onu canımdan çok sevdiğimi siz okurların nezdinde de iletmeden edemiyorum. Yazımı, Yalan Dünya yazısının tamamını ileterek tamamlıyorum. En çok okunan yazılarımızdan birisi.

Herkese sağlık diliyorum. Değerli Duygu Kalemimizin ellerine ve güzel yüreğine  sağlık, kalemi daim olsun dileğim.

YALAN DÜNYA

“Bugün efkarlıyım açmasın güller,
Sevdiğimden kara haber verdiler”

Sevgili Olcay Senem’i bilinmezliğe yolcu etmişiz a dostlar. Artık tüm yaşadıklarına rağmen gülümseyen yüzü, söylediği türküleri, günaydın mesajları olmayacak sanal dünyamızda…

Direnme gücüyle umudun ışığı olamayacak tüm mücadele edenlere…

Nasıl bir savaş verdiğini bilmeyecek kimse zorbalara, tacize, baskılara, zulmetmeyi kendilerinde hak görenlere karşı…

Evladı, tek tutunduğu dalı Umut’undan ayrı geçen son günlerini nasıl yaşadı hiç bilemeyeceğiz. Yavaşça yıldız gibi kaydı gitti hayatımızdan “yırtık cebine koyup kaybettiği umudunu”  bizim bulmamız dileğiyle…

Sanırım; tek mirasıydı, yaşam sevinci ve umudu geride kalanlara…

Çok uzun zamandır elime almadığım kalemim, bu gece zorla yerleşti parmaklarımın arasına ve yaz dedi, dök içini yoksa gözünde akan akmayan ne varsa zehre dönüşmesin. Sevdiklerin, dostların seni anlar; acılar paylaşınca azalmaz mı? Sanki benliğimi, bir zorunluluk ve sorumluluk duygusu kapladı neden bilinmez…

On yıl önce Nisan ayında öğrenmiştim, adına lenfoma denen kötü hücrelerin tüm bedenimi sardığını. Yirmi seneye yakın romatoid artrid tedavisi görüyordum. Zamanla kullandığım ilaçlar etkisiz kalıyor ve daha etkili olanlarla devam ediyordum. Sonunda kan tahlillerim, anomaliler vermeye başladı ve yeni tahliller daha sonrakileri gerektirmiş, kemik iliği biyopsisi yapılmış, en son koltuk altı lenf bezi çıkartılarak patalojik tetkik sonucu teşhis konmuştu. Ama bu dört aylık süreçte hastalık da ilerlemiş, çekilen PET sonucu dördüncü evrede olduğu belirlenmişti. Tedavim için 8 defa kemoterapi alacaktım…

Bu süreci yaşarken insan neler hisseder  bilir misiniz? Teşhis kesinleşene kadar hiç kendine konduramaz adını bile duymak istediğini. Her geçen gün halsizliği artarken başka şeylere bağlar sebeplerini. Çünkü “O” güçlüdür. Öyle olmak zorundadır. Yapacakları vardır, henüz vazifelerini tamamlamamıştır ve en önemlisi daha sevdiklerine doyamamıştır. Sonra dünyası yıkılır başına, neden ben diye düşünmeye başlar. Sanki kendine el gibi olur, acır kendine zavallı birine acır gibi…

Acı çekeni bir başkası gibi düşününce daha rahat ağlar insan. Belki de bencillik böyle bir şeydir.

Tedavim mayıs ayının başında (ki evlilik yıldönümümüzdü) ilk seans kemoterapiyle başladı, üçer hafta ara ile hesabıma göre Eylül’de tamamlanacaktı. İşte o zaman anladım, zamanın kişiye ve yaşanan duruma göre nasıl değiştiğini. Her sene yazlıkta iken, koca yaz göz açıp kapayana kadar geçerdi, ama şimdi Eylül hiç gelmeyecek kadar uzaktaydı benim için. Daha ikinci haftadan sonra saçlarım, kaşlarım, kirpiklerim dökülmeye başladı ve bu beni nedense hastalığın kendisinden daha çok etkiledi. Çünkü kanser, herkes için görünür olmuştu. Ve taa içimdeki kız çocuğu utanıyordu bu durumdan. Sanki yeterince güçlü olamadığım için kendimi suçladığım bir süreçti. Dışarı çıkarken bir peruk takıyor, kendimi sıkıntıya soksam da meraklı ve acıyan bakışlardan uzak tutuyordum. Bu işte öyle başarılı idim ki bir seferinde, uzaktan tanıdığım bir kişi gelip kuaförümün adını sordu; saç kesimimi çok beğendiği ileterek. Bazen başımı saran bir şapka ile yürüyüşe çıkardım, bu seferde sahildeki satıcılar turiste benzetip yabancı dille konuşmaya çalışırlardı. Şimdi, uzak bir anı oldu hepsi…

Ama tedavi sürecinde aksaklıklar oldu, defalarca hastaneye yatmak zorunda kaldım. Bazen kan hücrelerinin çok düşmesi nedeniyle, kan verilirken; aynı zamanda tüm vücudumu saran enfeksiyonla, yüksek ateşle mücadele ettim. Tabii sevdiklerim hep yanımdaydı, hepsine ve canım ablama bir kez daha teşekkürlerimi iletiyorum minnetle. Ve bu hastalık bir kırılma noktası, aslında insanın hayatında minimalize yaşaması için. Fazlalıklar çıkıyor hayatınızdan. Vazgeçemem sandıklarınızın önemsiz olduğunu anlıyorsunuz. Kıymet verdiklerinize ise, daha dört elle sarılıyor ve hayatın farkında oluyorsunuz. Öncelikleriniz değişiyor, elden geldiğince anı yaşamanın önemini keşfediyorsunuz. “İnsanın sevdikleriyle geçen her günü bayrammış”  biliyorsunuz.

Aralık ayı başında tedavim tamamlandı ve doktorum müjdeyi verdi. Yenmiştim menfur hastalığı. Önce üç, sonra altı ay ara gittiğim kontrollerin arası bir seneye çıktı. Ama korana nedeniyle, bu sene aşı olmadan tekrar hastaneye gitmek istemediğim için ara daha da açıldı. Önümüzde ki günlerde yeni bir kontrole gideceğim kısmetse…

Her şey geçiyor ve bitiyor dostlar, ama iyi ama kötü. Biz birbirimizin ne kadar merhemi olduk yarasında, sevincini ne kadar paylaştık, mutluluğunu büyütebildik mi el birliğiyle, emanetine sahip çıkabildik mi gidenlerin, kıymetini bildik mi yanımızdakilerin ondan haber verin.

Vefayla baş tacı yaptık mı fedakarları? Mesuliyetle, mecbur olmanın farklı olduğunu biliyor muyuz? İş işten geçmeden, sadece gülümsemenin bile hayatı renklendireceğinin farkında mıyız?

Bir bir eksilirken güzel insanlar anılarının ve isimlerinin silinmesine göz mü yumacağız? Ben güzel kardeşimi hep hatırlayacağım; her sabah gülümseyen yüzüyle, umuduna tutunarak verdiği yaşam mücadelesiyle….

“İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can can deyu söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim”

Sağlıcakla kalın dostlar, kıymet bilenleriniz çok olsun…

Macide Gür

Bana insanlığı ile örnek olanıma yazdığım bu yazıda, sürç-i lisan ettiysem affola.

Not: Yeşil renkle belirttiğim başlıklarda yazıların linki mevcut ve yazılara ulaşmak için tıklamanız yeterli. Turuncu renkte belirttiklerim, benim yorumlarım. Bilginize arz olunur.

Kemalist İlkay.

Yaşanır Bir Dünya

Kralın biri, halkı kolay yönetmek için bir biliciye akıl danışır. Şu yanıtı alır: “Aralarına nifak sokacaksın. Sık sık kargaşa yaratacaksın.”“Ee…” der kral, ve sözün arkasını bekler. “Halkın kendi arasında çözümü zor sorunlar oluşacak böylece. Sen aracı olacaksın. Ama asla çözmeyeceksin. Hatta elinden geldikçe sorunların derinleşmesini sağlayacaksın.” Şaşkınlıkla dinlemektedir kral. “Artık her şey senin elindedir. İstediğin vergileri alırsın. İstediğin şatafatı sürdürürsün. Önünde bir engel kalmaz.” “Halk huzursuz olmaz mı, homurdanmaya başlamaz mı?” “Böyle bir durumda. Halkın en az yarısı senin emrindedir. İstersen onlardan linç çeteleri bile oluşturursun. Kaldı ki, askeri gücün var, yasalar senin elinde. Her kademedeki kişiler senin emrinde… Sen ne bir şey söylediğinde ‘hayır bu böyle değildir,’ diyen biri çıkabilir mi?”

Sözlerinin devamını şöyle getirir akıl hocası: “Halkın sana inanmayan kısmına gelince, onlar kendi içlerinde öyle bir bölünürler ki bunun için senin özel bir çaba içine girmene de gerek kalmaz. Kendiliğinden bir de korku ortamı oluşur ki sorma gitsin. İnsanlar önce düşüncelerini açıklamaktan korkarlar, bir süre sonra düşünmekten tamamen vazgeçerler. Anlayacağın artık tam kralsın.”

Benzer bir konuşmanın Büyük İskender’le akıl hocası Aristo arasında geçtiği de söylenir, ama konu bu değil.

