Kategori arşivi: Sanat

Profesyonel

Sırp yazar Duşan Kovacevic’in komedi tarzında yazdığı Profesyonel, Yugoslavya’da sosyalizmin çözüldüğü dönemde bir entelektüelin yaşamını konu alan tiyatro oyunu. İnsana dair duyguların güldürerek ve sorgulayarak sahnelendiği, oyuncuların da oyun içinde oyun kurarak oynadıkları bir oyun üstelik.

Yazarı tarafından filme de çekilmiş Profesyonel, 13 yıldır kapalı gişe oynayan bir oyun. Oyun öncesi, oyunu daha önce izlemiş ve yeniden izlemek üzere benim gibi sıra bekleyen biriyle oyun hakkında ayaküstü konuştuk. Benim bir fikrim yok dedim. O ise, “Biraz antikomünizm propagandası kokuyor” demişti. Oyunu izledikten sonra adamın haline üzüldüm. Muhtemelen bir kez daha izleyince yine öyle düşünecek. Oyunda böyle bir şey yok. Asla yok. Bir şeye körü körüne bağlılığa, o bir şeyin peşinden körü körüne akıp gitmeye karşı çıkan, “hayır” diyen bir oyun nasıl böyle algılanabilir? Acının acıyla anlatılmadığı, tersine acının üstüne çıkılarak seyirciye seslenen oyun, eleştiri ve sorgulama biçimleri bakımında oldukça çarpıcı bir örnek aynı zamanda. Çok da yalın. Her yaştan insan rahatlıkla anlayabilir.

Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği oyunda; Babam ve Oğlum filmindeki rolüyle ve yine Mavi Gözlü Dev adlı filmde Nâzım Hikmet’i canlandırmasıyla sinemadan da tanıdığımız Yetkin Dikinciler, 40’lı yaşlarda bir yayınevinin genel yayın yönetmeni olan Teja rolünü canlandırıyor. İşi gereği sürekli olarak yeni yazar adayları ile görüşmeler yapan Teja’nın ofisine bir gün, dış görünüşü ve tavırları ile daha önce gördüğü yazar adaylarına hiç benzemeyen Bülent Emin Yarar’ın canlandırdığı Luka’nın gelmesi ile Teja, hayatı hakkında bilmediği pek çok şeyi şaşkınlıkla öğrenmeye başlıyor. Gelen yabancı, oyunun başında Teja’nın seyircilere sorduğu “Birisi geçmişinizi değiştirebilir mi?” sorusunun yanıtı da oluyor aynı zamanda. Usta edebiyatçı Theodur karakterine bürünen Dikinciler, oyun sırasında sorular sorarak seyirciyi oyuna katıyor ve böylece tiyatro diliyle sanal bir duvar olan “dördüncü duvarı” yıkıyor. Oyundan kopmanız mümkün olmuyor.

Oyunda Teja ve Luka karakterleri dışında Teja’nın sekreteri ve Teja’nın yayınevinde kitabı yayınlanmadığı için hesap sormaya gelen bir karakter daha var. Fakat bu karakterlerin rolleri oldukça az. Aslında Yetkin Dikinciler’in canlandırdığı Teja karakteri ile Bülent Emin Yarar’ın canlandırdığı Luka karakteri birbirine karşıt iki karakter. Böyle olmasına karşın ikilinin oyun boyunca aralarında gelişen diyalog seyirciyi hayran bırakıyor. “Bir sanat yapıtı neyi konu alırsa alsın, hangi mesajı vermeye kalkarsa kalksın ama önce sanat yapıtı olsun,” dedirtiyor insana. Ki bunu diyorsunuz zaten. Profesyonel tiyatro oyunu, profesyonelce sahneye konmuş her şeyden önce. Teja ve emekli polis Luka rolünü canlandıran oyuncular da hiç kuşkusuz birer profesyonel.

Bir diğer şey: Oyunun başında, “Olabilir mi? Birisi gelip sizin geçmişinizi değiştirebilir mi” sorusu sizin de sorunuz oluyor oyun boyunca. Ve oyun boyunca siz de bu soruya yanıt arıyorsunuz anlama ve algılama eşiğinizin düzeyinde. Merakınız dorukta. Dikkatinizse hiç dağılmıyor. Nefesinizi tutarak bütün kalbinizle kendinizi oyuna veriyorsunuz. Sadece siz değil, herkes öyle.

Luka sayesinde Teja’nın hayatında yalnızca tesadüften ibaret olduğunu sandığı birçok olayın aslı ortaya çıkıyor. Teja gelen emekli polisten kendisi ve geçmişi ile ilgili bilmediği bir yığın şeyi öğreniyor. İlk başlarda Luka’ya ısınamayan ve ondan ve anlattıklarından sürekli kuşkulanan Teja, oyun sonunda geçmişi ve kendisi ile masasının ve daktilosunun başında kalakalıyor. Bir yalnızlık örneği ki… Müthiş!

Tek perde halinde oynanan ve iki saat süren oyundan sonra sıkılmadığınızı, tersine çok keyif aldığınızı hissediyorsunuz. Aslında oyun bitmiyor. Kafanızda sürüyor daha. Belki sürecek daha da… “Aynı oyun karşıma kaç kez çıkarsa sıkılmadan izleyebilirim,” sorusu gelip sizi bulacak olsa; ağzınızdan, “Kaç kez olursa olsun, yeter ki yeniden izleme şansım olsun,” yanıtının çıkması gecikmiyor. İçinizden geçen tümüyle bu. Yeni bir dünyanın, yeni bir görme biçiminin etkisindesiniz artık, kaçarı yok.

Profesyonel, temponun bir kez olsun düşmediği Devlet Tiyatroları’nın en keyifli oyunlarından birisi hiç kuşkusuz. Oyunun hangi ödüller aldığıyla ilgilenmedim doğrusu. Size oyun hakkında vereceğim bilgilerin peşinde de değilim. Ama şunu belirtmeliyim: Yetkin Dikinciler sanki kendisi değil de Teja, Bülent Emin Yarar sanki kendisi değil de Luka… Bunu yaşattılar seyirciye. Bir tiyatro sever olarak benden büyük alkış aldı bu oyun. Şimdiye kadar seyrettiğim ve çok ama çok beğendiğim birkaç oyundan biri ödülünü de…

Sanat zevkinden ve sanatın insana sunacağı estetik hazdan söz eden siz değil miydiniz? İzlemediyseniz bir yolunu bulun ve bu oyunu izleyin. Ama mutlaka izleyin.

Hayrettin Geçkin

Mandalina Bahçesi

Şair Osman Bozkurt’un “öldüren de ölür ölenle birlikte” dizesindeki çağrıya uyandım bu sabah. Uyandım ağaçlar! Uyandım güneş, kuşlar! Penceremi açtım; içeri taşacak oldu gökyüzü. İçim dışarıya taşacak oldu.

Akşamki filmin etkisinden kurtulamadığımı hissettim. Olur zaman zaman bende. Okuduğum bir şiirin, bir öykünün, bir romanın ya da izlediğim bir filmin etkisinde kalırım. Bazen bu etki günlerce, aylarca, hatta yıllarca sürer. İkinci kez izlediğim Gürcü yönetmen Zaza Urushadze’in yazıp, yönettiği 2013 yılı Estonya-Gürcistan ortak yapımı film Mandalina Bahçesi de bende bu etkiyi yaratanlardan biri.

1992’de Gürcü-Abhaz Savaşı başlayınca bölgedeki köy halkı atalarının yaşadığı Estonya’ya kaçar. Mandalina işiyle uğraşan Ivo ve Margus adlı iki Estonyalı kalır yalnızca köyde ve arazilerinde yaralı olarak buldukları biri Gürcü diğeri Çeçen birbirlerine düşman iki yaralı askeri iyileşinceye kadar konuk ederler evlerinde. Olaylar derinleştikçe derinleşir böylece.

Abhazların yanında paralı asker olarak savaşa katılan Çeçen asker, Gürcü askeri öldürmekten başka bir şey düşünmez. Ancak İvo’ya verdiği söz vardır. Derken epey bir zaman geçer ve bir gün köyü Abhaz askerler basar. Çeçen asker Gürcü askeri ele vermez. Müthiş bir dönüşüm, müthiş bir sahne… İnsan olmanın zamanla, bir takım olaylar, öğrenmeler ve deneyimlemeler sonucu kazanılacak bir edim olduğunu düşünmekten başka bir şey yapamıyorsunuz bu sahneyi görünce. Ve anlamsızlığını savaşın…“Savaşa hayır” demek geçiyor içinizden. Kendinizi bir tepeden ovalara çığlık atarken hayal etmenin sırası belki de.

Filmi unutulmazlar arasına sokan hiç kuşkusuz final sahnesi… Köyü bir gün, savaşta Abhazların yanında yer alan Rus askerleri basar. Rus askerlerinin karşısına çıkan Çeçen asker, onları ne yapsa da kendisinin bir Çeçen asker olduğuna ve savaşta Abhazların yanında yer aldığına inandıramaz… Kurşun yağmuruna tutacaklardır Çeçen askeri. Derken Gürcü asker, Rus askerlerini yaylım ateşine tutar ve Çeçen askeri ölümden kurtarır. Çatışma sonucunda Gürcü asker ve Margus hayatını kaybeder. İvo, Gürcü askeri, daha önce Gürcü askerler tarafından öldürülen oğlunun yanına gömer. Çeçen asker de büyük bir acı içinde ayrılır köyden.

Uzun yıllar önceydi “Barış İçin Bir Milyon İmza Kampanyası” düzenlenmişti bir siyasi parti tarafından. O kampanya sırasında tanık olduğum bir olayla birleştirmeye çalıştım filmin sahnelerini:

Bir kadın “Savaş sussun, hayat konuşsun” diye bağırıp duruyor ve imza istiyordu standın başında. Hava soğuktu, kar serpiştiriyordu. Kadın zayıftı, kadın incecikti. Kadın donmamak için hem bağırıyor hem zıplıyordu. Tipi biraz hızını artırsa uçuracaktı belki de kadını…Ama kadın; “Savaş sussun, hayat konuşsun,” diye bağırmaya devam ediyordu. Tek tük insan gelip imza atıyordu kadının görevli olduğu stantta. Merakını giderip imza atmadan çekip gidenlere gücenmiyordu kadın. Hatta sevgiyle bakıyordu arkalarından. Ve bağırmaya devam ediyordu yine: “Savaş sussun, hayat konuşsun diye bir imza, bir imza.”

Kadının yanına biri geldi. Bir adam! Kadın kampanyanın içeriğini anlattı adama, içtenlik vardı yüzünde kadının, sevgi doluydu bakışları. Kar ve tipi hızını artırıyordu git gide. .Adam barışı savunmanın savaşı savunmaktan daha tehlikeli olduğunu kavramış olmalı ki; “Ama kızım, benim torunuma iş sözü verildi, imzamı görürlerse torunumun iş meselesini tehlikeye sokarım.” Adam biraz dalgın, yandaki iş merkezinin ikinci katındaki kıraathaneye çıktı. Oradan bir çay gönderdi kadına; üşümesin, içi ısınsın diye… Kadın o karda, o tipide bağırıyordu durmadan: “Savaş sussun, hayat konuşsun diye bir imza, bir imza…”

Bir süre sonra adam tekrar geldi kadının yanına; “Epey imza toplayabildin mi be kızım?” Kadın; “Sizin imzanız eksik amca!” Adam üzgün biçimde: “Dedim ya kızım…” Adam tekrar kıraathaneye çıktı ve bir çay daha gönderdi kadına. Akşam olmak üzereydi. Ortalık kararmaya başlamıştı. Adam son bir kez daha geldi kadının yanına: “Kızım bu işten sana ne veriyorlar?” Kadın; “Bu imzaların yüzde yirmisi bana kalacak amca!” Kadın bağırmaya devam ediyordu, onu kuşatan soğuğa ve tipiye aldırmadan: “Savaş sussun hayat konuşsun diye bir imza, bir imza.”

İşte size iki ayrı film: Birinde savaş, savaşta ölenler, savaşın acıları, savaşın bıraktığı yıkım; diğerinde “Barış” diyenler, barış için canını dişine takıp mücadele edenler…

Sahi bugün 1 Eylül! Bugün Dünya Barış Günü!

Barış diyorum ben de ve bu yazıya bir şiir iliştiriyorum. Belli mi olur duyarlıklarınıza konar. Uzaklaştırmak istemezsiniz onu. Bu arada size de sorayım: Bir şiir, savaşa karşı çıkabilir mi?

ne kadar uzakta bilmem
ne kadar sürer kavuşmak
kaç insan ömrü eder üst üste
kaç yürek durur askılarda
sürgünlerde kaç insan
kaç kitap zincirde
yeniden kaç hapishane

ne kadar uzakta bilmem
ne kadar sürer kavuşmak
neler söylenir
kaç kahraman çıkar / kaç hain
kaç şiir yazılır sorgularda
kaç yaprak düşer dalından

ne kadar uzakta bilmem
ne kadar sürer kavuşmak
hangi kararlar alınır üstümüze
hangi derin devletler kurulur
kaç saltanat yaşlanır döktüğü kanda
hangi dal çürür / hangi dal filizlenir toprakta
kaç çiçeğe su yürür / hangi şarkılar boylanır
hangi türküler yollarda

ne kadar uzakta bilmem
ne kadar sürer kavuşmak
gün gelir / ellerimizde çiçeklerle bir dünya
barış evimizde, sokağımızda
bakmışsın anadan üryan
çırılçıplak kollarımızda

Hayrettin Geçkin

Askerin Türküsü

Olmadı işte. Bütün gece uyuyamadım. İzlediğim bir film yüzünden.
Askerin Türküsü!
Film, Grigori Çuhray’ın yönettiği 1959 yapımı.
Rusça.