Ülkemizde ve dünyada olup bitenleri, olup bitenler karşısında insanların içinde bulunduğu çaresizlik ve çözümsüzlüğü düşününce birdenbire bu öykü geldi aklıma.

Sömürüden, savaşlardan, salgınlardan, orman yangınlarından bir türlü gözünü açamıyor insanlık. Dünyalılar yeni iklim krizleriyle karşı karşıya. Kuraklık, aşırı yağışlar yolda. Ekonomik dengesizliklerin yol açtığı açlık tehlikesi gündemin ilk sıralarına yerleşiyor. İşsizlik bizde olduğu gibi çoğu ülkede de had safhada. Göçmen sorunu yakıcı sorunlar arasında çoktan yerini aldı. Eskiden ancak bir devletin bütçesi bir başka devletinkinden fazla olurdu. Sermaye artık birkaç kişinin elinde. Dünyada öyle şirketler var ki bütçeleri pek çok ülkenin bütçesinden fazla.

21. yüzyılın eşi benzeri görülmemiş ekonomik kırılmalarıyla başa çıkmak, insanı ve doğayı koruma altına almak çok da kolay gözükmüyor. Bu duruma evrensel temel destek bulunamasa yaşamın sürdürülebilirliği tehlikede. İnsan tehlikede, doğa tehlikede. Kapitalizmin yarattığı örgütlü kötülüğe karşı geniş yığınlar kendi örgütlülüğünü nasıl yaratacaksa kafayı bir an önce buna yorması gerek; sanat, sanat olma özelliğini yitirmeden ve estetikten uzaklaşmadan insani amaçlar gütmeli.

20.yüzyılda işçi sınıfının ekonomi için hayati önem taşıdığı için, o gücü siyasi bir yumruğa çevirebilecek bir ideolojisi vardı. Bugün bu hal biraz karmaşık. Kitlelerin işlevsizliği söz konusu. Belki de günümüzde kapitalizmin dayattığı ablukaya karşı insanlar, sermaye sahiplerine karşı değil de kendilerini işlevsiz kılan sermaye sahiplerine karşı mücadele etmek zorundadırlar. Bu daha zor bir mücadeledir kuşkusuz. Belki de küresel örgütlenmeyi gerektirir.

Hali hazırdaki işçiler, işlevsiz hale getirilmiş geniş yığınlar, göçmenler, kısaca kapitalizm karşısında tüm mağdurlar, kapitalizmin yarattığı olumsuzluklara karşı, ortaklaşa muhalif bir dil yaratmak, kapitalizmin örgütlü kötülüğünü yenebilecek bir yol bulmak zorundadır. Yaşanır, adil, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünya için kralların ve onların akıl hocalarının oyunlarını bozmak gerekmektedir.

mesele kalkmak
denemek bir kerelik
korkunun boyunu geçeriz kardeşlerim

biz ki çoğuz
ezilen itilen önemsenmeyen
ve hep ki onların sesidir kulaklarımızda
bir adım
bir ağız açmadadır bütün mesele

mesele kalkmak
mesele kalkmak
bir kerelik
savaşlar üstümüzden
ölümler
zulümler
vurgunlar
bu karanlık kendi sessizliğimizdir
atarız üstümüzden

mesele kalkmak
denemek bir kerelik
korkunun boyunu geçeriz kardeşlerim

Hayrettin Geçkin

Benden Geçipte Sevdim Seni

Benim tahtımı da bahtımı da yapan yar
Seni sevdim diye koru ateşinde yakan yar
Yeniden yeniden yaksan bin defa
Yine seni severdim güzeller güzeli yar

Seni sevmek beni bende ben yaptı
Sevdan içimde beni bin yaptı
Bin parçadan ayrıldım tam bine
Toplandım toparladım beni sen yaptı

Aşkın beni bende öyle bir hal etti
Haldan hala döndürdü dilde avaz etti
Ondan bağırırım deli dediler beni
Sana olan aşkımı kumlara beyan etti

Aşkın Nar imiş yanmağınan gördüm
Avazım dilimde, gözde yaşınan bildim
Sana varmak sonsuz yaşam imiş
Yaşlandıkça seni daha da çok sevdim

Başka Murad bilmem Murad sen olunca
Sana muhabbet harmanıma çeş dolunca
Daha başka gönlüm Ne istesin
Gece gündüz baharda sen olunca

Garip gönlüme edesin ince bir lisan
Sevdiğini bileyim deyesi kulum Süleyman
Bu can daha başka ne istesin
En büyük mükafat budur verdiğin

Şenlendi içim dışım, sevdiğim
Işığa hasret değilim ışığım sensin
Yolda karanlıkta kalmam bilirim
Güneşim ayım yıldızım aydınlığım

Bu Ozanın gönlü hep sana yandı
Avazı imdadı beni gör diye ağladı
Bu kadarcıkta mı nazım olmasın
Yüreğimin üstünde ellerin vardı

Bu eller okşadıkça şevkatle yüreğimi
Gözlerimden yaşlar sel misali boşaldı
Aşkın beni bende ben koymadı
Onun için aşkım yüreğimde volkanın vardı

Bu Ozanın fikri zikri hep sendin
Her yerde hep sen vardın
Gözlerimi açıp açıp kapatsam
Gördüğüm her yerde izin vardı

#GeleceğinTrendleri: Geleceğin veri deposu Yapay DNA

Dünyadaki tüm veriler bir kahve tasında? – Yapay DNA ‘da depolanırsa bu mümkün olabilirdi

DNA, yaşamın yapı planı – ve geleceğin kayıt cihazı

Kalıtsal bilgiler, DNA moleküllerinde, herhangi bir başka depolama cihazında mümkün olandan çok daha uzun ömürlü ve daha yoğun kayıt edilebilir. Bilim insanları ve teknoloji şirketleri bundan aynı ölçüde yararlanmak istiyor. Onlara göre, yapay DNA geleceğin veri deposu olacaktır.

Arkeologların mamut dişlerinde ve erken insan kemiklerinde DNA bulmaları alışılmadık bir durum değil. Genetik malzeme, derin donmuş zeminde veya hava geçirmez şekilde kapatılınca yüz binlerce yıl korunur. Sağlamlığının haricinde, DNA’nın son derece yüksek bilgi yoğunluğu büyüleyicidir. Bu açıdan, doğal depolama molekülü, diğer tüm veri depolama cihazlarından daha üstündür. Cambridge’deki Massachusetts Institute of Technology’den (MIT) Mark Bathe’nin iddiasına göre, DNA dolu bir kahve tasında teorik olarak dünyadaki tüm veriler depolanabilir. Bu nedenle, bilgi teknoloji endüstrisinin genetik kodla giderek daha fazla ilgilenmesi şaşırtıcı değil.

Bu alışılmadık depolama teknolojisi prensipte şu şekilde çalışır: Bir algoritma, birler ve sıfırlardan oluşan geleneksel ikili kodu bir genetik koda çevirir; adenin, guanin, sitozin ve timinden oluşan dört bazın tanımlanmış bir dizisi. İki rakamın kombinasyonu, örneğin dört bazdan birine dönüştürülür (01 adenin anlamına gelebilir) veya iki ardışık baz tek rakamla tanımlanır (örneğin, guanin-sitozin, 0 olarak). Zürih’teki Eidgenössische Technische Hochschule’den (ETH = İsviçre Teknik Yüksek Okulu) Robert Grass, çeşitli araştırma gruplarının henüz tek tip uygulama üzerinde anlaşamadığını söylüyor.

DNA’nın nasıl veri deposu olabileceği

Grass ve meslektaşları, diğer şeylerin yanı sıra, İngiliz Massive Attack grubunun “Mezzanine” albümünü 920.000 yapay DNA bölümüne aktardı. Dijital müzik dosyalarını hesap yöntemi ile bir baz dizisine dönüştürdüler ve onunla gen teknolojisinde yaygın kullanılan DNA iplik sentez makinesini beslediler. Grass, tüm albümün yer alabileceği tek bir DNA molekülünün sentezi teknik olarak henüz mümkün olmadığını ve bu nedenle bilgilerin daha kısa bölümlere ayrıldığını açıklıyor. Bölümlerin her biri yaklaşık 200 baz uzunluğundadır ve doğru bir şekilde yeniden birleştirilebilmeleri için numaralanmıştır. Veriler, Covid 19 pandemisinden bu yana iyi bilinen PCR yöntemi ile okunur; bu yöntem depolanmış genetik verileri okuyabilmek için onları kopyalar. Bu şekilde elde edilen baz dizimi, bir algoritma ile ikili koda geri çevrilir (= tercüme edilir).

DNA Kütüphanesi istikrarlı bir şekilde büyüyor

Shakespeare’den Şiirler, Netflix dizisi “Biohackers”ın ilk bölümü, 1291 tarihli İsviçre Federal Mektubu ve daha pek çok şey DNA formunda zaten mevcut. Grass, bu depolama tekniğnin hala pahalı ve zaman alıcı olduğunu söylüyor, ancak geleceğe güveniyor: “Gen teknolojisindeki gelişmelerden fiyat açısından da yararlanıyoruz.” Grass, meslektaşı Wendelin Stark ile birlikte Haziran ayında Avrupa Mucit Ödülü’nü aldı. İki ETH bilim adamı, DNA’yı dayanıklı yapan yöntem için ödüllendirildi. Kayıt molekülleri önce minicik cam kürelerin üzerine sürülür ve daha sonra bir cam tabakası ile kaplanır. Grass, kuru bir yerde saklanırsa, kapsüllenmiş DNA’nın yaklaşık 500 ila 1000 yıl boyunca stabil kalacağını tahmin ediyor.