Film; yönetmenin Lenin Nişan’ına laik görülmesi, BAFTA En İyi Film Ödülü kazanması (1961), Cannes Film Festvali-Özel Jürü Ödülü alması, San Francisco Uluslararası Film Festivali-Golden Gate En İyi Fim Ödülü’ne değer görülmesi ya da San Francisco Uluslararası Film Festivali-Golden Gate En İyi Yönetmen Ödülü alması, dahası En İyi Özgün Senaryo dalında Akademi Ödülü kazanmasıyla açıklanacak gibi değil.

Film bütün bunlardan çok fazla. Bunların hiçbirine sığmayacak kadar hem de.

Gücüm olsaydı bu filmi yeryüzündeki bütün insanların izlemesini sağlayacak bir yol, bir yöntem peşine düşerdim.

Birtakım ödüller verilerek film sanki sınırlanmış, diğer filmlerle eşitlenmek istenmiş adeta.

Aslında film, yoğun bir sevgi, saflık ve temizlik üzerinden bir savaş eleştirisi.

Filme estetik açıdan hiçbir şey diyemem ama daha başında askerin savaştan dönemediğini açıklamak, filmin insanda yaratacağı sonsuzluk duygusunun önüne geçmiş bence. Ya da içimi yaraladığı için böyle düşünüyorum. Bana kalsaydı Alyoşa Skvortsov’un (Vladimir İvaşov) sonunu izleyicilerin düş gücüne bırakırdım.

Genellikle bir filmde insan bir karakterle özdeşleşir. Onun yerine koyar kendini. Ben öyle yapamadım: Başından sonuna kadar 19 yaşındaki telsizci Sovyet eri Alyoşa Skvortsov’un yerine koydum kendimi. Altmışı çoktan geçmiş halimle yaptım bunu. Ama annesi yerine de koydum filmle büyülenip dururken. O kadarla da kalmadım? Şura’nın yerine sonra; Alyoşa’nın bindiği vagona kaçak olarak binen o kızın yerine… Yakıştıramadınız mı? Bir sonsuzluk duygusu olarak Alyoşa ile Sura’nın aşkları sardı bedenimi. Sonsuz bir acıyla hem de…

Yaşam içinde beliren birtakım davranışlar filme nasıl da yedirilmiş. Seslendirme, çekimler, sahicilik harika…

Bir savaş filmi mi izledim, bir aşk filmi mi, bir ayrılık ya da özlem filmi mi? Çıkamıyorum işin içinden. Kaldı ki ben savaş filmlerini sevmem de üstelik. İnsanlığın bu ayıp yanıyla problemliyim çünkü. Peki, filmi savaş filmi olmaktan çıkaran ne?

Düşünüyorum yalnızca. Belki de düşünemiyorum. Gözümde zerre uyku yok. Alyoşa ve Şura’nın aşkları ile gecem ışıl ışıl.

Film, II. Dünya Savaşı sırasında annesi ile vedalaşmadan askere alınan ve tank saldırıları sırasında tek başına iki tankı havaya uçurarak generali tarafından madalya ile ödüllendirilen telsizci bir Sovyet askeri Alyoşa’nın öyküsü. Alyoşa madalya yerine annesini görmek ve onunla vedalaşmak için izin ister generalden. Bir de evlerinin çatısı onarılacaktır. Olaylar iki günlük tren yolculuğu sırasında gelişir.

Dışarı çıkıp yıldızlara baktım. Sessizliğini dinledim gecenin. Ay yorgun. Dünya yerinde duruyor. Tekrar oturdum masamın başına. Aklım filmde. Aklım Şura’nın trenden indiği ve Alyoşa ile ayrıldıkları yerde. Keşke Alyoşa askerliği bırakıp gitseydi Şura’nın peşinden diyorum. Ben yüzde bin beş yüz öyle yapardım. Aklım Şura’nın Alyoşa’dan ayrıldıktan sonraki adımlarında. Adımları nasıl da kısılmıştı Şura’nın. Kulaklarımda; Alyoşa’nın “Döneceğim anne!” sesleri.

Araya bir şiir dizesi giriyor: “Bir şiir savaşa karşı çıkabilir mi?” Sonra başka bir dize daha: “Savaş sussun hayat konuşsun.”

Düş halindeyim. Tanrı olsam bir günlüğüne ve bu filmi bütün insanlara izletsem. Çocukların sevgiyle büyümesinin önündeki bütün engelleri kaldırsam. Bütün silahları dünyanın dışında bir yere gömsem.

Kimse ölmese aşktan ölene kadar. Bu dize fazla geldi. Çünkü bir gün önceki konuşmamın içinde de vardı. Gereksiz tekrarlar yaptığım söyleniyor bu yüzden. Razıyım. Kimse ölmesin aşktan ölene kadar.

Sevgili insanlar! Biliyorum uykudasınız. Biliyorum Tanrı falan olamam bir günlüğüne bile olsa. Ama siz bir yolunu bulup bu filmi izleyebilirsiniz.

Hayrettin Geçkin

Dünya Tanık Ol Bize

Yükselen Alçak Değerler

 

Dünya Tanık Ol Bize

Bu yazı, Türkiye Yazarlar Sendikası Çanakkale Temsilciliği olarak 60.Troia Festivali kapsamında yer aldığımız DOĞA-BARIŞ ve İNSAN konulu etkinliğindeki açılış konuşmam (11.08. 2023).

Bana uzun bir öykü anlat
Bir sözcükte geçsin bütün macera

Bu dizelerin isteğini yerine getiremem. Ancak Aziz Nesin ve Yaşar Kemal’in de kurucuları arasında yer aldığı Türkiye Yazarlar Sendikası adına sizleri selamlayıp, bu etkinliği ete kemiğe büründüren ve sizlere taşıyan arkadaşlarıma teşekkür ettikten sonra olabildiğince kısa bir konuşma yapabilirim.

DÜNYA TANIK OL BİZE!

Yaşanır kentler; adil, demokratik ülkeler ve barış içinde bir yeryüzü düşlediğimizi bil. Vicdanı olduğumuzu yeryüzünün…

Üzerinde yaşadığımız tarih denizi ve kültürler müzesi Çanakkale’yi aşkın, sanatın ve edebiyatın incelttiği bir kente dönüştürmek için yanımızda ol.

Denizlerin, karaların ve suların aşkıyla sesleniyoruz sana: Salt kendi çıkarlarımızı algılama kolaylığına asla düşmeyeceğiz.

“Nerde bir dal kırılsa orda atar kalbimiz.”

Çünkü bizler insanlığın oğlu ve kızlarıyız.

Sayende özgürüz ve özgürlüğümüz kaynağını başkalarının yaşam hakkını ve doğa haklarını savunmaktan almakta.

Böyle olmazsa insanlıktan düşeriz yoksa.

Düşünceyi yasaklayanlara, cehaleti sermaye yapıp insanları sefalete itenlere ve kurdu kuşu yuvasından edenlere öfkeliyiz.

“Ahlak birlikte yaşamak için, sanat da yaşamı anlamlı kılmak için gereklidir.” Bu nedenle karşısındayız yükselen alçak değerlerin…

DÜNYA TANIK OL BİZE!

Yazıp çizdiğimiz ne varsa her biri iyi niyetli ve iyi kalpli; ancak dünyayı güzeltmek için de ısrarlı aynı zamanda.

Bir kıyıdan bütün denizlere ve bir tepeden bütün insanlara kardeş olmak istiyoruz. Ne olur, dileğimizi makbul tut!

Yeryüzü her düşünceden, her kültürden ve her renkten bir çiçek tarlasına dönüşebilir.

Sanatın kolları çözülsün bu arada.

Kimse ölmesin aşktan ölene kadar!

“Bu hasret bizim!”

Hayrettin Geçkin

Ahlaklı Olmak | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

Umudu Büyütüyoruz Sanat Buluşması | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

Türk Sinemasında Sanat Filmleri

“A Ay” desem?

Peki, “Hababam Sınıfı” desem? Filmin özgün müziğini yapan Melih Kibar’ı saymazsak; Güdük Necmi’yi, İnek Şaban’ı, Damat Ferit’i, Hayta İsmail’i, Kel Mahmut’u, Hafize Ana’yı, Badi Ekrem’i kim hatırlamaz.

Parçala Behçet, Beş Dakikada Beşiktaş, Tak Fişi Bitir İşi, Turist Ömer, Savulun Battal Gazi Geliyor, Kara Murat Fatih’in Fedaisi, Davaro, Kibar Feyzo, Sahte Kabadayı, Dünyayı Kurtaran Adam, Acıların Çocuğu, Recep İvedik… filmlerini duymayan ya da izlemeyen yok gibidir.

Baştaki filmi neden çıkaramadık?

Çünkü Türk sinema tarihinde yapılmış en sofistike sanat filmi. Diğerleri ise dönemsel ve ticari eğilimlere göre “kotarılmış” popüler filmler. Hatta içlerinden bazıları; artizler kahvesinde kastı yapılıp bir hafta gibi rekor sürelerde, kimi zaman senaryosuz olarak, çekilmiş B sınıfı çöp filmler.

Nedir bir filmi sanat filmi yapan? Bunun herkesçe kabul edilen genel geçer bir kuralı var mıdır? Neden bazı filmler elli bin seyirciye ulaşamazken bazıları üç milyon seyirciye ulaşır? Sanat filmi kategorisindeki bir filmin gişe hasılatı rekoru kırması olası mıdır?

Tüm bu soruların yanıtlarını aramaya başlamadan önce kendi seçkim olan ve sanat filmi kategorisine girebileceğini düşündüğüm bir listeyi paylaşmak istiyorum:

Susuz Yaz (Metin Erksan, 1963), Gurbet Kuşları (Halit Refiğ, 1964), Sevmek Zamanı (Metin Erksan, 1965), Vesikalı Yarim (Lütfi Akad, 1968), Umut (Yılmaz Güney, 1970), Senede Bir Gün (Ertem Eğilmez, 1972), Gelin (Lütfi Akad, 1973), Canım Kardeşim (Ertem Eğilmez, 1973), Arkadaş (Yılmaz Güney, 1974), Diyet (Lütfi Akad, 1974), Tosun Paşa (Kartal Tibet, 1976), Mağlup Edilemeyenler (Atıf Yılmaz, 1976), Kapıcılar Kralı (Zeki Ökten, 1976), Selvi Boylum Al Yazmalım (Atıf Yılmaz, 1977), Sürü (Zeki Ökten, 1978), Maden (Yavuz Özkan, 1978), Bereketli Topraklar Üzerinde (Erden Kıral, 1979), Banker Bilo (Ertem Eğilmez, 1980), Yol (Şerif Gören, 1981), Ah Güzel İstanbul (Ömer Kavur, 1981), Duvar (Yılmaz Güney, 1983), Hakkari’de Bir Mevsim (Erden Kıral, 1983), Bir Yudum Sevgi (Atıf Yılmaz, 1984), Namuslu (Ertem Eğilmez, 1984), Züğürt Ağa (Nesli Çölgeçen, 1985), Adı Vasfiye (Atıf Yılmaz, 1985), Yılanların Öcü (Şerif Gören, 1985), Aaah Belinda! (Atıf Yılmaz, 1986), Asiye Nasıl Kurtulur (Atıf Yılmaz, 1986), Değirmen (Atıf Yılmaz, 1986), Anayurt Oteli (Ömer Kavur, 1986), Muhsin Bey (Yavuz Turgul, 1986), Ses (Zeki Ökten, 1986), Kadının Adı Yok (Atıf Yılmaz, 1987), Düttürü Dünya (Zeki Ökten, 1988), Uçurtmayı Vurmasınlar (Tunç Başaran, 1989), A Ay (Reha Erdem, 1989), Piano Piano Bacaksız (Tunç Başaran, 1990), Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (Yavuz Turgul, 1990), Camdan Kalp (Fehmi Yaşar, 1990), Madde 438 (Ümit Efekan, 1990), Ateş Üstünde Yürümek (Yavuz Özkan, 1991), Gölge Oyunu (Yavuz Turgul, 1992), Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri (İrfan Tözüm, 1992), Dönersen Islık Çal (Orhan Oğuz, 1992), Sarı Tebessüm (Seçkin Yaşar, 1992), Kız Kulesi Aşıkları (İrfan Tözüm, 1993), Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (Atıf Yılmaz, 1993), Böcek (Ümit Elçi, 1994), İstanbul Kanatlarımın Altında (Mustafa Altıoklar, 1995), Eşkıya (Yavuz Turgul, 1996), Mum Kokulu Kadınlar (İrfan Tözüm, 1996), Hamam (Ferzan Özpetek, 1996), Tabutta Rövaşata (Derviş Zaim, 1996), Akrebin Yolculuğu (Ömer Kavur, 1997), Ağır Roman (Mustafa Altıoklar, 1997), Masumiyet (Zeki Demirkubuz, 1997), Gemide (Serdar Akar, 1998), Laleli’de Bir Azize (Kudret Sabancı, 1998), Her Şey Çok Güzel Olacak (Ömer Vargı, 1998), Mayıs Sıkıntısı (Nuri Bilge Ceylan, 1999), Üçüncü Sayfa (Zeki Demirkubuz, 1999), Propaganda (Sinan Çetin, 1999), Renkli Türkçe (Ahmet Çadırcı, 1999), Güneşe Yolculuk (Yeşim Ustaoğlu, 2000), Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (Serdar Akar, 2000), Filler ve Çimen (Derviş Zaim, 2001), Yazgı (Zeki Demirkubuz, 2001), Uzak (Nuri Bilge Ceylan, 2002), Martılar Açken (Bülent Pelit, 2002), Metropol Kabusu (Ümit Cingüven, 2003), Bekleme Odası (Zeki Demirkubuz (2003), Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (Ahmet Kuruçay, 2004), Duvara Karşı (Fatih Akın, 2004), Yazı Tura (Uğur Yücel, 2004), Takva (Özer Kızıltan, 2005), Babam ve Oğlum (Çağan Irmak, 2005), Meleğin Düşüşü (Semih Kaplanoğlu, 2005), Gönül Yarası (Yavuz Turgul, 2005), Pardon (Mert Baykal, 2005), Türev (Ulşa İnaç, 2005), Eve Dönüş (Ömer Uğur, 2006), İklimler (Nuri Bilge Ceylan, 2006), Hokkabaz (Cem Yılmaz, Ali Taner Baltacı; 2006), Kader (Zeki Demirkubuz, 2006), Mavi Gözlü Dev (Biket İlhan, 2007), Pazar: Bir Ticaret Masalı (Ben Hopkins, 2007), Sis ve Gece (Turgut Yasalar, 2007), Yumurta (Semih Kaplanoğlu, 2007), Yaşamın Kıyısında (Fatih Akın, 2007), Kabadayı (Ömer Vargı, 2007), Üç Maymun (Nuri Bilge Ceylan, 2008), Issız Adam (Çağan Irmak, 2008), Pandora’nın Kutusu (Yeşim Ustaoğlu, 2008), Devrim Arabaları (Tolga Örnek, 2008), Sonbahar (Özcan Alper, 2008), Gölgesizler (Ümit Ünal, 2008), Süt (Semih Kaplanoğlu, 2008), Hayat Var (Reha Erdem, 2008), Bal (Semih Kaplanoğlu, 2009), Başka Dilde Aşk (İlksen Başarır, 2009), Ali’nin Sekiz Günü (Cemal Şan, 2009), Kıskanmak (Zeki Demirkubuz, 2009), Çoğunluk (Önder Çakar, Seren Yüce; 2010), Kaybedenler Kulübü (Tolga Örnek, 2010), Aşk Tesadüfleri Sever (Ömer Faruk Sorak, 2010), Kosmos (Reha Erdem, 2010), Teslimiyet (Emre Yalgın, 2010), Bir Zamanlar Anadolu’da (Nuri Bilge Ceylan, 2011)…

[Liste uzatılabilir: Zerre (Erdem Tepegöz, 2012), Tepenin Ardı (Emin Alper, 2012), Yeraltı (Zeki Demirkubuz, 2012), Küf (Ali Aydın, 2012), Yozgat Blues (Mahmut Fazıl Coşkun, 2013) Hükümet Kadın (Sermiyan Midyat, 2013), Gözümün Nûru (Melik Saraçoğlu, Hakkı Kurtuluş; 2013), Kusursuzlar (Ramin Matin, 2013), Kuzu (Kutluğ Ataman, 2014), Sivas (Kaan Müjdeci, 2014), Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku (Çiğdem Vitrinel, 2014), Kış Uykusu (Nuri Bilge Ceylan, 2014), Abluka (Emin Alper, 2015), Bulantı (Zeki Demirkubuz, 2015), Ana Yurdu (Senem Tüzen, 2015), Mustang (Deniz Gamze Ergüven, 2015), Sarmaşık (Tolga Karaçelik, 2015), Köpek (Esen Işık, 2015), Babamın Kanatları (Kıvanç Sezer, 2016), Koca Dünya (Reha Erdem, 2016), Kor (Zeki Demirkubuz, 2016), Albüm (Mehmet Can Mertoğlu, 2016), Ahlat Ağacı (Nuri Bilge Ceylan, 2018), Müslüm (Ketche, Can Ulkay; 2018), 7. Koğuştaki Mucize (Mehmet Ada Öztekin, 2019), Karakomik Filmler 1 (2 Arada, Kaçamak) (Cem Yılmaz, 2019), Karakomik Filmler 2 (Deli, Emanet) (Cem Yılmaz, 2020), Beni Çok Sev (Mehmet Ada Öztekin, 2021), Bergen (Mehmet Binay, M. Caner Alper; 2022)…]

Şimdi de bu (ilk) listeden bir top yirmi çıkaralım:

1. A Ay (Reha Erdem, 1989)
2. Anayurt Oteli (Ömer Kavur, 1986)
3. Sevmek Zamanı (Metin Erksan, 1965)
4. Muhsin Bey (Yavuz Turgul, 1986)
5. Susuz Yaz (Metin Erksan, 1963)
6. Umut (Yılmaz Güney, 1970)
7. Sürü (Zeki Ökten, 1978)
8. Selvi Boylum Al Yazmalım (Atıf Yılmaz, 1977)
9. Gelin (Lütfi Akad, 1973)
10. Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (Yavuz Turgul, 1990)
11. Uçurtmayı Vurmasınlar (Tunç Başaran, 1989)
12. Masumiyet (Zeki Demirkubuz, 1997)
13. Uzak (Nuri Bilge Ceylan, 2002)
14. Bereketli Topraklar Üzerinde (Erden Kıral, 1979)
15. Gemide (Serdar Akar, 1998)
16. Kadının Adı Yok (Atıf Yılmaz, 1987)
17. Takva (Özer Kızıltan, 2005)
18. Senede Bir Gün (Ertem Eğilmez, 1972)
19. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (Ahmet Kuruçay, 2004)
20. Çoğunluk (Seren Yüce, 2010)

Görüldüğü gibi sanat filmleri, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra artış gösteriyor.

Anlaşılan askeri cunta, mevcut iktidara darbe yapmakla kalmamış; sinemacıların korteksinde sanat filmi yapan bölgeye de darbe etkisi yapmış. İşin şakası bir yana, yılda 300-400 filmin çekildiği yılların Yeşilçam piyasasından sanat filmi beklemek mucize olurdu. Peki, Ömer Kavur’un Anayurt Oteli’ni Türk sinemasının başyapıtı yapan nedir? Ömer Kavur gibi bir ustanın elinden çıkan bu film, aynı zamanda bir roman uyarlamasıdır. Yusuf Atılgan’ın aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmıştır. Edebiyat ve sinemanın dostluğu diye özetlenebilecek bu olgu başka pek çok sanat filminde de karşımıza çıkar: Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un “Kırmızı Eşarp” romanından uyarlanan Selvi Boylum Al Yazmalım filminde; Duygu Asena’nın aynı adlı romanından uyarlanan Kadının Adı Yok filminde; Orhan Kemal’in aynı adlı romanından uyarlanan Bereketli Topraklar Üzerinde filminde; İhsan Koza’nın aynı adlı öyküsünden uyarlanan Senede Bir Gün filminde…

İlk neden bu olsa gerek. İkinci ve belki de en önemli neden; filmin seyirciyi harekete geçiren bir etkiye sahip olması gösterilebilir. Filmin anti-kahramanı Zebercet; suçlarından arınmak için mahkemeyi beklemez, kendi vicdanında kurar mahkemeyi ve ucunda intihar olan karanlık bir tünelde sürdürür yolculuğunu.

A Ay; şiirsel ve simgesel bir film:

Anlatmak istediklerini, tıpkı Yunanlı yönetmen Theo Angelopoulos’un Puslu Manzaralar filminde olduğu gibi, simgeler üzerinden yaptığı göndermelerle verir seyirciye. Saklı mesajı bulup çıkarmak tabi burada seyirciye düşmektedir. Elbette böylesine durağan sanat filmlerini; hoşça vakit geçirmek, mesajı zahmetsizce almak ve hemen oracıkta tüketmek isteyen milyonların izlemesi beklenemez.

Susuz Yaz ve Sevmek Zamanı filmlerinde kusursuz bir çevre betimlemesi vardır.

Işık ve çekilecek planlar, kamera açıları milimetrik olarak hesaplanmıştır. Fakat günümüz sanat filmlerinin olmazsa olmazı; döngüsel kurgu ve flashback (hayal, çağrışım) sahneler yoktur. Olaylar tarih sırasına göre verilmiştir. Zaten döngüsel kurgu için Quentin Tarantino’nun Rezervuar Köpekleri filmini beklemek gerekecektir. Sonraki dönemlerde çekilen sanat filmlerine damgasını vuran döngüsel kurgu, bizde ya hiç kullanılmaz ya da çok abartılı olarak kullanılır.

Yavuz Turgul

Muhsin Bey ve Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filmlerini diğerlerinden farklı kılan şey belki de, verdiği güçlü toplumsal mesajlardır. Her iki filmde de “arayış” teması, üzerinde yeşerdiği değerler zemininden kopartılmadan işlenir. Yavuz Turgul, Senede Bir Gün filminde Ertem Eğilmez’in yaptığı gibi, kahramanları eliyle geçmişin değerlerine sahip çıkar. Aşk filmleri çeken Haşmet ve batık organizatör Muhsin Bey’in kaderi ortaktır: Vefa duygusunun kurbanı olmak…

 

 

 

 

Umut filmi:

Çekim tekniğinin mükemmelliği yanında güçlü bir senaryo ve kusursuz bir kurgunun ürünüdür. Filmde ideal toplum düzeninin sosyalizm olduğu mesajı, seyircinin suratına çarpılmak yerine onun bilinçaltına verilir.

Sürü filmi:

Sinemanın dahi çocuğu Yılmaz Güney’in kusursuz senaryosuyla fark yaratmayı başarmıştır. Filmde “sürü” teması, reel sürüden seyirciye dek uzanan zincirde katmanlar halinde işlenerek katmanlı filmlere öncü olabilecek yeni bir tür ortaya konmuştur.

Gelin:

Ömer Lütfi Akad’ın Gelin-Düğün-Diyet üçlemesinin ikincisi olan Gelin’de; memleketinden kopup gelen insanların İstanbul cangılında var olma mücadeleleri belgesele yakın bir gerçeklikle verilir. Karşıtların birbirinin özünü içinde taşıdıkları gerçeği, zamanının ötesine geçen bir öngörüyle, seyirci faktörü dikkate alınmadan filmde işlenir.

Uçurtmayı Vurmasınlar filminde ise olay:

Barış karakterini canlandıran çocuk oyuncu Ozan Bilen’in gözünden anlatılır. Bu yaklaşım başka pek çok sanat filminde yine karşımıza çıkar. Örneğin Umut filminde toplumsal dönüşüm, arabacı Cabbar’ın gözünden anlatılır.

Masumiyet

Pek çok sanat filminde olduğu gibi Masumiyet’te de bir aşk üçlemesiyle karşılaşırız: Hapisten çıkan Yusuf, Uğur ve onun dostu Bekir…

Uzak filminde:

Rus Yönetmen Andrey Tarkovski’nin Nuri Bilge Ceylan üzerindeki etkilerini görmek mümkündür. Filmdeki boş diyaloglar Quentin Tarantino’nun, ışık oyunları ise Theo Angelopoulos’un izlerini taşır. Zaten bir yönetmenin çağının sanatçılarından etkilenmemesi de mümkün değildir. Ki, sanatın ait olduğu topluma ayna tutması gerçeği gibi sanatçı da içinde yaşadığı toplumun bir ürünü olmak durumundadır.

Uzak filmini sanat filmi yapan şey, tıpkı Sürü filminde olduğu gibi iç içe geçmiş katmanlarıdır. Sıradan bir seyircinin filmi izlerken alacağı mesajla dikkatli bir seyircinin alacağı mesaj farklıdır. Aynı yöntem Yol filminde de görülür.

Gemide filminde ve Takva filminde:

Hem Gemide hem de Takva filminin en önemli özelliği güçlü oyunculuk ve diyaloglara sahip olmasıdır. Düşük bir bütçeyle, insanda klostrofobik etki yapan sabit mekânlarda çekilmiş olmalarına rağmen, her iki film de, Erkan Can’ın güçlü oyunculuğu ile öne çıkıyor.

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak

Düşük bütçeyle çekilen bir başka film Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak… Film, sanat üretiminde “insan” faktörünün ne kadar önemli olduğunun açık bir göstergesidir. Filmde yönetmen Ahmet Kuruçay; büyük kentlerin kenar mahallelerinde, varoşlarda ya da kasabalarda yaşayan küçük insanların işlenmeyi bekleyen büyük öyküleri olduğunu adeta gözümüze sokar.

Çoğunluk:

Kurulu düzeni reddetmenin çok da kolay olmadığı temasını sürrealist bir üslupla işleyen Çoğunluk filmi, bunu hiç zorlanmadan yapar.

Yukarıdaki filmleri topluca değerlendirdiğimizde bu filmlerin kurgularının sağlam bir çatışma ve gelişme diyalektiği üzerine kurulu olduklarını söyleyebiliriz. Yani filmin olay örgüsünü meydana getiren olaylar sağlam bir neden-sonuç ilişkisi üzerinde inşa edilir.

Rönesans filmleri olarak adlandırılan; İstanbul Kanatlarımın Altında, Eşkıya, Mum Kokulu Kadınlar, Hamam, Ağır Roman gibi bazı filmler; belki de iyi bir PR (itibar yönetimi) çalışması sayesinde, hak ettiği ilgiyi görmeyi başarmış ender sanat filmlerindendir.

Sonuçta önemli olan bir filmin, A Ay’dan Recep İvedik’e dek uzanan yelpazede nereye oturtulması gerektiğidir…

Osman Akyol
6 Aralık 2011, İstanbul

Türk Sinemasında 12 Eylül | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

Yeşilçam’daki İşçi Filmlerinin Antolojisi | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

Yeni Bir Yazım Tekniği: Betimsiz Kurgu | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

Türk Sinemasında 12 Eylül

“Türkiye tarihi darbeler tarihidir” şeklinde herkesçe bilinen klişe bir söz vardır:

27 Mayıs (1960) Darbesi, 12 Mart (1971) Muhtırası, 12 Eylül (1980) Darbesi, 28 Şubat (1997) Post-modern Darbesi, 15 Temmuz (2016) Darbe Girişimi…

Talat Aydemir’in başarısız darbe girişimlerini (22 Şubat 1962 ve 20 Mayıs 1963 ayaklanmalarını) ve 27 Nisan (2007) E-Muhtırası’nı saymadık…

Saydığımız darbeler arasında “darbelerin şahı” diyebileceğimiz darbe, hiç kuşkusuz 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi.