Bilgilerin okunması için cam kaplama çıkarılmalıdır. Grass, kimyagerlerin oldukça aşındırıcı olan ve camı çözen ancak DNA’ya zarar vermeyen hidroflorik asit kullanabileceklerini söylüyor. Kaplama son derece ince olduğundan, diş bakımında aşina olduğumuz florür içeren jellerle birleştirilmiş sitrik asit (limon asiti) gibi daha hafif kimyasallar da yeterlidir. Grass, birkaç yıldır Microsoft ile birlikte çalışıyor. Amaç, içinde DNA bulunan cam boncukların bir taşıyıcı üzerine sabitlendiği yeniden yazılabilir bir sürücü yapısı geliştirmektir.

Teknik kullanım için henüz çok yavaş

Microsoft ayrıca Seattle’daki Washington Üniversitesi’nden bir ekiple de işbirliğinde. Konsorsiyum, DNA kayıt teknolojisinin otomatikleştirilebileceğini göstermiştir – teknik uygulamanın temel gereksinimi. Araştırmacılar, bir yazılım modülü, bir DNA sentezleyici ve bir DNA okuyucu kullanarak, HELLO kelimesini ikili koddan genetik koda aktaran, onu kısa bir DNA dizisi olarak kaydeden ve ardından tekrar şifresini çözen tam otomatik bir platform oluşturdular. Washington Üniversitesi’nden Christopher Takahashi, bilgisayarlarla karşılaştırıldığında, sistem yavaş çalışıyor – mevcut kimyasal sentez yöntemiyle her bir kayıt molekülünün üretimi baz başına birkaç dakika sürüyor – ancak teknoloji geliştikçe işlem hızı çabuk artacak, diyor. Ayrıca, ilgili verilerin yalnızca bir değil milyonlarca kopyası ve bu nedenle iyi bir saniyede-bayt-oranı elde ediliyor. Platformda o zamandan beri gelişmeler devam etti. Yeniliklerin, önce bilimsel bir dergide yayınlanması gerektiği için, Takahashi ayrıntıları açıklamadı.

Ancak milyonlarca DNA parçacığı havuzundan belirli dosyalar veya bilgiler nasıl ayıklanabilir? MIT araştırmacısı Bathe’in yönetimindeki grup, üzerinde DNA iplikleri bulunan cam boncuklara dışardan kısa DNA dizileri ekliyor. Bu etiketler, barındırılan verilerle ilgili meta (= ön veya üst) bilgiler içeriyor ve bu şekilde (özel) bir tür arama motorundan bulunmasını mümkün ediyor. İstenen veri taşıyıcılarının otomatik olarak seçilebilmesi için etiketlere floresan veya manyetik işaretleyiciler bağlanır.

Belirli bilgiler, PCR’ye eklenen özel yapım primer isimli DNA bölümleri kullanılarak da seçilebilir. Primerler, genetik materyalin yapay zincirinde belirli bir noktada seçim sürecini başlatan ve durduran kısa DNA bölümleridir. Grass, örneğin bir müzik albümünün DNA kaydında, her şarkı özel primer bağlantı bölgeleriyle işaretlenebilir, diye açıklıyor.

Örneğin bir fotoğrafı düşük çözünürlüklü bir sürümde açmak için bir önizleme işlevi bile mümkün görünüyor. Raleigh’deki North Carolina Eyalet Üniversitesi’nden araştırmacılar, PCR esnasındaki koşulları, özellikle de primerlerin sıcaklığını ve yoğunluğunu değiştiriyor. Bu şekilde DNA veri taşıyıcısının tamamının mı yoksa sadece bir kısmının mı okunacağını kontrol ediyorlar.

DNA veri taşıyıcıları yakında her yerde olacak mı?

Hem bilim insanları hem de sanayi, DNA veri depolamanın avantajlarını öncelikle verilerin uzun vadeli arşivlenmesinde görmektedir; yani nadir kullanılan bilgiler için. Ancak yapay genomun dizüstü bilgisayarlarımızda, akıllı telefonlarımızda ve diğer cihazlarımızda devrim yaratacağını hayal etmek şimdilik zordur.

Ancak tamamen farklı fikirler de var: ETH araştırmacıları cam kaplı DNA moleküllerini, göze çarpmayan bir şekilde, güncel eşyalara entegre etmeyi öneriyorlar;  mesela, ürün bilgilerini veya orijinallik sertifikalarını  entegre etmek için, t-şört, gözlük camı veya değerli taşlara eklenebilirler. ETH yan kuruluşu Haelixa, konseptin işe yaradığını kanıtladı. Zürih yakınlarındaki Kemptthal’dan şirket, tedarik zincirlerini izlemek için kullanılabilecek müşteriye özel DNA işaretçileri içeren cam boncuklar üretiyor. Bu amaçla boncuklar su veya yağ içinde süspanse edilir ve malzemelerin, örneğin ham ürün üzerine püskürtülür. Tekstil üreticisi FTC Cashmere, bu yıl DNA işaretli yünden yapılmış giysiler sunmaya başladı.

DNA, ürünleri sahtecilere karşı nasıl koruyabilir?

Ancak ürünler çöpe veya çevreye atılırsa kapsüllenmiş DNA’ya ne olacak? Grass, cam boncukların kendileri zararsız olduğunu söylüyor. Kuvars kumu gibi onlar da silikatlardan oluşurlar. Son bulgulara göre DNA parçacıkları ne insanlar ne de diğer canlılar için bir tehdit oluşturuyor: “Dizeler o kadar kısa ki biyolojik bir işlevi yok.” Yine de araştırmacılar artık boncukların miat süresini kullanım süresine göre ayarlamak istiyor. Bu amaç için camın içine moleküler yapılar yerleştirilecek ve cam kabuk toprakta veya kompostlama tesisinde enzimler tarafından saldırıya uğrayacak. Bu şekilde cam kabuk zamanla parçalanacak ve korunmasız kalan DNA çevreden hızla yok edilecektir.

Henüz bütün bunlar kulağa fütüristik geliyor. Hem bilgi teknolojisindeki hem de yaşam bilimlerindeki hızlı gelişme göz önüne alındığında, muhtemelen yakında daha fazlasını duyacağız.

Bu yazı Tweet zinciri olarak da yayınlandı:

Nizamettin Karadaş

Kaynak: NZZ

 

Hüseyin Umutcan Ay’ın birincilik konuşması, Öğrencilerimiz için yurt sorunu, Yetenekli gençlerimizin yurt dışına gitme hakları, Konut fiyatları…

Hüseyin Umutcan Ay’ın birincilik konuşması

Bugünkü yazıma çok önemsediğim ve onur doyduğum bir gencimizin İTÜ birincisi İşletme mühendisliği öğrencisi Hüseyin Umutcan Ay’ın birincilik konuşmasını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Konuşmasında kadına yönelik şiddet konusundaki sorunlara ve gençlerin gelecek kaygılarına değinen Ay; “Geriye kalan bizler ve bizim yetiştireceğimiz çocukları hegemonların yozlaştırdığı bu sistemi değiştireceğiz, değiştirmeliyiz” sözleri alkışlandı.

Sayın Hüseyin Umutcan Ay şöyle devam etti konuşmasına, “Ülkenin doğusuna bakın, daha çocuk yaşta kız çocukların evlendirildiğini görürsünüz. Çok uzağa gitmeyin, İstanbul’a bakın, asgari ücretle dört kişilik ailesini geçindiremediği için intihar eden o güzel insanları görürsünüz. O kadar da uzağa gitmeyin, sıra arkadaşlarınıza bakın. Sırf deneyim elde edebilmek için staj yaparken haftanın beş günü beş kuruş para almadan şirketler tarafından sömürüldüklerini görebilirsiniz.”

Seni içtenlikle kutluyorum Hüseyin…

Yetenekli gençlerimizin yurt dışına gitme hakları

Yetenekli gençlerimizin (Ülkemizdeki koşulları bahane ederek!) yurt dışına gitme hakları olduğunu ifade edenlerin düşüncelerine katılmıyorum, hatta sizleri kınıyorum.

Bu gençlerin yetişmesi ailelerinin her türlü koşulda yaptıkları katkılarla olmaktadır (Bu arada ülkemizin yüz akı Aziz Sancar gibi çok zor şartlarda başarılı olanlar da var tabii.)

İşte bu başarılı gençlerimizin yetişmeleri ülkemize yaklaşık bir milyar dolara mal olmuştur. (Bakın futbolda bile yetiştirme parası diye bir kural vardır.)

Şimdi bizim bu çok iyi yetişmiş ve belki de gelecekte bilim adamı olacak gençlerimizi yurt dışına göndereceğiz ve yerlerine kendi ülkelerindeki olumsuz koşulları bahane eden yabancıları istihdam edeceğiz!!! Bu düşünceleri şiddetle reddediyorum.

Bugünlerde ülkemizde adı konmamış bir savaş var. Aydınlık ve karanlığın savaşı… Büyük önderimiz
Mustafa Kemal Atatürk’ün aydınlanma devrimi ile sözde bazı gerici çevrelerin savaşı var.