Dikkat ettiyseniz başlarda her on yılda bir düzenli olarak yapılan darbeler, 12 Eylül Darbesi’nden sonra 20 yılda bire düşüyor. Bir başka açıdan 12 Eylül, yine bir milat olmuş diyebiliriz.

Demirkırat: Bir Demokrasinin Doğuşu (1991), 12 Mart: İhtilalin Pençesinde Demokrasi (1994), 12 Eylül (1998), Son Darbe: 28 Şubat (2012) gibi Türkiye’deki darbeler üzerine pek çok belgesele imzasını atmış, şimdi aramızda olmayan, sevgili Mehmet Ali Birand’a göre ise 12 Eylül, sadece yeni darbeler için bir milat değildir: Türkiye’nin miladıdır. (Mehmet Ali Birand, 12 Eylül: Türkiye’nin Miladı, Doğan Kitap, İstanbul 2010)

Elbette böylesine önemli bir toplumsal olaya Türk sinemasının ilgisiz kalması beklenemezdi:

Yol (Şerif Gören, 1981), Duvar (Yılmaz Güney, 1982), Öç (Mesut Uçakan, 1984), Ses (Zeki Ökten, 1986), Sen Türkülerini Söyle (Şerif Gören, 1986), Prenses (Sinan Çetin, 1986), Dikenli Yol (Zeki Alaysa, 1986), Av Zamanı (Erden Kıral, 1987), Sen De Yüreğinde Sevgiye Yer Aç (Şerif Gören, 1987), Su da Yanar (1987), Kimlik (Melih Gülgen, 1988), Sis (Zülfü Livaneli, 1988), İkili Oyunlar (İrfan Tözüm, 1989), Kara Sevdalı Bulut (Muammer Özer, 1989), Bütün Kapılar Kapalıydı (Memduh Ün, 1989), Uçurtmayı Vurmasınlar (Tunç Başaran, 1989), Bekle Dedim Gölgeye (Atıf Yılmaz, 1990), Darbe (Ümit Efekan, 1990), Suyun Öte Yanı (Tomris Giritlioğlu, 1991), Uzlaşma (Oğuzhan Tercan, 1991), Ateş Üstünde Yürümek (Yavuz Özkan, 1991), Hoşça Kal Umut (Canan Evcimen İçöz, 1993), Çözülmeler (Yusuf Kurçenli, 1994), Bir Yanımız Bahar Bahçe (Bilge Olgaç, 1994), 80. Adım (Tomris Giritlioğlu, 1995), Babam Askerde (Handan İpekçi, 1995), Gülün Bittiği Yer (İsmail Güneş, 1999), Eylül Fırtınası (Atıf Yılmaz, 2000), Gönderilmemiş Mektuplar (Yusuf Kurçenli, 2002), Vizontele Tuuba (Yılmaz Erdoğan, 2004), Babam ve Oğlum (Çağan Irmak, 2005), Beynelmilel (Sırrı Süreyya Önder, 2006), Eve Dönüş (Ömer Uğur, 2006), Zincirbozan (Atıl İnaç, 2007), Fikret Bey (Selma Köksal Çekiç, 2007), O… Çocukları (Murat Saraçoğlu, 2008), Yağmurdan Sonra (Görkem Turgut, 2008), Gecenin Kanatları (Serdar Akar, 2009), Küçük Günahlar (Rıza Kıraç, 2010), Dedemin İnsanları (Çağan Irmak, 2011), Bu Son Olsun (Orçun Benli, 2012), Bir Ses Böler Geceyi (Ersan Ersever, 2012), Eksik (Barış Atay, 2015), Kafes (Mahmut Kaptan, 2015), 7. Koğuştaki Mucize (Mehmet Ada Öztekin, 2019)…

Listeyi incelediğimizde bu yoğun ilginin 1986 yılında küçük çaplı bir furyaya da yol açmış olduğunu görebilmekteyiz.

Seksenlerde çekilen filmlere geçmeden önce bu filmleri topluca değerlendirdiğimizde; bu filmlerin, öncü (avangard) filmler olmak gibi önemli bir avantaja sahip olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bu önemli avantaja karşılık darbenin etkisinin henüz sürüyor olması gibi önemli bir dezavantajı da içlerinde barındırdıklarını söylemek durumundayız.

Bu dezavantajın doğal yansıması olan sansür ve beraberinde getirdiği “derdini” anlatamamak, bu dönemde çekilen filmlerin en belirgin ortak özelliği olarak karşımıza çıkıyor.

Doksanlara gelindiğinde sansür baskısının nispeten azalmış olduğunu görüyoruz. Fakat bu sefer de bir başka kriz kendini gösteriyor: Ekonomik kriz.

Ar direktörsüz, kostümsüz, dekorsuz çekilen filmler, 12 Eylül’ü canlandırmaktan öte onun parodisi gibidir.

İki binlerde çıtanın yükseldiğini söyleyebiliriz. Fakat bu sefer de konu güncelliğini yitirmiştir ta ki 15 Temmuz 2016 saat 22.00’ye gelinceye kadar.

Acaba listelediğimiz filmler, 12 Eylül’e hangi bakış açısıyla yaklaşıyordu ve bu bakış açısını izleyiciye nasıl yansıtıyordu? Şimdi genel çerçeveden çıkıp bu filmleri daha yakından görelim:

Yol

Senaryosunu hapisteki Yılmaz Güney’in yazdığı, başrolünü Tarık Akan’ın üstlendiği, Şerif Gören tarafından yönetilen (aslında Yılmaz Güney’in içerden yönettiği) 1981 yapımı Yol filminde 12 Eylül, İmralı Yarı Açık Cezaevi’nden bayram iznine çıkan 5 mahkûmun yol boyunca ve sonrasında yaşadıkları olaylar üzerinden aktarılmış seyirciye.

Film, Yılmaz Güney’in en iyi filmi olmakla birlikte, filmde 12 Eylül’ün bir atmosfer ve arka fon olmanın ötesine pek geçmediğini söyleyebiliriz. 12 Eylül’den ziyade; töreler, vahşi doğa ve ezilen kadınlar vurgusu öne çıkarılmış filmde.

Duvar

Fransa’da kaçak durumda olan Yılmaz Güney’in yazıp bizzat yönettiği, başrolünde Tuncel Kurtiz’in oynadığı, 1982 Fransa-Türkiye ortak yapımı Duvar filminde ise 12 Eylül, Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi’ndeki Çocuklar Koğuşu’nda yaşananlar üzerinden aktarılmış seyirciye.

Filmde 12 Eylül, Yol filminde olduğu gibi, yine bir atmosfer ve arka fon olmanın ötesine pek geçemiyor. Elbette 12 Eylül’ün alametifarikası sayılan dayak, işkence ve tecavüz detayları atlanmadan.

Öç

Senaryosu Mesut Uçakan-Raşit Anaral ikilisi tarafından yazılan, başrol oyuncusu Bulut Aras’ı topal bir militan rolünde izlediğimiz, Mesut Uçakan tarafından yönetilen 1984 yapımı Öç filminde ise 12 Eylül, adı gibi “öç” teması üzerinden aktarılmış seyirciye.

Filmde, darbe sonrası doğru yolu bularak hidayete eren ve mutlu bir aile kurarak kendine yeni bir başlangıç yapan eski solcu militan Şefik (Sümer Tilmaç) ile eski bir hesabı kapatmak için, peşine düşen üç solcu militan arkadaşının öyküsü anlatılıyor.

Film, Mesut Uçakan’ın üçüncü filmi olmasının yanında İslamcı kesimin ise ilk ve son 12 Eylül filmi olması hasebiyle özel bir önem taşıyor.

Hesaplaşma

Senaryosunu Fehmi Yaşar’ın yazdığı, başrollerinde Tarık Akan, Nur Sürer ve Yavuzer Çetinkaya’nın yer aldığı, Zeki Ökten tarafından yönetilen 1986 yapımı Ses filminde ise 12 Eylül, “hesaplaşma” teması üzerinden aktarılmış seyirciye.

Darbe’de gözaltına alınıp sorgulanan ve sorgusunda gördüğü işkence sonucu bir kolunu kaybeden genç bir adam (Tarık Akan), altı yıl hapis yattıktan sonra yurt dışına kaçmak üzere bir sahil kasabasına gelir. Kasabadaki bir lokantada yemek yerken arka masalardan bir ses duyar. Bu ses, işkencecisinin sesidir…

Aslında güzel bir konu yakalanmıştır ama sansür baskısı yüzünden kurbanla işkenceci arasındaki hesaplaşma istenen düzeye bir türlü çıkamaz.

Sen Türkülerini Söyle

Senaryosunu Turgay Aksoy’un yazdığı, başrollerini Kadir İnanır ve Sibel Turnagöl’ün paylaştığı, Şerif Gören tarafından yönetilen 1986 yapımı Sen Türkülerini Söyle filminde ise, 12 Eylül, “değişim” ve “yozlaşma” temaları üzerinden aktarılmış seyirciye.

12 Eylül’de içeri düşüp yedi yıl hapis yatan Hayri (Kadir İnanır), dışarı çıktığında eski çevresini ve arkadaşlarını çok “değişmiş” ve “yozlaşmış” bulur.

Politik bir film olma iddiasıyla yola çıkan film, sık sık araya giren Çağdaş Türkü’nün “türküleri” yüzünden derdini anlatmaya pek vakit bulamıyor daha çok bir klip havasında kalıyor diyebiliriz.

Prenses

Sinan Çetin’in yazıp yönettiği, başrollerinde Serpil Çakmaklı, Mahmut Hekimoğlu ve Tunç Okan’ın oynadığı 1986 yapımı Prenses filminde ise, Marksizm-liberalizm ideolojilerinin çatışması üzerinden aktarılmış 12 Eylül seyirciye.

12 Eylül’ün hemen öncesindeki kaotik ortamda geçen (elbette 86’nın kostümleriyle) filmde olaylar, Marksist-devrimci militan Tarık (Tunç Okan) ve liberal fotoğrafçı Selim (Mahmut Hekimoğlu) arasında bocalayan üniversite öğrencisi Nevres (Serpil Çakmaklı)’in etrafında gelişiyor.

Dikenli Yol

Senaryosunu Çetin Öner’in yazdığı, başrollerini Kadir İnanır ve Hülya Koçyiğit’in paylaştığı, oyuncu-yönetmen Zeki Alasya tarafından yönetilen 1986 yapımı Dikenli Yol filminde ise 12 Eylül, “suçluluk psikolojisi” teması üzerinden aktarılmış seyirciye.

12 Eylül öncesinde istemeden abisinin (Eşref Kolçak) ölümüne neden olan Hüseyin (Kadir İnanır), 12 Eylül’le birlikte başka politik nedenlerden tutuklanır ve yedi yıl hapis yattıktan sonra dışarı çıkar.

Dışarı çıkan Hüseyin, yengesine (Hülya Koçyiğit) ve yeğenine (Barış Altay) karşı kendini suçlu hisseder ve filmin sonuna dek bu psikolojiden kendini kurtulamaz.

Av Zamanı

Senaryosunu Ferit Edgü’nün yazdığı, başrolünü Aytaç Arman’ın oynadığı, Erden Kıral tarafından yönetilen 1987 yapımı Av Zamanı filminde ise 12 Eylül, “av-avcı” ilişkisi üzerinden aktarılmış seyirciye.

12 Eylül’ün hemen öncesindeki kaotik ortamdan başlanarak anlatılan filmde bir yazar (Aytaç Arman), yaşanan bu kaotik ortamdan kendini koruyabilmek için Cunda Adası’na sığınır/kaçar. Adada yenilenir ve yeniden yazmaya başlar. Ancak kötü bir sürprizle karşılaşır: Artık bir avdır.

Sen de Yüreğinde Sevgiye Yer Aç

Senaryosunu Hüseyin Kuzu’nun yazdığı, Şerif Gören tarafından yönetilen 1987 yapımı Sen de Yüreğinde Sevgiye Yer Aç filminin başrolünde ise Şerif Gören’in değişmez oyuncusu Kadir İnanır ve yeni yeni parlayan Sibel Turnagöl vardır.

Film, 12 Eylül’ü, darbe sonrası sosyal ve ekonomik hayatın normalleşmesi kavramları üzerinden aktarmış seyirciye.

İçerden yeni çıkan avukat Ali İhsan (Kadir İnanır), beklenenin aksine politik iddialarının ötesine geçer ve bizzat hayatın kendisini savunarak darbeye karşı yeni ve meşru bir direniş hattı örgütler.

Su Da Yanar

Senaryosunu Işıl Özgentürk’ün yazdığı, başrolünü Tarık Akan’ın oynadığı, Ali Özgentürk tarafından yönetilen 1987 yapımı Su Da Yanar filminde ise 12 Eylül, 12 Eylül’ün kurumsallaştırdığı “sansür ve sansür baskısı” üzerinden aktarılmış seyirciye.

Nazım Hikmet’in hayatı üzerine bir film yapmak isteyen genç bir yönetmen (Tarık Akan’a), hem sansüre hem de kendi içinde ve çevresinde oluşan otosansüre karşı mücadele etmek zorundadır.

Kimlik

Senaryosunu Haşmet Zeybek’in yazdığı, başrollerini Tarık Akan ve Nebahat Çehre’nin paylaştığı, Melih Gülgen tarafından yönetilen 1988 yapımı Kimlik filminde ise 12 Eylül, adı gibi “kimlik” teması üzerinden aktarılmış seyirciye.

Darbe öncesi kolektif yaşamı savunan Hoca (Tarık Akan) ve karısı (Nebahat Çehre), darbe sonrası kendilerini bir anda “birey olma” ve yeni bir “kimlik” oluşturma mücadelesinin içinde buluverirler.