Bu gençlerimiz eğitimlerini tamamlayıp yurda dönmeli… Hatta (Silikon vadisi dâhil) emperyalizme hizmet eden bilim insanlarımız geriye dönmeli…

Atamızın laiklik ile ilgili şu sözlerini paylaşayım:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin karakteri laikliktir Cumhuriyet’imizin laikliği hem ulusal egemenliğin ve demokrasisinin, uygar yaşamın, hem din ve vicdan özgürlüğü dâhil özgürlüklerin; kadın haklarının hem de tam bağımsız Türkiye’nin güvencesidir.”

Bu savaş kurtuluş savaşımız kadar kutsaldır ve önemlidir. Din maskesiyle bölücülük yapanların büyük önderimiz Atatürk’ün kurduğu laik TC karşısında hiç şansları yok ancak ülkemize zaman kaybettiriyorlar.

Öğrencilerimiz için yurt sorunu

Bu konu şimdi televizyonlarda en çok tartışılan konu oldu. Ülkemizin en güçlü sektörü inşaat sektörüdür bu duruma karşın yurt sorununun çözülmeyişini ben sistem hatası olarak görüyorum.

Bu konuda görev İstanbul Belediye Başkanı Sayın İmamoğlu’nun olmalı. Öğrencilerimizin barınmasını en uygun koşullarda sağlamak çok önemli…

Yurt olarak kullanılabilecek çok sayıda kamu binası mutlaka vardır… Her şey bir yana gençlerimizi cemaat yurtlarına muhtaç etmemelisiniz…

Konut fiyatları

Ülkemizde en fazla tartışılan bir konu da konut fiyatlarının çok yüksek olması… Bu artışın nedenleri;

a) Şu an İzmir’de yaklaşık 740 bin konut için yıkım kararı verildi. Bu yapılar İzmir depreminde yıkılmasa bile çok büyük riskli yapılar.. Her tarafta şantiyeler var fakat bunlar yıkım şantiyeleri.

Yaklaşık bir milyon yurttaşımız (ki büyük çoğunluğu yazlıklarında kalmayı tercih ettiler) evsiz kaldılar yerlerine yapılacak konutlar henüz yetişmedi, bu da konut kiralarının artmasında etkili oldu.

b) İstanbul kentimiz için ise uzmanların ortak görüşü; İstanbul’da olması öngörülen büyük deprem için şu anda hiç bir hazırlık yok. Mesela bir uzman; 7,5 büyüklüğündeki bir depremde İstanbul’da 48 bin binada ağır hasar oluşacağı, 146 bin binada ise orta hasar oluşacağını belirtti…

Bir kurumun genel başkanı ise “4 bin bina kendiliğinden yıkılabilir” diyor. Bu binaların çoğu boşaltıldı. Kiraların yüksek olmasının en önemli nedeni budur. Zaten İstanbulluların çoğu yazlıklarından geri dönmüyorlar.

c) İstanbul için uzmanların uyarılarını göz önüne alırsak, şu önerilerimi paylaşmak isterim:

1) Ülkemiz bu depreme hazırlıksız yakalanırsa en az 20 sene geriye gider.

2) Bugüne kadar hiçbir konuda uzlaşmadığına tanık olduğumuz gerek iktidar partisi gerekse muhalefet partileri vatanlarını seviyorlarsa ortak hareket etme iradesi oluşturmalılardır.

3) Bugün harekete geçmeliyiz öncelikle çoğu dayanıksız binaların oluşturduğu ilkokullarımız ya yeniden yapılmalı, ya da depreme dayanıklı hale getirilecek güçlendirme yapılmalı.

4) Başta İnşaat mühendisleri odası ve çok deneyimli yapı denetim büroları göreve davet edilmeli.

5) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı almak için 250 bin dolar kararı derhal kaldırılmalıdır. Bugüne kadar yaklaşık 165.657 kişi Türkiye yurttaşlığına hak kazanmıştır (ki bunların çoğu Irak, İran, Afganistan’dan gelenlerdir).

İşte bu düzensiz göçle ülkemize gelenler ve belki de en güzel binalara yerleşenler yüzünden konut fiyatları artıyordur… Neden şikâyetçi oluyorsunuz?

6) TBMM başkanı sayın Şentop; “İnsanlar kapımıza geldiğinde ‘sizi istemiyoruz’ demeyi vicdanımıza aykırı buluyoruz!!!“ diyor.

Ve devam ediyor “Düzensiz göç küresel bir sorundur.” öyle değildir Sayın Şentop bu göç sadece ve sadece bizim ülkemizin sorunudur. Küresel ülkeler ise sadece bize bir kaç dolar verip göçmenlere bakmamızı isterler.

Yakın gelecekte hem siz hem de varsa ülkemizde sizin gibi vicdan sahipleri!!! “Bütün göçmenler ülkenize dönün diyeceğiniz günler çok yakın…

Birleşmiş Milletler toplantısı ile ilgili değerlendirmelerimi sonraki yazımda aktaracağım. Sayın Merkel’le ilgili olarak şunları söylemek istiyorum; Ülkesi için büyük başarılara imza attı… Mütevazı kişiliği ile liderlere örnek oldu görevinden onuruyla ayrılmayı biliyor… Ama bir Türk vatandaşı olarak kendisinden beklentim; başta ZEUS sunağı olmak üzere ülkemizden götürülen tarihi eserlerimizi iade etmesiydi… Türk gençleri bunlara sahip çıkmalı ülkemize geri gelmesini sağlamalıdır.

Git’me

Sezen Aksu önce:
“Gitttt” dedi.
Yol verdi sanırım.
Belki de blöfdü.
Ardından ekledi:
“Gitttt’me dur nolur…”
“Yalan söyledim, ayrılığa daha henüz hazır değilim …” dedi
Sonra, benden başka kimse seni sevemez dercesine:
“Gitme gitme ,el olursun sevgilim, incitirler seni …” dedi.
Nafile…
Bu da olmadı ve giden gitti .
Sonra gitmek istedi Sezen.
Şöyle bir denemek için:
“Gidiyorum, bütün aşklar yüreğimde…”
“Sana korkular ve yeni başlangıçlar …”diyerek gitmeyi denedi.
Orda bir :“kendim!” ve “bir ben”
“Olmam gerekeni” ve “olduğum”
İki uçurumumu alıp gidiyorum.
Durdu, sendeledi ve ani bir karar ile geriye baktı:
“Ben bu yüzden kimseden gidemem, gitmem” dedi.
Yavaş yavaş, o sevdiği de karşılık bulamaya bulamaya,
onun için bir “Kimseye” dönüştü.
Ama çok dayanamadı Sezen.
Hem de yılların : “Ah İstanbul, İstanbul olalı” caddelerinde geze geze, hiç görmedi dediği böyle bir kederi bitirmek istedi belki de.
“Bennnn!” dedi. O da bir müddet sonra.
O unuttuğu, bıraktığı benliğine sımsıkı sarıldı ve;
“Ben !” dedi.
“Ben de yoluma giderim .”
“Ezdirmem kendimi !” dedi.
Ve:
Git’
ti…
Yani gün gelir insan gitmek ister ve mutlaka gider …

İshak Merdo @ishakmerdo

Ey Yar

Ey kor’u ateşiyle beni öpen yar
Dudakların alev alev yaktın yüreğime kadar
Seni pek serin bilir idim
Ateşliymişsin cehennem kadar

Aşkın beni benden aldı yunus kadar
Ben seni sevdim gerisi kader
Her şeyin başım üstüne dedim de
Hasretin kor dayanamıyorum yeter

İstedim sende biraz şefkat merhamet
Kavgaya gelmedim idare et
Tek isteğim seninle dertleşmek
Sözlerim gücüne giderse idare et

Ah bu Ozanın fikrini zikrini de bilirsin
Karıncayı bile incitmez aleme deyiveresin
Sana çok ihtiyacım var yandı canlarım
Çok şey mi istiyorum beni teselli ediveresi

#GeleceğinTrendleri: Ağaçlandırma Avrupa’da kuraklığı azaltabilir

Ormanlar yağmur yapar: Avrupa’da ormanlık alanlarda tarım bölgelerine göre daha fazla yağış olduğu kanıtlanmıştır. (Foto: iStock / ae-photos)

ETH Zürih’ten iklim araştırmacıları ilk kez Avrupa için gözlemsel verilerle ormanların yağmur oluşumunu desteklediğini gösterdi. Analizleri ayrıca, mevcut kullanılabilecek tarım arazileri ağaçlandırılırsa, Avrupa’daki yağış miktarının yüzde yediden fazla artabileceğini gösteriyor.

Ormanların bölgesel iklimi etkilediğini, iklim bilimcileri uzun zamandır biliyorlar. Çok sayıda araştırma, ormanların çoğunlukla yaz aylarında kara yüzey sıcaklıklarını düşürdüğünü ve küresel ısınmanın etkilerini yerel olarak hafifletmeye yardımcı olduğunu gösteriyor. Ancak ormanların ve tarım alanlarının ağaçlandırılmasının yerel ve bölgesel yağış miktarlarını nasıl etkilediği sorusunda henüz yeterince güvenilir bulgular yok. Kara-İklim Dinamiği Profesörü Sonia Seneviratne’nin araştırma grubu, bu soruyu Avrupa için ilk kez gözlem verileriyle (model veriler yerine) araştırdı.

Bu amaçla araştırmacılar, farklı ölçüm ağlarındaki 5800’den fazla ölçüm istasyonundan gelen yağış verilerini dikkate aldı. Ölçüm verilerinin mevcudiyeti nedeniyle, analizlerini Avrupa’daki beş bölgeye odakladılar: Büyük Britanya, Almanya, Hollanda, İsveç ve Finlandiya ve çevresindeki alanlar. Bu bölgelerde, araştırmacılar ormanlık alanda bir ölçüm istasyonu ile tarım alanında bir ölçüm istasyonunu bir çift olarak belirlediler. Orman örtüsündeki fark en az yüzde 20 idi. Aynı zamanda, istasyonlar, diğer unsurların yanı sıra, karşılaştırılabilir bir rakımda ve birbirine en fazla 84 kilometre mesafede olmalı idi. Bir sonraki adımda ekip, eşleştirilmiş ölçüm verilerini, yağış miktarını açıklamak için bir istatistik modeli ile düzenledi. Bu düzenleme, orman örtüsünün etkisini izole etmek ve yağış miktarını etkileyebilecek diğer faktörleri ayırabilmek için yapıldı.

Özellikle kış aylarında güçlü etkiler

Nature Geoscience’da henüz yayınlanan çalışmanın başyazarı ve Kara-İklim Dinamiği kürsüsünde doktora sonrası Ronny Meier, “Verilerimizdeki eğilim, aykırı değerlere rağmen kesindir” diye açıklıyor. “Ormanlık alanlarda, ortalama yağış, tarım için kullanılanlardan önemli ölçüde daha yüksektir.” Araştırmacılar bunu beklemişlerdi. Ancak, yerel etkilerin kışın, yazdan çok daha belirgin olması sürpriz oldu. Şimdiye kadar iklim araştırmacıları, özellikle yaz aylarında yüksek olan ve ormanlarda daha da artan, su buharlaşmasının, daha fazla yağışa sebep olduğunu varsaydılar.

Meier’in hipotezi: “Muhtemelen ormanların yüzey pürüzlülüğü daha önce zannedildiğinden fazla önemli ve artan yağışlar için belirleyici bir faktördür.” Bu şekilde, ormanlar hava kütle hareketini daha uzun süre engelliyor ve yağışı teşvik eden türbülansların çoğalmasına neden olur. Ayrıca, ormanlar kışın çevrelerine göre daha sıcaktır ve bu da yağışları kolaylaştırır. Araştırmacılar, kışın belirgin yerel etkilere ek olarak, yaz aylarında ormanlık alanlardan daha uzakta meydana gelen güçlü uzak etkiler de gözlemlediler. Kışın, bu yerel olmayan etkiler çoğunlukla kıyılarda gözlenirken, kıta ve kuzey Avrupa’da önemli ölçüde daha zayıftır.

ETH Zürih’te ekip üyesi ve iklim araştırmacısı Edouard Davin, “Bu bulgulara dayanarak, Avrupa’daki yağış miktarının ek ağaçlandırmadan ne kadar etkilenebileceğini hesapladık” diye açıklıyor. Bunu yapmak için, ağaçlandırma potansiyeli olan mevcut alanları gösteren “Global Reforestation Potential Map” (Küresel yeniden ormanlaştırma olasılıklı alanlar haritası) esas alındı. Ancak ağaçlandırmanın istenmeyen yerel sıcaklık artışına yol açabilecek tarım ve yerleşim alanları ile İskandinavya bu hesaplamaya dâhil edilmedi.

Sonuç: Araştırma bölgesi alanının toplam yüzde 14,4’ünü yeniden ağaçlandırmak ile ki bu Fransa’nın yüzölçümünden biraz daha fazladır, ortalama yağış miktarı yüzde 7,6’ya kadar artacaktır. Avrupa topraklarının dörtte birinden biraz fazlasında, yağış miktarı yüzde 10’dan fazla artacaktır. Meier, “Ek yağış miktarının coğrafi dağılımı çok değişkendir” diye açıklıyor. “Ağaçlandırmanın daha sık mı yoksa daha yoğun yağışlarla mı sonuçlanacağı konusunda henüz bir açıklama yapamıyoruz.”

Kuraklığa karşı bir çare mi?

Bulgular sadece bilimle değil, aynı zamanda siyasi kararlarla da ilgilidir. Ormanların yeniden ağaçlandırılması, günümüzde CO2 emisyonlarını azaltmak için en çok tartışılan önlemlerden biridir. Çalışma, bu tür çabaların ek pozitif etkileri olabileceğini öne sürüyor. İklim modelleri, sıcak hava dalgalarının ve yazın kuraklık dönemlerinin Avrupa’da da artacağını, aynı zamanda İskandinavya hariç yağışların azalacağını gösteriyor. Ek ağaçlandırma ile devletler bu gelişime karşı koyabilir ve yağıştaki düşüşü telafi edebilir.

Ancak Meier, çok yüksek umutlara karşı hemen uyarıyor: “Bir orman bir günden diğerine büyümez, bunun için 20 ila 30 yıla ihtiyacı vardır.” Genç ormanların, örneğin ağaçlandırma başlangıcından on yıl sonra, yerel yağışları artırıp artırmadığı henüz netlik kazanmamıştır. Ayrıca sonuçların tek başına değil, her zaman sahadaki insanların koşulları ve gereksinimleriyle ilişkili olarak görülmesinin önemli olduğunu düşünüyor. “Yüksek buharlaşmaları nedeniyle, bir yerdeki yeni ormanlar, örneğin diğer yerdeki tarımsal amaçlar için gerekli olan su miktarını akarsulardan ve nehirlerden çekebilir.”

Peki ya kuraklık ve şiddetli yağışlar gibi, küresel ısınma etkisinden artacak aşırı hava olayları, ne olacak? Ek yağışlarla, onlar daha da çoğalacak mı? Meier, “Avrupa genelinde yapılan bir model çalışması, ağaçlandırmanın aşırı yağışlara karşı koyma eğiliminde olduğunu gösterdi” diyor. “Yani aşırı olayları doğrudan ortalama yağıştan çıkaramazsınız”. Fakat ağaçlandırma nedeniyle yağıştaki değişikliklere ilişkin belirsizlikler hala büyüktür. Mevcut çalışma, yağış miktarlarının zamansal değil, yalnızca mekânsal karşılaştırmalarına dayanmaktadır. Meier ve meslektaşları, arazi kullanımı ve su mevcudiyeti arasındaki etkileşime gelecekte iklim tartışmalarında daha fazla dikkat edilmesini savunuyorlar.

Bu yazıya gönderilen bir okuyucu yorumu:

Magdeburg’un kuzeyindeki Leipzig / Halle Çevresel Araştırma Merkezi’nin lizimetre istasyonundaki yeniden ağaçlandırmaya yönelik araştırmalar, mevcut fundalık alanının yeniden ağaçlandırılmasının, yeni içecek suyunun oluşumunu o kadar güçlü etkileyeceğini göstermiştir ki, muhtemelen bu alandan içme su tedarikini bırakmak zorunda kalacağız.

Dr. Burkhard Scharf 07.10.2021 11:29

Bu yazı Tweet zinciri olarak da yayınlandı:

Nizamettin Karadaş

Kaynaklar:

Meier R, Schwaab J, Seneviratne I. S, Sprenger M, Lewis E, Davin E. L. Empirical estimate of forestation-induced precipitation changes in Europe. Nature Geoscience (2021). Doi: 10.1038/s41561-​021-00773-6

ETH Zürich Basın açıklaması ,08.07.2021

Mevlana Çırılçıplak Oynuyordu

10 Eylül 2021, Cuma günü İzmir’de düzenlenen Dünya Belediyeler Birliği Kültür Zirvesi’nin gala gecesinde sahneye dünyaca ünlü dansçı Ziya Azazi çıktı ve yarı belinden yukarısı çıplak bir semâ gösterisinde bulundu, çok büyük beğeni aldı.

Değerli Dostlar,

Dünyaca ünlü dansçıya “çıplak semazen” yakıştırması yapan bazı AKP ve MHP’li isimler, etkinliği düzenlemiş olan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’e ağır eleştirilerde bulundular.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, sosyal medya hesabından Ziya Azazi’ye hakaret ederek şunları yazdı:

“CHP’li İzmir Belediyesi edepsizlik çukuruna devrilmiştir. Bir de çıkmışlar, yarı çıplak soytarıyı, Türkiye’yi 50’den fazla ülkede temsil etmiş bir modern dans sanatçısı ve koreograf olarak tanıtmışlar. Neymiş, modern bir dans gösterisiymiş.
Batsın sizin modernliğiniz!”

Değerli Dostlar.

Devlet Bahçeli, Mesnevi adlı şiir kitabı ve tef ve ney eşliğinde ‘Dönen Dervişler’ semâ gösterisiyle ünlü Mevlana hakkında hiçbir şey bilmiyor!

Devlet Bahçeli, Mevlana hakkında BİLGİSİZDİR!

Devlet Bahçeli’nin konuşma metinlerini hazırlayan danışmanları da Mevlana hakkında BİLGİSİZDİR!