Sis

Zülfü Livaneli’nin yazıp yönettiği, başrollerinde Rutkay Aziz ve Uğur Polat’ın oynadığı 1988 yapımı Sis filminde ise, 12 Eylül öncesinin kaotik ortamı, sağ-sol çatışmasının bir adım ötesine taşınır: Avukat Ali Fırat (Rutkay Aziz)’ın oğlu Murat (Fikret Kuşkan)’ı öldüren kişi karşıt görüşe sahip kardeşi (Uğur Polat) midir?

İkili Oyunlar

Senaryosu Bilgesu Erenus tarafından aynı adlı tiyatro oyunundan beyazperdeye uyarlanan, başrollerini Tarık Akan ve Zeliha Berksoy’un paylaştığı, İrfan Tözüm tarafından yönetilen 1989 yapımı İkili Oyunlar filminde ise 12 Eylül’ü de içine 70 ve 80 sonrası dönem, 68 kuşağına mensup karı-koca Nur (Zeliha Berksoy) ve Erol (Tarık Akan) çiftinin gözünden aktarılmış seyirciye.

Film, Tarık Akan’ın etkili oyunculuğunu saymazsak vasat bir İrfan Tözüm filmi olmanın ötesine geçemiyor.

Kara Sevdalı Bulut

Muammer Özer’in yazıp yönettiği; başrollerini Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay ikilisinin paylaştığı 1989 yapımı Kara Sevdalı Bulut filminde ise 12 Eylül’ün yaratığı moral değerlerdeki “çözülme” ve “kimlik” bunalımı kavramları “masal” ögelerinden yararlanarak aktarılmış seyirciye.

“Bir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar cennet kadar güzel bir ülke varmış. Orda insan toprak gibi verimliymiş. Deniz, güneş ve toprak… Ama o ülkede insanlar mutsuzmuş, insanlar özgür değilmiş ve orda insanlar korku içinde yaşarlarmış. Çünkü ülkenin sahibi, kötü kalpli zorbanın biriymiş. O güzelim yaşanası ülkede çok akıllı ve güzel bir kız da yaşarmış. Kızın bahçeli şirin bir evi varmış. Evin bahçesinde her çeşitten çiçekler, meyveler yetişirmiş; kuşlar ve hayvanlar yaşarmış. Gökyüzünde kıza âşık bir sevdalı bulut dolaşırmış…”

Bütün Kapılar Kapalıydı

Senaryosunu Süheyla Acar’ın yazdığı, başrollerini Aslı Altan ve Uğur Polat’ın paylaştığı, Memduh Ün tarafından yönetilen 1989 yapımı Bütün Kapılar Kapalıydı filminde ise, 12 Eylül, “adaptasyon” sorunu üzerinden aktarılıyor seyirciye.

12 Eylül’de tutuklanan ve işkenceye maruz kalan Nil (Aslı Altan), yıllarca hapis yattıktan sonra dışarı çıkar. Çıkar fakat tüm çabasına rağmen, dışarıdaki yaşama adapte olamaz; sevgi dâhil, bütün iletişim kapılarını insanlara kapatır ve derin bir karamsarlığa sürüklenerek ucunda intihar olan karanlık bir tünelde sürdürür yolculuğunu.

Uçurtmayı Vurmasınlar

Senaryosunu, aynı adlı romanından, Feride Çiçekoğlu’nun uyarladığı, başrollerini Nur Sürer, Füsun Demirel ve o dönemin küçük yıldızı Ozan Bilen’in paylaştığı, Tunç Başaran tarafından yönetilen 1989 yapımı Uçurtmayı Vurmasınlar filminde ise 12 Eylül faşizmi, beş yaşındaki bir çocuğun (Ozan Bilen) gözünden anlatılmış izleyiciye.

Annesinin işlediği bir suçtan dolayı hapishane ortamında büyümek zorunda olan küçük Barış (Ozan Bilen), özgürlüğüne kendisinden önce kavuşan, çok sevdiği siyasi tutuklu İnci (Nur Sürer) ablasının bir gün bir uçurtma olarak geri döneceğine inanmaktadır.

Bekle Dedim Gölgeye

Ümit Kıvanç’ın aynı adlı romanından senaryosunu Barış Pirhasan’ın uyarladığı, başrollerini Hale Soygazi ve Aytaç Arman’ın paylaştığı, Atıf Yılmaz tarafından yönetilen 1990 yapımı Bekle Dedim Gölgeye filminde ise 12 Eylül, 68 kuşağından gelen dört arkadaşın darbe sürecinde yaşadıkları üzerinden aktarılmış seyirciye.

Film, bir Atıf Yılmaz filmi, oyuncu yönetimi ve kurgu açısından belli bir başarı çıtası var elbette ama yazının girişinde söylediğimiz sorunlar burada da karşımıza çıkmakta gecikmiyor: Kırmızı bir Vosvos ve bir klasik gitarla dönem kurtarılmaya çalışılmış.

Darbe

Senaryosunu, Bekir Yıldız’ın Darbe adlı romanından, Haşmet Zeybek ve Bekir Yıldız’ın uyarladığı, başrolünü Kadir İnanır ve Nilgün Akçaoğlu’nun paylaştığı, Ümit Efekan tarafından yönetilen 1990 yapımı Darbe filminde ise 12 Eylül, “Pişmanlık Yasası” uygulaması üzerinden kurgulanan bir öyküyle aktarılmış izleyiciye.

Pişmanlık Yasası’ndan yararlanarak itirafçı olan ve plastik cerrahi ile yüzü değiştirilen Hamdullah Şimşek (Kadir İnanır), her şeyi geride bırakıp yepyeni bir hayata başladığını sanar…

Suyun Öte Yanı

Senaryosunu, aynı adlı romanından, Feride Çiçekoğlu’nun uyarladığı, başrollerini; Selçuk Yöntem ve Nur Sürer’in paylaştığı, Tomris Giritlioğlu tarafından yönetilen 1991 yapımı Suyun Öte Yanı filminde ise 12 Eylül, bir atmosfer olmanın ötesine geçememiş.

Darbe’nin hemen ertesinde gözaltına alınıp tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan öğretim üyesi Ertan (Selçuk Yöntem) ve eşi Nihal (Nur Sürer) tatil yapmak üzere Cunda Adası’na gelir…

Uzlaşma

Senaryosunu Sabahattin Çetin’in yazdığı, başrollerini; Halil Ergün, Nur Sürer ve Berhan Şimşek’in paylaştığı, Oğuzhan Tercan tarafından yönetilen 1991 yapımı Uzlaşma filminde ise, 12 Eylül’ün hemen öncesindeki kaotik ortam, “Abdi İpekçi Suikastı” üzerinden, anlatılmış seyirciye.

Yine; kostüm, dekor ve makyaj faciası olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Özellikle üniversitelerdeki sağ-sol çatışmalarının canlandırıldığı sahnelerde yetmişlerin modası İspanyol paça pantolondan, uzun yaka gömlekten, yumurta topuk sivri burun ayakkabıdan, kulakları kapatan uzun favorilerden ilaçlık da olsa tek bir kare yok.

Ateş Üstünde Yürümek

Yavuz Özkan’ın yazıp yönettiği, başrollerini Yılmaz Zafer, Hülya Aksular, Kürşat Alnıaçık ve Semiha Berksoy gibi usta oyuncuların paylaştığı 1991 yapımı Ateş Üstünde Yürümek filminde ise 12 Eylül, hatta tüm ülke tarihi ile birlikte, olağanüstü bir estetik ve şiirsellikle bezenmiş modern bir bale ve oyunun içine gömülmüş bir aşk öyküsü üzerinden aktarılmış seyirciye.

Hoşça Kal Umut

Senaryosunu Nuray Oğuz’un yazdığı, başrollerini Şerif Sezer ve Kürşat Alnıaçık’ın paylaştığı, Canan Evcimen İçöz tarafından yönetilen 1993 yapımı Hoşça Kal Umut filminde ise 12 Eylül, yurt dışına kaçma planları yapan üniversite öğrencisi Oruç (Kürşat Alnıaçık) ve ona yardım eden olgun kapı komşusu ve sevgilisi Algüz (Şerif Sezer)’ün bir gece baskınıyla tükenen umutları üzerinden anlatılmış seyirciye.

Çözülmeler

Senaryosunu Cezmi Ersöz’ün yazdığı, başrollerini Tarık Akan ve Nurseli İdiz’in paylaştığı, Yusuf Kurçenli tarafından yönetilen 1994 yapımı Çözülmeler filminde ise 12 Eylül, kendisinden çok yarattığı toplumsal tahribat üzerinden aktarılmış izleyiciye.

12 Mart Muhtırası’na ve 12 Eylül Darbesi’ne tanık olan muhasebeci Uğur (Tarık Akan), darbelerin geriye götürdüğü ve yozlaştırdığı topluma uyum sağlamakta bir hayli zorlanır…

Bir Yanımız Bahar Bahçe

Yönetmen Bilge Olgaç’ın yazıp yönettiği, Halil Ergün ve Sibel Turnagöl’ün başrollerini paylaştığı, 1994 yapımı Bir Yanımız Bahar Bahçe filminde ise 12 Eylül, bilmeden yaşanan ve Bilge Olgaç’ı uzun süre eleştirilerin odağına oturtan, bir ensest ilişki üzerinden aktarılmış seyirciye.

Hapisten yeni çıkan Melih (Halil Ergün), yeni bir başlangıç yapma umuduyla bir süreliğine eski bir arkadaşının (Taner Barlas) yazlık villasında kalmaya karar verir. Burada komşusu Ayşe (Sibel Turnagöl) ile tanışır ve arkadaşlık etmeye başlar. İkili arasındaki arkadaşlık kısa süre sonra tutkulu bir aşka dönüşür. İkili evlenmeye karar verirler. Tam evlenecekleri günün arifesinde ise Melih, Ayşe’nin çocukken kaybettiği kız kardeşi olduğunu anlar…

80. Adım

Senaryosunu Mehmet Eroğlu’nun yazdığı, başrolünü Levent Ülgen’in oynadığı, Tomris Giritlioğlu tarafından yönetilen 1995 yapımı 80. Adım filminde ise 12 Eylül, darbe sonrası bir araya gelen ve geçmişi sorgulayan bir grup arkadaşın geçmişe dönük anıları üzerinden anlatılmış seyirciye.

Bu haliyle filmin biraz “12 Öfkeli Adam”a benzediğini söyleyebiliriz.

Babam Askerde

Handan İpekçi’nin yazıp yönettiği, başrollerini Gülnihal Yazıcı, Yunus Gencer, Ceylan Öcal, Zuhal Gencer, Füsun Demirel ve Yasemin Alkaya’nın paylaştığı, 1995 yapımı Babam Askerde filminde ise, babaları tutuklanan, üç farklı toplumsal katmandan (alt, orta ve üst gelir grubundan) çocuğun gözünden bakılarak aktarılmış seyirciye 12 Eylül.

Gülün Bittiği Yer

Senaryosunu Ömer Lütfi Mete’nin yazdığı, başrollerini Cüneyt Arkın, Tolga Tibet ve Yağmur Kaşifoğlu’nun paylaştığı, İsmail Güneş tarafından yönetilen 1999 yapımı Gülün Bittiği Yer filminde ise 12 Eylül, izleyiciye, pek çok kez karşılaştığımız bir yöntemle aktarılmış.

Darbe’de gözaltına alınıp günlerce süren işkenceli sorgulardan sonra suçsuz olduğu anlaşılan bir gencin (Tolga Tibet) yaşadıkları, trenle köyüne dönerken, flash-back sahnelerle aktarılır izleyiciye.

Filmin olay örgüsünün 2006’da Ömer Uğur tarafından çekilen Eve Dönüş’le müthiş benzerliği dikkat çekiyor.

Eylül Fırtınası

Senaryosunu Gaye Boralıoğlu’nun Habip Bektaş’ın Gölge Kokusu romanından uyarladığı, başrolünü Tarık Akan, Nejat İşler ve Zara’nın paylaştığı, Atıf Yılmaz tarafından yönetilen 1999 yapımı Eylül Fırtınası filminde ise 12 Eylül, küçük Metin (Kutay Özcan)’nin gözünden aktarılmış izleyiciye.

Annesi gözaltında ve babası kaçak olan küçük Metin, dedesi Hüseyin Efe (Tarık Akan) ile Büyükada’da yaşamaya başlar…

Gönderilmemiş Mektuplar

Yusuf Kurçenli’nin yazıp yönettiği, başrollerini Kadir İnanır ve Türkan Şoray’ın paylaştığı, 2003 yapımı Gönderilmemiş Mektuplar filminde ise 12 Eylül, bir kez daha “suçluluk psikolojisi” teması üzerinden aktarılır izleyiciye.

Vizontele Tuuba

Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği, başrollerini Yılmaz Erdoğan, Tuba Ünsal, Demet Akbağ, Tarık Akan ve Altan Erkekli’nin paylaştığı, 2004 yapımı Vizontele Tuuba filminde ise 12 Eylül, batıdan sürülen bir öğretmenin (Tarık Akan) köye taşıdığı yeni değerler ve köyde rekabet halindeki iki sol örgüt üzerinden anlatılmış izleyiciye.

Vizontele Tuuba filmiyle birlikte ilk defa dört başı mamur bir 12 Eylül filmiyle karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Peşinden gelecek olan Babam ve Oğlum filmi ise çıtayı bir tık daha yükseltir.

Babam ve Oğlum

Çağan Irmak’ın yazıp yönettiği, başrollerinde Fikret Kuşkan ve Çetin Tekindor’un rol aldığı, 2005 yapımı Babam ve Oğlum filminde ise, 12 Eylül’den ziyade sonuçları üzerinde durulmuş.

12 Eylül 1980 sabahı karısı doğum sancıları içinde kıvranan gazeteci Sadık (Fikret Kuşkan) hemen dışarı fırlar fakat karısını hastaneye yetiştirecek bir taksi bulamaz. Çünkü darbe olmuş ve ülkede hayat durmuştur…

Beynelmilel

HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in yazıp yönettiği, başrollerini Özgü Namal ve Cezmi Baskın’ın paylaştığı, 2006 yapımı Beynelmilel filminde ise, 12 Eylül’ün kendisinden ziyade komedisi yapılmış.

Bu yönüyle film bir ilk olma özelliği de taşıyor.

Eve Dönüş

Ömer Uğur’un yazıp yönettiği, başrollerini Memet Ali Alabora ve Sibel Kekilli’nin paylaştığı, 2006 yapımı Eve Dönüş filminde ise 12 Eylül, “işkence” ve “lümpenlik” temaları üzerinden aktarılmış seyirciye.

Ülkede darbe olur ancak İstanbul’un bir kenar mahallesinde karısı Esma (Sibel Kekilli) ve kızıyla lümpen bir yaşam süren işçi Mustafa (Memet Ali Alabora)’nın tek derdi, ödeyemediği kiralar yüzünden ev sahibiyle yaşadığı tartışmalardır. Bu tartışmalar süredursun bir sabah evini polis basar. “Şehmuz” kod adlı azılı bir terörist olduğu yönünde hakkında ihbar vardır…

Film; mekânı, dekoru, kostümü, aksesuarları ve özellikle işkence sahneleriyle dönemi yansıtan en iyi filmlerden biri olarak öne çıkmaktadır.

Zincirbozan

Senaryosunu gazeteci Avni Özgürel’in yazdığı, başrollerini Haldun Boysan, Suna Selen, Bülent Emin Yarar ve Ayşe Tunaboylu’nun paylaştığı ama aslında başrolde 12 Eylül’ün bizzat kendini gördüğümüz, Atıl İnaç tarafından yönetilen 2007 yapımı Zincirbozan filminde 12 Eylül, yavan bir belgesel tadında aktarılmış izleyiciye.

Deneyimli tiyatro yönetmeni Selma Köksal Çekiç’in yazıp yönettiği, Erol Keskin ve Fuat Onan’ın başrolleri paylaştığı, 2007 yapımı Fikret Bey filminde ise 12 Eylül karanlığının yarattığı ahlaki erozyon, oğlu sürgünde olan Fikret Bey (Erol Keskin)’in işyerindeki son günü üzerinden anlatılan bitiş-tükeniş öyküsü üzerinden aktarılmış seyirciye.

O… Çocukları

Senaryosunu yine Sırrı Süreyya Önder’in yazdığı, başrollerinde Demet Akbağ, Özgü Namal, Altan Erkekli ve İpek Tuzcuoğlu gibi deneyimli oyuncuları gördüğümüz, Murat Saraçoğlu tarafından yönetilen 2008 yapımı O… Çocukları filminde ise 12 Eylül, şimdilerde çocuk bakıcılığı yapan eski bir hayat kadınının yaşadığı ilginç olaylar üzerinden aktarılmış seyirciye.

Yağmurdan Sonra

Senaryosunu Görkem Turgut’un, Osman Şahin’in “Üzüm Bağları” öyküsünden uyarladığı ve yönettiği, başrollerinde Pelin Batu ve Serhan Yavaş’ı gördüğümüz, 2008 yapımı Yağmurdan Sonra filminde ise 12 Eylül, bir yazar üzerinde yarattığı “tahribat” ve “hoyratlık” üzerinden verilmiş seyirciye.

Uzun yıllar kapalı cezaevinde yattıktan sonra cezasının bitmesine dokuz aya kala Gökçeada Yarı Açık Cezaevi’ne sevk edilen yazar Nuri İlker (Serhan Yavaş), burada yaşama yeniden tutunmaya çalışırken bir taraftan da cezaevinin karşıt görüşlü müdürü Halim Özay (Turan Özdemir)’la çatışmaya girer. Çatışma konusu bu sefer politik değildir: Müdürün güzel karısı Sumru (Pelin Batu).

Gecenin Kanatları

Senaryosunu Mahsun Kırmızıgül ve Ahmet Küçükkayalı iklisinin yazdığı, Beren Saat ve Murat Ünalmış’ın başrollerini paylaştığı, Serdar Akar tarafından yönetilen 2009 yapımı Gecenin Kanatları filminde ise 12 Eylül, bir “intikam eylemi” teması üzerinden aktarılmış seyirciye.

Ailesini çocukken (12 Eylül’de) bir gece baskınında polise kurban veren Gece (Beren Saat) şimdilerde bir sol örgüt militanıdır ve canlı bomba eylemi için İstanbul’a gelmiştir. Örgüt üyelerinden Cemal (Erkan Petekkaya) tarafından yerleştirildiği evde eylem gününü beklerken burada ev sahibinin oğlu Yusuf (Murat Ünalmış)’a âşık olur. Yaşanan temiz aşk, onu ve arkasındaki örgütü yapacakları eylemi sorgulamaya iter.

Küçük Günahlar

Rıza Kıraç’ın yazıp yönettiği, başrollerini Macit Koper, Esra Ruşan, Berke Üzrek ve Tülay Günal’in paylaştığı, 2011 yapımı Küçük Günahlar filminde ise 12 Eylül, darbe günlerinde işlenen bir günah ve o günahın yıllar sonra yarattığı vicdan azabı ve pişmanlık üzerinden aktarılmış seyirciye.

Düzenli bir işi olmayan ve bir arkadaşının evine kalan reklamcı Melik (Berke Üzrek), kaldığı evin önünden geçen Şilan (Esra Ruşan) adında bir kıza tutulur. Kızı evine kadar takip eder ve kızın evde olmadığı bir gün kapıyı çalar. Kapıyı İsmet (Macit Koper) adında ellili yaşlarda yarı deli bir adam açar…

Dedemin İnsanları

Çağan Irmak’ın yazıp yönettiği, başrolünü Çetin Tekindor’un üstlendiği, 2011 yapımı Dedemin İnsanları filminde ise 12 Eylül, “intihar” teması üzerinden aktarılmış seyirciye.

Ozan (Durukan Çelikkaya)’ın (gerçekte Çağan Irmak’ın kendisi) mübadele döneminde Girit adasından İzmir’e göçen dedesi Mehmet Bey (Çetin Tekindor), darbeden sonra yaşanan olaylara dayanamaz ve intihar eder.

Bu Son Olsun

Orçun Benli’nin yazıp yönettiği, başrollerini Engin Altan Düzyatan, Mustafa Uzunyılmaz, Ferit Kaya, Hazal Kaya, Orhan Eşkin, Volga Sorgu Tekinoğlu, Ufuk Bayraktar ve Deniz Uğur’un paylaştığı, 2012 yapımı Bu Son Olsun filminde de yine 12 Eylül’ün bir başka komedisini görmekteyiz.

Sokağa çıkma yasağıyla birlikte “evsiz” kalan evsizler; Yaşar (Mustafa Uzunyılmaz), Apo (Orhan Eşkin), Kovboy Ali (Ferit Kaya), Cevat (Volga Sorgu Tekinoğlu) ve Ertuğrul (Ufuk Bayraktar), kurtuluşu, kendilerine siyasi suçlu görüntüsü vererek hapse girmekte bulurlar…

Bir Ses Böler Geceyi

Senaryosunu Ersan Arsever’in Ahmet Ümit’in aynı adlı romanından uyarlayıp yönettiği, başrollerini Cem Davran, Merve Dizdar, Gün Koper ve Rıza Akın’ın paylaştığı, 2012 yapımı Bir Ses Böler Geceyi filminde ise, 12 Eylül, bir trafik kazasında yaralanan araştırma görevlisi Süha (Cem Davran)’nın geçmişe, 12 Eylül’e yaptığı yolculuklar üzerinden aktarılmış izleyiciye.

Filmde 12 Eylül, başka pek çok 12 Eylül filminde gördüğümüz gibi, yine arka fon olarak kalmış. Filmde öne çıkarılan daha çok Alevilik inancı ve tasavvufi geleneği olmuş.

Eksik

Yönetmenliğini, yapımcılığını ve başrolünü Barış Atay’ın üstlendiği, çekimleri Hatay’da gerçekleştirilen 2015 yapımı Eksik filminde ise 12 Eylül, “parçalanma” teması üzerinden aktarılmış seyirciye.

Bir anne (Nur Sürer), darbeden tam otuz yıl sonra, darbede parçalanmış ailesini toparlamaya girişir.

Halkanın eksik parçaları, ayrı büyümek zorunda kalan, Türker/Deniz (Barış Atay) ve Devrim (Özgür Emre Yıldırım) adındaki kardeşlerdir.

Kafes

Senaryosunu Lütfü Şehsuvaroğlu’nun yazdığı, İsmail Hacıoğlu’nun başrolünü üstlendiği, Mahmut Kaptan tarafından yönetilen, 2015 yapımı Kafes filminde ise 12 Eylül’den çok, 12 Eylül darbesine zemin hazırlayanların kirli tezgâhları deşifre ediliyor.

Film, ilk kez sağ cenahtakilerin hikâyesini anlatan bir film olması dolayısıyla ayrı bir önem taşıyor.

Senaryosunu Kubilay Tat’ın 2013 Güney Kore yapımı Miracle in Cell No. 7 filminden uyarladığı; Aras Bulut iynemli, Nisa Sofiya Aksongur, Celile Toyon, İlker Aksum, Mesut Akusta, Deniz Baysal, Yurdaer Okur ve Sarap Akkaya’dan oluşan geniş bir kadronun başrollerini paylaştığı, Mehmet Ada Öztekin tarafından yönetilen 2019 yapımı 7. Koğuştaki Mucize filminde kızı Ova (Nisa Sofiya Aksongur) ve babaannesi Fatma Nene (Celile Toyon) ile Muğla’da bir sahil kasabasında yaşayan, çevresindekilerin kısaca “Memo” diye seslendikleri, zihinsel engelli Mehmet Koyuncu (Aras Bulut İynemli)’nun dramatik hikâyesi anlatılır. Bölgenin sıkıyönetim komutanı (Yurdaer Okur) ailesiyle birlikte ormanda piknik yaparken komutanın küçük kızı, ailesinden habersiz, o esnada ormanda çobanlık yapan Memo ile kovalamaca oynarken kayalıklardan denize düşer. Memo, kızın peşinden denize atlayıp kızı denizden çıkarır fakat düşmeden önce kafasını kayalıklara çarpan kız ölmüştür. Kızını Memo’nun öldürdüğünü düşünen komutan onun idam edilmesi çabalar. Filmde 12 Eylül, özellikle cezaevi sahnelerinde kendini fazlaca belli eden, bir arka fon olmaktan öteye gidemiyor. Ancak film,

Türkiye’de en çok hasılat yapan ikinci film unvanını elinde bulunduruyor. Bunu Türk insanının kalbine dokunan etkileyici dramatik yapısıyla başardığı kesin.

Saydığımız filmler, 15 Temmuz başarısız darbe girişiminin ardından ikinci bir darbe olasılığının tartışıldığı şu günlerde tekrar izlenmeye değer.

Osman Akyol

Yeşilçam’daki İşçi Filmlerinin Antolojisi | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

Sanık Sandalyesi | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

Yeni Bir Yazım Tekniği: Betimsiz Kurgu | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

 

Yaşar Bozkurt’un Biyografisi ve Resim Çalışmaları

Sayın Yaşar Bozkurt’un kendisini çizdiği portresi.

1959 yılında Gaziantep’te yoksul bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya geldi. Resim yapmaya ilkokul yıllarında başladı. Ortaokulda ve sonrasında Gaziantep Rüştü Uzel Endüstri Meslek Lisesi’ndeyken de resim yapmaya devam etti. Burada Teknik Resim dersi dolayısıyla perspektif konusunda bilgilendi.

İlk kişisel resim sergisini bir kamu kuruluşunda çalışırken 1994 yılında Gaziantep Kültür Müdürlüğü Sanat Galerisi’nde açtı. İlk resim sergisinde (toplumdan gördüğü resimlerine yoğun ilgiden sonra) akademik olarak bilgi edinmeye çalıştı ve ressam olmaya karar verdi.

Bir resim sergisinden…

İkinci kişisel resim sergisini Güzel Sanatlar Derneği Lokali’nde 1996 yılında açtı. Üçüncü kişisel sergisini de yine Güzel Sanatlar Derneği Sanat Galerisi’nde 1997 yılında açtı. 1998 yılında Öğretmenevi’nde, 2002’de Riva Menkul Kıymetler Borsası sponsorluğunda, 2005’te (Sakatlar Derneği yararına) Gaziantep Büyükşehir Sanat Galerisi’nde kişisel sergiler açmaya devam etti. Bir süre teknik olarak beslenmek amacıyla ara verdikten sonra tekrar 2011 yılında Aydın’ın Kuşadası ilçesinde yeniden resim sergisi açmıştır. Son olarak 2016’da Gaziantep Tahir Bey Konağı’nda bir sergi daha açmıştır.

Resim sergisini ziyarete birçok ressam gelirdi.

Tüm bunların yanı sıra birçok karma resim sergisine de katılmıştır. Resim dışında heykel ve maket çalışmaları yapmayı da sevmektedir. Çok tarz araştırması yaparken spatula tarzında bir dönem çalıştı.

Sürrealist ve empresyonist çalışmaları da vardır.

Şu anda Hatay’ın Arsuz ilçesinin Konacık köyünde münzevi bir yaşam sürmeyi amaçlayarak kendini tamamen resim çalışmalarına vermiştir.