Onların bilgisizliklerini sergilemek için sizlere, Mesnevi’den ve kendisi de bir Mevlevi olan Ahmet Eflâki’nin yazmış olduğu Ariflerin Menkıbeleri adlı kitabından bazı bölümler sunuyorum:

MEVLANA, DÜŞÜP BAYILIYOR
Mevlânâ, Tebrizli Şems ile ilk karşılaştığında kendinden geçer. Bir saat kadar o halde kalır. Uyanıp ayıldıktan ve kendine geldikten sonra Mevlânâ, Şemseddin’in elini tuttu, yaya olarak medresesine götürdü. Her ikisi de bir hücreye girdiler. Tam 40 gün hiç kimseyi içeri almadılar. Bazıları tam üç ay bu hücreden dışarı çıkmadıklarını söyler. (Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 126)

MEVLANA, SOYUNUP DÖNÜYOR
Yine ediplerin sultanı malum konağında oturan ilimler ocağı Selâhaddin Malatî şöyle rivayet etti: Bir gün Alemeddin Kayser büyük bir semâ düzenlemişti. Bütün emirler, büyükler, bilginler ve fakirler orada hazırdı. Mevlânâ hazretleri büyük bir heyecan gösterip üstündeki bütün elbiseleri kavallere bağışlayıp çıplak oynuyordu.
(Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 388)

GENÇLERE ÖĞÜT: BİAT İTAAT
Mevlânâ sürekli olarak gençlerin bir ermişin, şeyhin, kendi ifadesiyle bir “ ruhani ihtiyarın” emrine girmesini, ona biat edip itaat etmesini önerir ve şöyle der:
“Eğer sen daima talihinin genç kalmasını istersen ruhani bir ihtiyarın eteğine yapış. Çünkü böyle bir doğru ihtiyarın yardımı olmadan hiçbir genç ihtiyarlamadı ve ruhani ihtiyarların yardımlarına ulaşamadı.”
(Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 143)

MEVLANA, FİLOZOFLARI AŞAĞILIYOR
“Filozofların mezhebinin o kadar değeri yoktur. İnsan kan ile değil Tanrı ile yaşar” dedi Mevlana.
“Filozofun söz söylemeye gücü yoktur.
Eğer laf ederse, din ehli onu perişan eder.”
(Mesnevî, c.1, s. 131/2151)

KÜFÜRBAZ MEVLANA
Yine akıllılar rivayet ettiler. Mevlânâ hazretleri birisinden incinince ve o kişinin inadı haddini aşınca, ona “Gerhâher” (kahpenin kardeşi) der ve onu berbat bir hale getirirdi. Çünkü Horasanlıların küfür terimi bu sözdü.
(Ariflerin Menkıbeleri, ayfa 170)

MEVLANA, KADINI AŞAĞILIYOR
Mevlânâ, bütün servetini âşık olduğu bir kadın için harcayan sonra o kadın tarafından dışlanan bir tüccarın hikâyesini anlatır.
Sonunda oğlan, o fahişeye dedi ki: “Senden bir isteğim var. Ondan sonrasını sen bilirsin. Sevgilisi buna razı oldu. Küçük su döktüğün sırada avret yerine bakmak istiyorum, dedi oğlan. Bu olabilir, dedi sevgilisi. Oğlan, kadın küçük su döktüğü sırada orayı gördüğünde bağırdı, hüngür hüngür ağladı. Ona ağlamasının nedenini sordular. Yolunda kaybettiği mallar mülkler atlardan burada hiçbir şey göremiyorum. Hepsi bu günah dolu yerde kaynayıp gitmiş, bunlardan hiçbir iz kalmamış, ne kadar baktımsa da onlardan bir iz göremedi.”
(Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 186)

MEVLANA, KONYA’DAN KÂBE’YE UÇUYOR
Hikâye: Mevlânâ’nın hanımı Kira Hatun’dan nakledilmiştir.
Bir gece Mevlânâ hazretleri aramızdan kayboldu. Ben, medresedeki evlerin içini dışını her tarafını birer birer aradım, bulamadım. Oysa bütün kapılar da kapalıydı. Biz hepimiz buna şaşa kalmıştık.
Hepimiz uyuduktan sonra birden bire uyandım. Mevlânâ’nın teheccüt namazına durduğunu gördüm. Mevlânâ namazı bitirinceye kadar bir şey söylemedim. Namazını kılıp virdleri okumayı bitirdikten sonra kalktım ve yanına giderek baş koydum, mübarek ayaklarını kucağıma aldım, yavaş yavaş onları ovmaya başladım. Bir de baktım ki, mübarek ayakları toz içerisinde. Ayak parmaklarının arasında renkli kumlar buldum, ayakkabısının da kumla dolu olduğunu gördüm. Tam bir korku içerisinde bu hali kendisinden sordum.
Kâbe-i Muazzama’da daima bizim sevgimizden bahseden gönül sahibi bir derviş vardı. Bir süre onunla görüşmeye gittim, bu da Hicaz kumudur, onu sakla ve kimseye söyleme” dedi Mevlânâ.
(Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 243)

MESNEVİ’Yİ KURAN İLE BİR TUTUYOR
Bir gün Sultan Veled şöyle buyurdu: Dostlardan biri babama “Danişmentler, Mevlânâ Mesnev’iye niçin Kuran diyor?” diye benimle münakaşa ettiler. Ben kulunuz, onlara cevaben “Mesnevî Kuran’ın tefsiridir, dedim” diye şikâyette bulundu.
Babam bunu işitince bir süre sustu, sonra dedi ki: “Ey köpek! Niçin Kuran olmasın? Ey eşek! Niçin Kuran olmasın? Ey kahpenin kardeşi! Niçin Kuran olmasın? Peygamberlerin ve velilerin söz kalıpları içinde ilahi sırların nurlarından başka bir şey yoktur. Tanrı’nın kelamı onların temiz yüreklerinden kaynamış ve ırmak gibi olan dillerinden akmıştır.”
(Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 261)

MEVLANA, GÖKTEN ETLİ PİLAV İNDİRİYOR
İlahi dost Bahâeddin Bahrî hikâye etti: Mevlânâ hazretleriyle daha tanışmamıştım. Bir gün Çelebi Hüsameddin benim evimi şereflendirmişti. O anda Mevlânâ’nın merdivenlerden yukarı çıktığını gördüm. “Emir Bahâeddin, Çelebi hazretlerini bizim elimizden kapmak mı istiyorsun?” dedi Mevlânâ.
Ben baş koydum ve “Her ikimiz de Mevlânâ hazretleri tarafından kapılmış olan candan kullardanız” dedim ve o gelip oturunca yemek hazırlatmayı düşündüm.
“Bir şeycik getir” buyurdu tam bu sırada Mevlânâ. Ben getirmek üzere kalktım.
“Hizmetçiye bağır da o getiriversin” dedi Mevlânâ.
Bunun üzerine ben hizmetçiye “Hazır neyin var” diye Rumca sordum.
“Şimdi yemek yedik ve kapları yıkamak için tencereye sıcak su koydum” dedi hizmetçi.
“Hizmetçi o tencereyi getirsin!” buyurdu Mevlânâ.
Sonra sahan ve kâseyi istedi, kendi eliyle tencereden kâseye biraz koydu. Bu koyduğunun kızartılmış etli pilav olduğunu gördüm. Güzelliği ve tadı bakımından eşsizdi. Hepimiz boş tencereden bu kadar yemeğin nasıl çıktığına şaşıp kaldık.
“Bu, Tanrı tarafından gelmiş bir gayb yemeğidir. Onu yemek gerekir!” diye buyurdu Mevlânâ.
(Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 295)

MEVLANA, TÜRK’Ü AŞAĞILIYOR
Mevlânâ şu hikâyeyi anlattı:
Bir Türk şehre gelmişti. Birdenbire bir medresenin kapısına geldi. Medreseyi süpürülmüş ve sulanmış, fakihlerin de büyük sarık ve elbiseleriyle oturduklarını gördü. Bir an sonra medresenin kapıcısının geldiğini gördü. Kapıcı medresede bulunanlardan her birisine tayin edilen ekmeği, eti ve diğer şeyleri getirip verdi. Bu durum Türk’ün çok hoşuna gitti.
Ertesi gün zavallı Türk, çoluk çocuğunu terk edip başına bir sarık sardı, bir cübbe giydi ve medreseye girdi. Müderrise selam verip yanına oturdu. Müderris fakih, fakirdi. Gelenin bilgin olmadığını, bu sarıkla cübbeyi mahsus giydiğini zekâsıyla anladı ve dedi ki: “Ey azizim! Dış süs, cübbe ve sarıkla kimse danişment ve fakih olmaz, mücadelesiz kimse müşahedeye ulaşmamıştır. Yıllarca didinip kendi kendini tüketmek ve bunu tekrar etmek, kandil isiyle kararıp bulanmak lazımdır ki, Tanrı’nın uygulamasının yardımıyla bir insan insan olsun. Ona bakan insan olan ve olmayan kişi ondan insanlık öğrensin.”
Mevlânâ bu hikâyeyi anlattıktan sonra, “O halde görünüşe tapan, görünüşün süsü içinde kalmış olan, dış terbiye ile yetinen, gösteriş için fereci giyen ve asla özü bilmeyen ve görmeyen topluluk, sözü edilen bu Türk gibidir.”
(Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 331)

MEVLANA’DAN BİR GECEDE 70 DEFA MUAMELE
Bir gün Kira Hatun’un aydınlanmış içinden “Mevlânâ hazretleri, epey zamandır az yemek, az uyumak, semâ yapmak, oruç tutmak, bilgiler saçmak ve söz söylemek hususunda çok mübalağa ediyor, çetin riyazet çekiyor ve bundan dolayı bize hiç iltifat etmiyor, cinsel yakınlık göstermiyor. Acaba beşer sıfatından ve şehvetten onda hiçbir iz kalmadı mı? Yoksa iştihası tamamen söndü de o lezzetten vaz mı geçti?” diye düşündü.
Hemen o gece Mevlânâ, Kira Hatun’u ziyaretle şereflendirdi ve kükremiş mest bir aslan gibi yetmiş defa muamelede bulundu. Nihayet Kira Hatun, Mevlânâ’nın elinden medresenin damına kaçıp bağışlanmasını diledi. Fakat Mevlânâ hazretleri “Daha tamam olmadı” diye ısrar etti.
(Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 364)

MEVLANA, TOPRAĞI ALTINA ÇEVİRİYOR
Yine nakledilmiştir: Meşhur bir bestekâr ve zamanın üstadı olan Kaval Kemâl’in içinden bir dost semâsı sırasında “Acaba bu semâda benim tefime ne kadar atılacak? Diye geçti. Mevlânâ hazretleri yerden bir avuç toprak alıp onun tefine attı ve “Al da gözüne sok!” dedi. Kaval Kemâl tefinin altınla dolduğunu gördü.
(Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 366)

MEVLANA, KADIN KARŞITI
“Kadınlara danışın, sonra onların söylediklerinin tersine hareket edin.
Karılarına başkaldırmayan kişiler, nefeslerini tüketirler.”
(Mesnevî, Cilt 1, Beyit 2956)

TARİKATÇI MEVLANA
Tarikat ve hakikatte velilere secde etmek, onları ağırlamak, Tanrı’ya şükür ve secdede bulunmak ve onu ağırlamak demektir.
(Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 403)

MEVLANA, TÜRKLERE HAKARET EDİYOR
Yine meşhur bir hikâyedir: Bir gün Şeyh Selâhaddin hazretleri bağını yapmaları için ücretle Türk rençperler tutmuştu. Bunu gören Mevlânâ hazretleri şöyle buyurdu: “Efendi, bağ yapımında Rum rençperler, bozumunda ise Türk rençperler tutmak gerekir. Çünkü dünyayı imar etmek Rumlara, yıkmak ise Türklere özgüdür.”
“Her şeyden arı duru olan yüce tanrı, dünyayı yarattığında önce gafil kâfirleri yaratıp onlara uzun ömür ve büyük kuvvet verdi. Nihayet onlar hiçbir şeyden haberi olmayan rençperler gibi toprak âlemini imar etmeye çalıştılar. Yüzyıllar sonra gelenlere örnek olsun diye nice şehirler, dağların tepelerine kaleler ve tepelerin üzerinde tarlalar yaptılar.”
“Sonra da azar azar bu imaretlerin harap olması için Tanrı’nın takdiri şöyle bir tedbirde bulundu: Bunları yıkmak için Türkleri yarattı; onlar da çekinmeden ve acımadan gördükleri her imareti yıkıp harabeye çevirdiler; hâlâ da yapıyorlar ve kıyamete kadar da böyle yapacaklar. Konya şehri de yine merhametsiz Türk zalimlerin eliyle harap olacaktır.”
(Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 542)

MEVLANA, MESNEVİ’Yİ KURAN İLE AYNI GÖRÜYOR
Mevlâna hazretleri şöyle buyurdu:
“Şunu da bilmek gerekir ki Kuran; güzel yüzlü, latif ağızlı, türlü elbiseler ve ziynetlerle süslenmiş, hatadan kusurdan uzak, kuşkulardan arı duru bir gelin gibidir, fakat gayret ve ibret peçesi altında gizli kalmıştır.”
“Bizim Mesnevî’miz de böyle manevi bir dilberdir. Kendi güzellik ve olgunluğunda bir eşi yoktur. Aydın gönüllü nazar sahipleri ve ciğeri yanmış âşıklar için o, süslenmiş bir bağ ve lezzetli bir rızktır.”
(Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 573)

MEVLANA, OĞLUNU EMDİRİYOR
Yine Hüsameddin İskender, Cemâleddin Kemerî, Sirâceddin Tatrî ve İmam İhtiyâreddin Ömeri gibi akıllı bilginler ve arkadaşların ileri gelenleri şöyle rivayet ettiler:
Sultan Veled hazretleri memedeyken daima Mevlânâ’nın kolları arasında uyurdu. Mevlânâ teheccüd zamanı kalkıp gece namazını kılmak istediğinde Sultan Veled bağırır ve ağlardı. Mevlânâ hazretleri onu susturmak için namazı bırakıp kucağına alırdı; süt emmek istediğindeyse mübarek memesini onun ağzına sokar ve Tanrı’nın emriyle babalık şefkâtinin çokluğundan memesinden “içenler için çok elverişli halis ve saf süt akardı”. Sultan Veled de bu mana ve hakikat aslanının sütünden doya doya içer ve uyurdu.
Veled on yaşına geldiğinde bütün toplantılarda babasının yanında otururdu. Gençlik zamanında onları gören birçok kişi Sultan Veled’i Mevlânâ’nın kardeşi sayardı ve Mevlânâ da ona daima “Sen yaratılış ve ahlâk itibarıyla bana herkesten çok benzersin” der ve onu çok severdi. Bu sevgisinden dolayı da ona babasının adını ve lakabını vermişti.
Derler ki: Mübarek dilini ağzına sokar, onu yalar, yüzünü ve saçlarını öperdi.
(Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 585)

SULTANIN SIRRINI SAKLA
Sakın sultanın sırrını kimseye söylemeyesin
Ve şekeri de sineğin önüne dökmeyesin.
(Mesnevî, Cilt III, s. 4/20

Eğer şeker eşeği neşelendirseydi,
Eşekçi onun önüne kantarlarla şeker dökerdi.
(Mesnevi, Cilt VI, s. 280/162)

TÜRKLERİN AŞAĞILANMASI
Dostların ileri gelenlerinden nakledilmiştir: Bir gün Muineddin Pervâne, Mevlânâ’ya “Bizim askerimiz diye buyurduğunuz Cengizhan sülalesinin devleti ne zaman sona erecek ve onların sonu ne olacak?” diye sormuştu.
Mevlânâ şöyle dedi: Tanrı, Muhammed’e vahiy yoluyla “Benim birtakım askerlerim vardır. Ben onları doğu tarafında yerleştirdim ve onlara Türk adını verdim. Onları hiddet ve gazab arasında yarattım. Herhangi bir kul, bir ümmet benim emrimi yapmazsa, bunları onların üzerine musallat ederim ve bunlar aracılığıyla onlardan öç alırım” diye bildirdi.
(Ariflerin Menkıbeleri, sayfa 711)

Değerli Dostlar,

Bilgisizlerin sözlerine değer vermeyiniz.

Yılmaz Dikbaş
24 Eylül 2021, Cuma
0532 233 31 52

İçimizdeki Amerikalılar

Gerçek bir hikaye…

Yıl 1987.

Ülkemizin en büyük holdinglerinden birisinde işe başladım. Yapmam gereken iş; genel satış portföyüne müşterilerimizin ihtiyacı olan malzeme guruplarını eklemek ve ciro ile karlılığa katkı sağlamaktı.

Deli gibi araştırmalar yapıyorum.

Bu ürün araştırmalarımdan birisi için aynı holdingin yeni kurduğu dış ticaret şirketindeki ilgili ürün departmanına gittim. Amacım Kereste ticareti, fiyatlandırması, karlılığı ve sürekliliği hakkında genel bilgiler almak ve uygun satın alma sözleşmeleri yapmaktı.

Departmanın başında konusuna hâkim ve aynı yaşlarda olduğumuz, üstelik İstanbul gibi devasa bir şehirde 200 metreyi bile bulmayan yakın mesafede ikamet ettiğimiz bir genç insan vardı. Bu genç adamla aylar içerisinde ailece görüşecek kadar çok iyi arkadaş olduk, ama ben kereste satmamızın uygun olmayacağına çoktan karar vermiştim. Özellikli bir ürün olması ve hileleri son derece bol olan bir iş olması nedeniyle satış listelerimiz için uygun bulmadım.

Sanıyorum ailece görüşmeye başladığımız günden 6 ay sonra bize oturmaya geldiler.

Ben Amerika’ya gidiyorum, işten ayrıldım. Hem Allahaısmarladık demek hem de ayrıldığımı haber vermek için uğradık dedi.

Oraya iş için gitmiyordu. Sadece adını söylemediği kişiler tarafından davet edilmişti ve dönüşünde aynı işe geri dönemeyeceği gibi ne iş yapacağını da bilmiyordu.

Muhteşem bir ücret ve çok güzel bir düzeni varken, böylesine belirsizlikler içinde riskler almış olmasına çok şaşırmıştım.

Gitti…

3 ay sonra döndüğü için bu sefer de ben eşimle hoş geldin ziyaretine gittim.

Masanın üzerine 2 tane kalın Bond çanta getirdi.

Birisi tamamen uçak bileti ve otel faturaları doluydu, Amerika’da ayak basmadık yer bırakmamıştı. Biletlerin parası ile oturduğumuz nezih semtte en az 3 daire alabilirdi. Hiç birisi için kendi cebinden para harcamamıştı.

Diğer çanta ise silme kartvizit doluydu. Yeryüzünün ne kadar büyük, değerli firmalarının yönetim kurulları, CEO’ları ve departman müdürleri varsa o çantadaydı.