Sayın Yaşar Bozkurt’un Bazı Çalışmaları:

 

Sessiz Çığlık – 70×70

Parkta – 50×50

Renkli Bahar – 55×100

Kardeşler Pozu – 35×50

Atatürk – 50×70

Salvador Dali – 40×60

Fırtınada Gemi – 70×100

Karanlık – 50×70

Tesettür – 35×50

Ağ İçinde – 50×50

Döngü – 50×50

Gizli Islaklık – 50×70

Yalnız Ağaç – 50×60

Bisiklette Seyir – 40×60

Cehennem Yolu – 45×60

Yağmurlu Sokak – 50×60

Sevgi Yürüyüşü – 50×50

Tren Yolu – 50×70

Gece ve Kadın 50×70

Çığlık – 35×50

Bar 50×50

İskele 70×100

Sis ve Yağmur 50×70

Yalnız Çocuk – 80×80

Sessiz – 80×80

Karanlıkta Fırtına – 50×70

Kar ve Karanlık – 80×120

Geri Dönüş – 80×80

Yeniden Mutluluk – 50×70

Kumsalda – 50×70

Dönemeç – 80×80

Karlı Bir Akşam – 80×120

Yorgun – 80×120

Gecede Kar – 50×50

Garda Sağanak – 40×60

Karda Zorlu Yürüyüş – 50×70

Karlı Yol – 50×70

Eski Konak – 35×50

Gece Konuğu – 50×70

Fener Yolu – 35×50

Gecenin Bekçisi 35×50

Kayalıklardaki Fener 35×50

Sisli Sokak – 35×50

Terkediş – 35×120

Sessiz Sokak – 40×60

Beyaz Ev – 45×60

Eski Sokak – 50×70

Karanlık Yolda – 50×70

Köyden İniş – 50×70

Nostaljik Sokak – 50×70

 

Adolf Hitler

Bir resim sergisinden…

Resim Sergilerinin Açılışlarını (o sergi dönemlerindeki büyükşehir belediye başkanı veya vali gibi) Şehrin Önde Gelenleri Yaptı. İki Resim Sergi Açılışından:

Yaşar Bozkurt‘a iletişim için yasarbozkurt277@gmail.com adresinden ya da +905317175213 nolu telefon numarasından ulaşabilirsiniz.

Not: Ressamın bazı resimlerinin fotoğraflarından fotoğraf çekilerek bu biyografiye aktarıldığından bu resimlerin fotoğrafları net görünmediği halde siz okurlarımıza iletmeden edemedim. Biyografiyi hazırlamamda yardımı olan Sayın Yaşar Bozkurt’un kızı Sayın Cansu Bozkurt’a nezdinizde çok teşekkür ederim.

Sayın Yaşar Bozkurt’a sanatında başarılar diliyorum, onu hayranlıkla yıllardır takip ediyorum. Biyografik çalışmamı beğenmesi ümidiyle, siz okurların nezdinde; kendisine en yüce hürmetlerimi iletiyorum.

 

Yeşilçam’daki İşçi Filmlerinin Antolojisi

“İşçiler” ve “işçi sorunları”, hiçbir zaman bir furyaya dönüşmediyse de, Yeşilçam’da işlenmeye değer temel konulardan biri olarak her zaman önemini korumuştur.

İlk işçi filmimiz, 1964 tarihli bir yapım: Karanlıkta Uyananlar (Ertem Göreç, 1964)

İlk prototip olmanın tüm avantaj ve dezavantajını taşıyan Karanlıkta Uyananlar’ın ardından, ekonomik kuşatılmışlık ve sansür gibi çeşitli nedenlerle, işçi filmleri tekrar uykuya dalar ta ki Yılmaz Güney adında biri çıkıp onları uyandırana dek: Umut (Yılmaz Güney, 1970).

Aslında Yeşilçam, sanılanın aksine başlarda bilinçli bir tercih olarak, işçileri ve sorunlarını görmezden gelmişti. Fakat 70’lere gelindiğinde; sendikal mücadele, toplu sözleşme, grev, lokavt, iş güvenliği, işçi sorunları gibi konular işçilerin ve dolayısıyla tüm halkın gündemini meşgul eden konular haline gelmişti. Artan sanayileşmeyle birlikte çığ gibi büyüyen bu sorunlara Türk sineması da daha fazla sessiz kalamazdı. Kalmadı da. Ne de olsa sinema, hayatın aynasıydı ve oradan besleniyordu.

Çok geçmeden sol damardan gelen cesur birkaç yönetmen, sırtlarında yumurta küfeleri, ürkek adımlarla kameralarını kentsoyluların ışıltılı çıkar dünyasından alıp işçilerin acımasız gerçeklik dünyasına çevirme cesaretini gösterdiler: Karanlıkta Uyananlar (Ertem Göreç, 1964), Umut (Yılmaz Güney, 1970), Diyet (Ömer Lütfi Akad, 1974), Endişe (Yılmaz Güney, Şerif Gören; 1974), Otobüs (Tunç Okan, 1974), Bir Gün Mutlaka (Bilge Olgaç, 1975), Güneşli Bataklık (Süreyya Duru, 1977), Maden (Yavuz Özkan, 1978), Sürü (Zeki Ökten, 1978), Düşman (Zeki Ökten, 1979), Bereketli Topraklar Üzerinde (Erden Kıral, 1979), Demir Yol (Yavuz Özkan, 1979), Gül Hasan (1979), Almanya Acı Vatan (1979), Çark (Muzaffer Hiçdurmaz, 1987), İş (Faik Ahmet Akıncı, 1994), Ekmek (Faik Ahmet Akıncı, 1996)…

Peki, ama halk arasında “işçi filmi”, “sendika filmi”, “grev filmi”, “emekçi filmi”, “devrim filmi”, “protesto filmi” gibi çeşitli adlarla anılan, sinematografik bir tür olarak toplumsal gerçekçi diye adlandırabileceğimiz bu filmlerde işçiler nasıl anlatılıyordu, ya da bu filmler işçi-işveren çatışmasını nasıl yansıtıyordu?

Şimdi genelden özele geçip listedeki filmleri tek tek görelim.

Başta da değindiğimiz gibi senaryosunu Vedat Türkali’nin yazdığı, başrollerinde Fikret Hakan, Beklan Algan ve Ayla Algan’ın oynadığı, yönetmenliğini Ertem Göreç’in üstlendiği, 1964 yapımı Karanlıkta Uyananlar, işçi sorunları üzerine yapılmış ilk Türk filmi olarak Türk sinema tarihinde yerini alır.

Bir boya fabrikasında geçen filmin konusuna gelince: Boya fabrikasının kötü patronu Şeref Yetimoğlu, fabrikasında çalışan işçilerin özlük ve sendikal haklarına karşı duyarsız biridir. Bu duyarsızlığa daha fazla dayanamayan işçiler, bir süre sonra, emektar işçi Nuri Baba’nın önderliğinde, grev silahlarını çekerek mücadeleye girişirler. Fakat bu hiç de kolay olmaz. Olaylar tıpkı gerçek hayattaki gibi gelişir: Çıbanbaşı olarak görülen bazı işçiler işten atılır, muhbir işçi Mahmut olanı biteni patrona ulaştırır vs.

Film, gösterime girdikten iki ay sonra, 1965 Temmuz’unda İçişleri Bakanlığı tarafından, filmin gösterildiği illerde çıkan bazı olaylar bahane edilerek, yasaklanır. Böylece filmin “İlk işçi filmi” etiketine “yasaklı film” damgası da vurulmuş olur.

Umut

Peşinden gelen “Çirkin Kral” Yılmaz Güney’in yazıp yönettiği ve başrolünde oynadığı 1970 yapımı Umut filmi ise aslında bir umutsuzluğu anlatır: Arabacı Cabbar’ın çıktığı umutsuz define yolculuğunu.

Adana’da arabacılık/faytonculuk yaparak geçimini sağlayan Cabbar’ın işleri, otomobiller çoğalmaya başlayınca bozulmaya başlar. Cabbar, borçla aldığı ve taksitlerini henüz bitiremediği atlarından birini başkasının çarptığı bir trafik kazasında kaybeder. Atı ölen Cabbar’ın eli kolu bağlanır. Yeni bir at alabilmek için evdeki en değerli eşyası, baba yadigârı toplu tabancasını satlığa çıkarır, fakat müşteri bulamaz. Vaktiyle yanında çalıştığı eski patronlarından borç ister, alamaz. Bütün bunlar yetmezmiş gibi ölen atın taksit zamanı da gelir çatar. Derken alacaklılar çok beklemeden, alacaklarına karşılık arabasını da haczederler. Derin bir yoksulluğun içine yuvarlanan Cabbar, son çare olarak, definelerin yerini bildiği iddia edilen Hüseyin Hoca’nın peşine takılır.

Diyet

Ömer Lütfi Akad’ın yazıp yönettiği, başrollerinde Hülya Koçyiğit ve Hakan Balamir’in oynadığı 1974 yapımı Diyet filminde ise memleketinden İstanbul’a göçüp gelen ve hemşerisi Bilal Usta’nın yanında bir fabrikada işe giren Afyonlu Hasan’ın öyküsü anlatılır.

Çalıştığı fabrikanın patronu, çıkarlarının zedelendiği düşüncesiyle, fabrikasındaki işçilerin sendikalaşmasına karşı çıkmakta ve bu konuda sıkı tedbirler uygulamaktadır. Patronun yakın adamı olan köylüsü Bilal Usta’nın da baskısıyla lümpen Hasan, başta sendikaya karşı çıkar ve sendikalı olmamak için direnir ta ki bir kolunu makineye kaptırıp işsiz kalana dek. Kolunu kaptırdığındaysa her şey için artık çok geçtir.

Endişe

Senaryosu yine Yılmaz Güney tarafından yazılan ve 1974 yılında Adana’nın Yumurtalık ilçesinde çekimlerine başlanan Endişe filmi, yönetmen ve başrol oyuncusu Yılmaz Güney’in Yumurtalık hâkimi Sefa Mutlu’yu öldürmekten tutuklanmasıyla yarım kalır. Sonradan yardımcısı Şerif Gören tarafından tamamlanan ve başrollerinde Erkan Yücel, Ayşe Emel Mesçi ve Kamuran Usluer’in oynadığı film, bir köyde ağa tarafından sömürülen köylülerin yaşadığı sorunları anlatır.

Başlarda ağa tarafından ucuz iş gücü olarak sömürülen köylüler, ağanın traktörü “keşfetmesiyle” birlikte bir kenara itilirler ve dahası aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.

Otobüs

Tunç Okan’ın ilk yönetmenlik denemesi olan ve başrolünde Tuncel Kurtiz’in oynadığı 1974 yapımı Otobüs filminde ise İsveç’e kaçak işçi olarak giden bir grup köylünün trajik hikâyesi anlatılır.

Köylerinden ilk defa çıkan köylüler organizatör (Tunç Okan) tarafından dolandırılırlar ve İsveç’in başkenti Stockholm’de bir otobüsün içinde şaşkın, çaresiz bir başlarına kalırlar.

Bir Gün Mutlaka

Senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı ve Bilge Olgaç’ın yönettiği, başında ve sonunda belgesel görüntülere de yer verilen; yönetmenin tüm iyi niyetine rağmen yer yer biçim ve dil sorunları da göze çarpan 1975 yapımı Bir Gün Mutlaka filmi ise, Akif isimli bir işçi önderinin davası için katlandığı fedakârlıkları konu eder.

Dava adamı Akif, yakın dava arkadaşları ile birlikte iş çıkışı afiş yapıştırarak ve el ilanı dağıtarak işçilerin/emekçilerin bilinçlenmesi için çaba göstermektedir. Bir takım karanlık güçler (ki bu karanlık karakterler iyi çizilmemiş) Akif’in bu çalışmalarından rahatsız olurlar ve karşı saldırıya geçerler. Bu saldırılar sonucu arkadaşlarından bazıları vurulan, bazıları da tutuklanan Akif’in başı karısı Sultanla da derde girer: Sultan, Akif’in eve geç gelmesini, kendisini aldattığına yorumlamaktadır.

Güneşli Bataklık

Senaryosunu Vedat Türkali’nin yazdığı, başrollerinde Hakan Balamir, Semra Özdamar’ın oynadığı ve yönetmenliğini Süreyya Duru’nun yaptığı 1977 yapımı Güneşli Bataklık filminde ise karşıt iki dünya anlatılır: Burjuvazinin kokuşmuş bataklığı ve işçi sınıfının aydınlık dünyası.

Patronuna şantaj yaparak ondan para koparmaya çalışan Salih’in çöküşüne karşılık sendikal mücadele veren işçilerin safına geçen ve orada işçi liderliğine yükselen Gümüşhaneli Hasan’ın öyküsü bu iki dünyayı temsil eden birer metafor imgedir.

Maden

Senaryosunu ve yönetmenliğini Yavuz Özkan’ın yaptığı, başrollerinde Cüneyt Arkın, Tarık Akan ve Hale Soygazi’nin oynadığı, 15. Antalya Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü dâhil 4 ödül birden alan 1978 yapımı Maden’de ise, bir madende çalışan işçilerin çelişkileri, sefaletleri ve mücadeleleri epik bir dille anlatır.

Her ne kadar bir ödüle layık görülmese de filmde arkadaşlarıyla maden ocağındaki kötü yaşam koşullarına karşı mücadele eden İlyas adındaki devrimci bir işçi önderini oynayan Cüneyt Arkın, sinema kariyerinin en iyi performansını bu filmde ortaya koyar.

Sürü

Senaryosunu hapisteki Yılmaz Güney’in yazdığı, başrollerinde Tarık Akan (Tarık Akan ilk kez bu filmde bıyıklı görülüyor), Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz’in oynadığı; Zeki Ökten tarafından yönetilen Sürü filminde ise, Halilan ve Veysikan adlı birbirine düşman doğulu iki aşiret arasındaki kan davası ve ekonomik zorluklar nedeniyle bir süre sonra Veysikan Aşireti’nin trenle sürülerini Ankara’ya götürüp satmak zorunda kalması işleniyor.

Çok katmanlı filmin bir katmanında da babası Hamo Ağa’ya ve aşiret düzenine isyan eden Şivan’ın karısı Berivan’ı tedavi ettirme çabasını görüyoruz.

Tüm zamanların en iyi on filmi listesinde her zaman yerini koruyan ve Zülfü Livaneli tarafından yapılan müziğiyle de öne çıkan film, pek çok otoriteye göre Yılmaz Güney’in en iyi üç filminden birisi sayılıyor.

Düşman

Senaryosunu hapisteki Yılmaz Güney’in yazdığı, başrollerinde Aytaç Arman ve Güngör Bayrak’ın oynadığı, yine Zeki Ökten tarafından yönetilen 1979 yapımı Düşman ise, asızlık yüzünden başına gelenleri işliyor gibi görünse de filmde asıl verilmek istenen mesaj düşmanın kim olduğudur: Kapitalizm.

Düzenli bir işi olmayan İsmail, mahallesinde ne iş bulursa çalışmaktadır. Bir süre sonra sömürüldüğünün ve bir şeylerin yanlış gittiğinin farkına varır. Fakat yaşadığı bu aydınlanma sürecinde, karısı dâhil, yanında hiç kimseyi göremez. Tüm mahalleyi istila eden ahlaksızlık ve yozlaşma karısını da beraberinde sürükleyip götürmüştür çünkü.

Bereketli Topraklar Üzerinde

Senaryosunu Orhan Kemal’in aynı adlı romanından Mahmut Tali Öngören’in uyarladığı, başrollerinde Yaman Okay, Erkan Yücel, Tuncel Kurtiz ve Nur Sürer’in oynadığı Erden Kıral tarafından yönetilen 1979 yapımı Bereketli Topraklar Üzerinde ise; Çukurova’ya çalışmaya giden Köse Hasan, Pehlivan Ali ve Yusuf adlı aynı köyden üç arkadaşın hikâyesini anlatır.

Sivas’ın bir köyünden olan üç arkadaş, bir hemşerilerinin sahibi olduğu iplik fabrikasında çalışmak üzere Çukurova’ya gelirler. Hemşerileri kendilerine yüz vermez. Onlar da bir çırçır fabrikasında işe başlarlar. Bir süre sonra içlerinden Köse Hasan fabrikadaki ağır çalışma koşullarına dayanamayarak hastalanır. Hasta arkadaşlarını da arkalarında bırakan Ali ile Yusuf, fabrikadan ayrılırlar; tarım ve inşaat gibi geliri yüksek işlerde çalışmaya başlarlar. Zamanla işinde yükselen Pehlivan Ali patoz operatörü olurken Yusuf da duvarcı ustası olur. İki arkadaş bir süre sonra Köse Hasan’ın öldüğü haberini alırlar. Derken Pehlivan Ali de ayağını patoza kaptırıp ölünce Yusuf tek başına köyüne geri döner.

Çekildiği dönemde Sıkıyönetim tarafından yasaklanan film, tam 28 yıl sonra, 2 Mayıs 2008’de sinemada gösterime girme olanağı bulur, fakat geçen zaman içinde on iki dakikasını yitirmiş olarak.

Demir Yol

Yavuz Özkan’ın yazıp yönettiği başrollerinde Tarık Akan ve Fikret Hakan’ın oynadığı 1979 yapımı Demir Yol ise, demiryolu inşaatında çalışan ve greve giden bir grup işçiyle Migros (filmde sansüre takılmamak için kamyonun üzerinde “Nigro” yazıyor)’un erzak kamyonunu soyup halka bedava dağıtan silahlı mücadele yanlısı bir grup solcu üniversite öğrencisinin kesişen öyküsünü anlatır.

Fikret Hakan’ın oyunculuk performansıyla öne çıkan filmde aynı zamanda yönetmen tarafından sendikal mücadelenin de bir adım öne çıkarıldığını görmek mümkün.

Gül Hasan

Tuncel Kurtiz’in Nuri Sezer’le birlikte yazıp yönettiği ve başrolünü üstlendiği 1979 Türkiye-İsveç ortak yapımı Gül Hasan filminde ise, İsveç’te film çevirme vaadiyle dolandırılan Türk işçilerinin dramı anlatılıyor. Foyaları meydana çıkan dolandırıcılar, bir süre sonra gerçekten bir film çekmek zorunda kalırlar. Çete lideri rolünde izlediğimiz yönetmen Tuncel Kurtiz, filmdeki oyunculuğunun aksine, başarısız bir dökümanter film denemesine imza atmış diyebiliriz.

Almanya Acı Vatan

Senaryosunu Zehra Tan’ın yazdığı, başrollerini Hülya Koçyiğit ve Rahmi Saltuk’un paylaştığı, Şerif Gören tarafından yönetilen 1979 Türkiye-Almanya ortak yapımı Almanya Acı Vatan filminde ise para kazanmak için Almanya’ya giden ve bir robota dönüşen Güldane (Hülya Koçyiğit) ile Almanya’ya gitmek için onunla formalite icabı evlenen ve yozlaşan Mahmut (Rahmi Saltuk)’un dramı işleniyor.

Çark

Senaryosunu Bekir Yıldız ve Haşmet Zeybek’in yazdığı, başrollerinde Tarık Akan, Müge Akyamaç ve Cezmi Baskın’ın oynadığı, Muzaffer Hiçdurmaz tarafından yönetilen 1987 yapımı Çark filminde ise, İstanbul Kazlıçeşme’de deri atölyelerinde çalışan dört deri işçisinin mücadelesi anlatılıyor.

Emeklerinin karşılığını alamayan dört arkadaş, patronla çatışmaya girerler ve beklendiği üzere kendilerini kapının önünde bulurlar. Daha sonra iş değiştirerek bir tersanede çalışmaya başlayan arkadaşlar gittikleri yerde de kendilerini aynı çarkın içinde bulurlar…

İş

Faik Ahmet Akıncı’nın yazıp yönettiği, başrollerinde Berhan Şimşek ile Sumru Yavrucuk’un oynadığı ve bir ikilemenin ilki olan 1994 yapımı İş filminde, bir baraj inşaatı sırasında yaşanan işçi-işveren çatışması anlatılırken yine Faik Ahmet Akıncı’nın yazıp yönettiği, başrollerinde Fikret Hakan ve Demir Karahan’ın oynadığı ikilemenin sonuncusu olan Ekmek (1996)’teyse özelleştirmeye karşı çıkan Zonguldak maden işçilerinin direnişi anlatılır.

İşçi filmleri elbette bu listeyle ve dönemle (Yeşilçam) sınırlı değil,
Toplumda artı değer sömürüsü devam ettiği sürece;

Otobüs Yolcuları (Ertem Göreç, 1961), Mahalleye Gelen Gelin (Osman F. Seden, 1961), Üç Tekerlekli Bisiklet (Lütfi Ömer Akad, 1962), Ayrılan Yollar (1962), Şehirdeki Yabancı (1962), Kızgın Delikanlı (1964), Hudutların Kanunu (1966), Toprağın Kanı (1966), Yiğit Yaralı Olur (1966), Bitmeyen Yol (1967), Babanın Oğlu (Melih Gülgen, 1975), Kapıcılar Kralı (Zeki Ökten, 1976), Taksi Şoförü (Şerif Gören, 1976), Köşeyi Dönen Adam (Atıf Yılmaz, 1978), Yaşam Kavgası (Halit Refiğ, 1978), Kibar Feyzo (Atıf Yılmaz, 1978), Kanal (1979), Talihli Amele (Atıf Yılmaz, 1980), Bir Günün Hikâyesi (Sinan Çetin, 1983), Bir Yudum Sevgi (Atıf Yılmaz, 1984), Devrim Arabaları (2008), Press (2010), Zerre (Erdem Tepegöz, 2012), Toz Bezi (Ahu Öztürk, 2015) ve Babamın Kanatları (Kıvanç Sezer, 2016) filmleri örneklerinde olduğu gibi çekiliyor ve çekilmeye de devam edecek. (Araştırmalarım 2016’ya değin.)

Osman Akyol

Öyle Bir Geçer Zaman Ki | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

Bir Hekimin Bu Çağa Çektiği Söylev Yahut Okumuş İşçilere Sorular; Nereye Sığar Bu Susmalar? – Müjdat Güven | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

Patron ve İşçi | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

Mutluluk İşçileri | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

 

Umudu Büyütüyoruz Sanat Buluşması

Türkiye Yazarlar Sendikası Çanakkale Temsilciliği’nin çağrısıyla 6 Mayıs 2023’te Umudu Büyütüyoruz Sanat Buluşması gerçekleştirdik…

Asude Bayram muhteşem bir sunum gerçekleştirdi… Bir şey bu kadar güzel olurdu dedirten cinstendi. Hele açılış bölümünde Enver Karagöz şiirine yer vermesi beni hem şaşırttı, hem de duygulu anlar yaşamama neden oldu. Enver Karagöz isminin alanı dolduran insanlara yabancı gelmemesini gözlemlememin benim açımdan ayrı bir anlamı vardı. Program yaklaşık 7 saat sürdü. Ve Asude Bayram arkadaşımız alanı bu süre içinde canlı tutmayı başardı. Tempo hemen hemen hiç düşmedi.

Çanakkale Kilise Meydanı görülmeye değerdi gerçekten de. Ressamlar, seramikçiler, heykeltıraşlar muhteşem performanslar sergilediler. Şairler şiirlerini okudu. Müzik vardı. Tuğçe Özçelik yönetimindeki Troia’da tarihi düğün gösterimi ve birlikte sergilenen o büyüleyici defile inanılmaz ilgi gördü izleyicilerden. Çocukların duvar resimleri yaparken ki hâli arı kovanını andırıyordu adeta. Ekrem Akgül yönetiminde ÇYDD Salonu’nda slayt gösterileri de etkinliğimize ayrı bir renk kattı.

Okunan şiirler çok güzeldi; gerçekten çok güzeldi… Ama Şerife Öztürk Özkan Mert’in, Özlem Karakaşoğlu da Ruşen Hakkı ve Kemal Özer’in şiirlerini okurken sevinç gözyaşlarıma hakim olmadığımı fark ettim. Atölyelerin ortaya koyduğu performansları benim gibi başkalarının da hayranlıkla izlediğini belirtmeliyim bu arada.

Aşk olsun Denizleri unutur muyduk hiç… Şiirlerimizde, resimlerimizde, müziğimizde kanayan bir oya gibiydiler. Gezi direnişçileri de öyle.

Sevgi Çemberi’yle bitirdik etkinliğimizi. Dünyaya güzel enerjiler gönderdik oradan. İnsanlığa içimizin çiçeklerini andıran güzel yaşamaklar dileğimizi şiirlerimizin kanatlarında uçurduk.

Ülkemizin geleceğine sanatla dokunmak çok anlamlıydı. Çok! Kilise Meydanı’nı anlamlı hale getiren sanatçı dostlarıma, bizi yalnız bırakmayan sanatsever Çanakkalelilere, bu arada katkılarından ötürü Çanakkale ve Kepez Belediyelerine nasıl teşekkür edilir bilmiyorum ki.

Not: Fotoğraflar içinde göreceğiniz karanfillerden insan kafası ve ağaca sarılan insan heykellerini etkinliğimizin hem sonuç bildirgesi hem de en geniş özeti olarak değerlendirebilirsiniz. https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=pfbid02DqrFfwv4JP9uWf8DjcUTX8ZDnexZWxtXTjhPjpBqMwpyEVzk2JRkDAxRfyrsGGfgl&id=100009093243766

Hayrettin Geçkin

 

“UMUDU BÜYÜTÜYORUZ” Sanat Buluşması

Ülkemizin Kaderine Sanatla Dokunuyoruz.

Ülkemizi ve kentimizi sanatın incelttiği bir dünyanın parçası kılmak için farklı disiplinlerden (edebiyat, müzik, resim, karikatür, dans vb.) gelen sanatçılar olarak sanat ürünlerimiz, performanslarımız ve atölye çalışmalarımızın buluştuğu ve adını en çok sarıldığımız şey olan umuttan alan bir günlük bir buluşma planlıyoruz.

Yaşar Kemal ve Aziz Nesin’in kurucuları arasında yer aldığı Türkiye Yazarlar Sendikası Çanakkale Temsilciliğinin çağrısıyla bir araya gelen biz Çanakkaleli sanatçılar, etkinlik tarihi olarak 6 Mayıs 2023 Cumartesi gününü; yer olarak da Kilise Meydanı’nı düşündük.

Amacımız; o bir günde nasıl bir dünyada yaşamak istiyorsak öyle bir dünyanın şiirlerinin okunduğu, öykülerinin anlatıldığı, oyunlarının sergilendiği ve öyle bir dünyanın özlemini yansıtan resim, karikatür ve heykellerin yer aldığı ve yine öyle bir dünyanın özlemini dile getiren parçaların çalınıp söylendiği bir etkinlik… Ve buna yönelik bir buluşma…

Sanatın örselendiği ve sınırlandırılmaya çalışıldığı bu kasvetli alacakaranlığı dağıtıp, ülkemizi ışıkla doldurmak için sanat da üzerine düşen görevi yapacaktır.

Bu buluşmayı yüreği aydınlık bir gelecekten, adil ve yaşanır bir dünyadan, barıştan ve sevgiden yana olan herkesin desteklemesini bekliyoruz.

Diyoruz ki gelin birlikte umudu anlatalım.
Diyoruz ki gelin birlikte umudu büyütelim.
Diyoruz ki gelin birlikte umudu çoğaltalım.

Diyoruz ki gelin savaşların olmadığı, şiddetin kol gezmediği, kimsenin aç ve açıkta kalmadığı, kimsenin düşüncesinden ötürü hapse girmediği, herkesin kendisini ifade edebildiği, doğanın tahrip edilmediği ve iklim krizlerinin yaşanmadığı bir dünya için baş başa ve düş düşe verelim.

Gelin canlar bir olalım.

Hayrettin Geçkin