Benim sorduğum meraklı sorularımın hiç birisine yanıt vermedi. Sürekli geçiştirdi, unutturmaya çalıştı. Amerika’dan bakınca Türkiye komünist bir ülke olarak görünüyor, Devletin sahip olduğu çok fazla işletme ve banka var diye bir tartışma açtı. O yıllar da özelleştirme işleri için kolları sıvayan T. Özal da aynı şeyleri mırıldanmaya başlamıştı zaten.

Aslen Devlet memuru olup, Meclis adına devletin tüm işletmelerinin denetimini yapan eşimle sıkı bir tartışmaya giriştikleri için o basit sorularımın hepsi havada kaldı.

Gelişinden sonra ilerleyen ay ve yıllar içerisinde onun yaptığı işlere ilişkin, 35 yılı bulan çok fazla anılarımıza ait en çarpıcı ve özet iş listesi şöyle oldu:

Kısa süre sonra inanılmaz büyük bir kereste ticarethanesi açtı. Sermaye yetmeyecek kadar büyük bir iş için ortaklarım var, küçük hissedarım dedi ve geçiştirdi. Uzmanlık alanı olan bu işte çok başarılı olacağını düşünüyordum, yanılmışım. İşi 1 yıl içerisinde tasfiye etti ve bıraktı.

1 ay sonra beni yeni işim diye bir fabrikaya davet etti. Evime yakın olduğu için gittim.

Yüzlerce çalışanın olduğu bir tekstil atölyesi. Makineler tıkır tıkır işliyor, bir yandan kamyonlarla kumaşlar geliyor, diğer yandan kolilerle bitmiş ürünler başka kamyonlara yükleniyordu. Arkadaşım artık ABD ye iç çamaşırı satıyordu. İhracat bağlantıları kendim için düşünemeyeceğim rakamsal boyutlardaydı.

Bu işler de çok uzun sürmedi. Onu da kapattı.

Peki şimdi ne yapıyorsun diye sordum.

Milyar dolarlık bir sözleşmeyi önüme koydu ve dedi ki;

Bu ABD’li firma Azerbaycan’a bu malları bu bedelle satmış, bana %2 karşılığında danışmanlık verdi. Aynı köken ve aynı dilde olduğumuz için sorun çıkarsa ben devreye gireceğim. Ya çıkmazsa? Nitekim çıkmadı ve parasını aldı. Her şey yasal, her şey tıkırında.

Sonra yine ülkemizin en büyük holdinglerinden bir gıda firması ile ortaklık anlaşması yaparak Moskova’ya şube açtı, depo kurdu.

Sanıyorum 1 yıl kadar yaptı o işi ve sonrasında benimle bağlantısı koptu. Yıllar içerisinde çok büyük işlere imza atıyor, sözde inanılmaz kazançlar elde ediyordu, ama hiçbir işi 1 yıldan fazla sürmüyordu.

Aradan geçen 4 yıldan sonra Piyade okulundan sevdiğim bir arkadaşımla buluştum. Aynı firmada genel müdür yardımcısı olmuş. Şükrü kardeşime bu işten ve arkadaşımdan bahsedip, adını vererek, firma içerisinde bir sorgular mısın? Bu arkadaşıma ne oldu? Nereye gitti? İz var mı? Dedim.

Yaklaşık 20 gün sonra Şükrü beni aradı.

Sen bu adamı nereden tanıyorsun? Adını bile telaffuz ettiğim için patron neredeyse beni kapı önüne koyuyordu dedi, beni bile dinlemeden telefonu yüzüme kapattı.

Olaylar artık iyice esrarengiz bir hal almış, bütün gizemi ile beni sarmıştı. Gerçekten ne olmuştu?

Kendimi işlerimin, projelerimin, hayallerimin ırmağına salmış akıp giden zaman içerisinde su gibi akıyordum. Her şeyi unuttuğum, bu sorulardan uzaklaştığım günlerin üzerinden 2 ya da 3 yıl geçmişti.

Cep telefonumun ekranında ABD kodu ile bir numara tarafından arandığımı gördüm, açtım.

Bildiniz.

Kayıp arkadaşım ABD’den arıyordu. Bizim tilki kürkçü dükkanındaydı artık.

Aileyi toplayıp gitmiş, yerleşmiş ve İşletme mezunu olmasına rağmen İnşaat Mühendisliği okumaya başlamış.

Üniversiteyi bitirdi. ABD’nin en büyük devlet şirketinde işe başladı. Proje mühendisi olarak bu şirketin Afrika, Afganistan gibi karışık tüm ülkelerinde çalıştı. 1 yıl önce Afganistan’daki işi bitirip döndü ve şimdi Washington’da oldukça büyük bir kamu projesinin başında.

Bu münferit hikâyeyi sizlere anlatırken esas olarak neler öğrendiğimi, bu yaşamış olduğum gerçek hikayenin nasıl bir sonuç doğurduğunu yeniden gözden geçirdim;

Amerika ( ve diğer emperyalist ülkeler) her yıl ülkemizde yetenek avcılığı yaparak çok sayıda insanı davet ediyor, bu davetlerde beyin olarak kendisine hizmet edebilecekleri, uygun olacağını tespit ettiklerini, ayıklıyor ve tekrar ülkeye gönderiyor. Herkes kendi yetenekleri alanında işler yaparken verdiği desteklerle onları adım adım büyütüyor. Verilen görevi başarı ile tamamlayanlar arasında korunup, kollanması gerekenleri (özellikle istihbarat konusunda hizmet edenleri)  kendi ülkesi içerisine alarak refah içerisinde bir ömür geçirmesi için gereken neyse yapıyor.

Kimisi yazar, kimisi gazeteci, kimisi siyasetçi, iş adamı, kimisi de “bizim çocuklar”  olarak karşımıza çıkıyor. Herkesin başarılı olmasını, kendi alanında yükselmesini elbette ki beklemiyor. İstenilen etkinlik ve kademelere gelinmesinin uzun yıllar alacağını da biliyor. Etkili beyin silahlarını ülkemizde yaşatarak korurken, gizli işler yapmış olanları da yanına alarak koruyor. Uzun yıllar içerisinde yaptırdığı işler ise yükselişi ve ekonomik yaşamı kamufle edecek hikayeler oluşturduğundan ayıklanamıyor. Bu kamuflaj kişisel yetenekler sayesinde olmuştur yargısının ispatı oluyor.

CIA’nın eski başkanı kendi kitabında ülkemizin tek adamla yönetilmesinin , siyaseten tepede bulunacak en fazla 3 adamın yeterli olacağının bilgisini yazdığını ve bu hedefe uygun her şeyin yapılması gerektiğini politik hedef olarak alındığını bilmeyenimiz yoktur her halde. Adamlar artık hiç bir şeyi saklamayacak, ortalıkta gözümüzün içerisine bakarak konuşacak seviyeye çok uzun zaman önce geldiler.

Şimdi siz tekrar tekrar her guruptan insanın yaptıklarına bakarak aslında neye ve kime hizmet ettiğini bir kere daha sorgulayın.  Şu içinde yaşadığımız günlerde yaşanan ani dönüşleri, ağzımızı açık bırakan farklı söylemleri, beklemediğimiz destek çıkışlarını daha dikkatli inceleyin. En az 70 yıldır devam eden bu uygulamanın içimizde kaç kişi oluşturduğunu ve hangi görevlere yerleştirildiğini, neden isteklerimizi yapacak güçlerin aniden yok olup başımıza balyoz olduğunu daha farklı bir pencereden sorgulayın. Referandum sırasında karşımıza Yetmez ama EVET diye çıkanları da ayrıca çok iyi gözden geçirmek gerek. Proje iktidarı her sıkıştığında maalesef yeni yüzler de ortalığa dökülüyor, yeni ortaklıklar oluşuyor, imkansız görülen ne varsa oluyor. Şahsi kanaatim; yıllar içerisinde desteklenmiş asgari 15 bin kişinin 85 milyonun gözünde KANAAT ÖNDERİ olarak görülecek seviyeye getirildiği ve AKİL ADAMLAR olarak peşinden gidildiğidir.

Her güzele sarılmanın ve sonra da yanılmanın maliyeti ülkeyi elimizden kaydırdı. Kurtarıcı diye baktıklarınızın aslında bizim cellatlarımız olacağını düşünerek temkinli hareket etmek ve aklımızı kullanmak zorundayız. Halen sıkışık dönemlerde ortaya birer birer atılan ve asla öyle değildir, kesinlikle olamaz dediğimiz şahsiyetlerin çıktığını gördüğümüzü belirtmiştim. Bu piyonlar kurgulanan oyun senaryosunun çökmemesi ve elde edilen kazanımların kaybedilmemesi uğruna satranç tahtasında hareket ediyorlar. Şahlarına mat çekemeyecek kadar her konuda etrafımızın sarıldığını, bunları aşacak gücümüzün olduğunu, umutlarımızı asla kaybetmememiz gerektiğini bilmeliyiz.

Ve en önemlisi;

Gerçekten aramızda olan, iyi olan insanları bu tuzak kurucuların sözlerine inanarak harcamamalıyız.

Birkaç inandırıcı hikâye ile bu güzelim ülkenin HİKAYE olmasına müsaade etmemeliyiz.

Arkadaşımla içinde yaşadığımız gizemi ve sırları konuşmadan arkadaşlığa devam ediyoruz.

Onun bu ülkeye bahsettiğim manada zararı olmadı.

Ne olduysa Rusya’da oldu…