Deneme,  Edebiyat,  Sanat,  Tartışma,  Toplum

Mandalina Bahçesi

Şair Osman Bozkurt’un “öldüren de ölür ölenle birlikte” dizesindeki çağrıya uyandım bu sabah. Uyandım ağaçlar! Uyandım güneş, kuşlar! Penceremi açtım; içeri taşacak oldu gökyüzü. İçim dışarıya taşacak oldu.

Akşamki filmin etkisinden kurtulamadığımı hissettim. Olur zaman zaman bende. Okuduğum bir şiirin, bir öykünün, bir romanın ya da izlediğim bir filmin etkisinde kalırım. Bazen bu etki günlerce, aylarca, hatta yıllarca sürer. İkinci kez izlediğim Gürcü yönetmen Zaza Urushadze’in yazıp, yönettiği 2013 yılı Estonya-Gürcistan ortak yapımı film Mandalina Bahçesi de bende bu etkiyi yaratanlardan biri.

1992’de Gürcü-Abhaz Savaşı başlayınca bölgedeki köy halkı atalarının yaşadığı Estonya’ya kaçar. Mandalina işiyle uğraşan Ivo ve Margus adlı iki Estonyalı kalır yalnızca köyde ve arazilerinde yaralı olarak buldukları biri Gürcü diğeri Çeçen birbirlerine düşman iki yaralı askeri iyileşinceye kadar konuk ederler evlerinde. Olaylar derinleştikçe derinleşir böylece.

Abhazların yanında paralı asker olarak savaşa katılan Çeçen asker, Gürcü askeri öldürmekten başka bir şey düşünmez. Ancak İvo’ya verdiği söz vardır. Derken epey bir zaman geçer ve bir gün köyü Abhaz askerler basar. Çeçen asker Gürcü askeri ele vermez. Müthiş bir dönüşüm, müthiş bir sahne… İnsan olmanın zamanla, bir takım olaylar, öğrenmeler ve deneyimlemeler sonucu kazanılacak bir edim olduğunu düşünmekten başka bir şey yapamıyorsunuz bu sahneyi görünce. Ve anlamsızlığını savaşın…“Savaşa hayır” demek geçiyor içinizden. Kendinizi bir tepeden ovalara çığlık atarken hayal etmenin sırası belki de.

Filmi unutulmazlar arasına sokan hiç kuşkusuz final sahnesi… Köyü bir gün, savaşta Abhazların yanında yer alan Rus askerleri basar. Rus askerlerinin karşısına çıkan Çeçen asker, onları ne yapsa da kendisinin bir Çeçen asker olduğuna ve savaşta Abhazların yanında yer aldığına inandıramaz… Kurşun yağmuruna tutacaklardır Çeçen askeri. Derken Gürcü asker, Rus askerlerini yaylım ateşine tutar ve Çeçen askeri ölümden kurtarır. Çatışma sonucunda Gürcü asker ve Margus hayatını kaybeder. İvo, Gürcü askeri, daha önce Gürcü askerler tarafından öldürülen oğlunun yanına gömer. Çeçen asker de büyük bir acı içinde ayrılır köyden.

Uzun yıllar önceydi “Barış İçin Bir Milyon İmza Kampanyası” düzenlenmişti bir siyasi parti tarafından. O kampanya sırasında tanık olduğum bir olayla birleştirmeye çalıştım filmin sahnelerini:

Bir kadın “Savaş sussun, hayat konuşsun” diye bağırıp duruyor ve imza istiyordu standın başında. Hava soğuktu, kar serpiştiriyordu. Kadın zayıftı, kadın incecikti. Kadın donmamak için hem bağırıyor hem zıplıyordu. Tipi biraz hızını artırsa uçuracaktı belki de kadını…Ama kadın; “Savaş sussun, hayat konuşsun,” diye bağırmaya devam ediyordu. Tek tük insan gelip imza atıyordu kadının görevli olduğu stantta. Merakını giderip imza atmadan çekip gidenlere gücenmiyordu kadın. Hatta sevgiyle bakıyordu arkalarından. Ve bağırmaya devam ediyordu yine: “Savaş sussun, hayat konuşsun diye bir imza, bir imza.”

Kadının yanına biri geldi. Bir adam! Kadın kampanyanın içeriğini anlattı adama, içtenlik vardı yüzünde kadının, sevgi doluydu bakışları. Kar ve tipi hızını artırıyordu git gide. .Adam barışı savunmanın savaşı savunmaktan daha tehlikeli olduğunu kavramış olmalı ki; “Ama kızım, benim torunuma iş sözü verildi, imzamı görürlerse torunumun iş meselesini tehlikeye sokarım.” Adam biraz dalgın, yandaki iş merkezinin ikinci katındaki kıraathaneye çıktı. Oradan bir çay gönderdi kadına; üşümesin, içi ısınsın diye… Kadın o karda, o tipide bağırıyordu durmadan: “Savaş sussun, hayat konuşsun diye bir imza, bir imza…”

Bir süre sonra adam tekrar geldi kadının yanına; “Epey imza toplayabildin mi be kızım?” Kadın; “Sizin imzanız eksik amca!” Adam üzgün biçimde: “Dedim ya kızım…” Adam tekrar kıraathaneye çıktı ve bir çay daha gönderdi kadına. Akşam olmak üzereydi. Ortalık kararmaya başlamıştı. Adam son bir kez daha geldi kadının yanına: “Kızım bu işten sana ne veriyorlar?” Kadın; “Bu imzaların yüzde yirmisi bana kalacak amca!” Kadın bağırmaya devam ediyordu, onu kuşatan soğuğa ve tipiye aldırmadan: “Savaş sussun hayat konuşsun diye bir imza, bir imza.”

İşte size iki ayrı film: Birinde savaş, savaşta ölenler, savaşın acıları, savaşın bıraktığı yıkım; diğerinde “Barış” diyenler, barış için canını dişine takıp mücadele edenler…

Sahi bugün 1 Eylül! Bugün Dünya Barış Günü!

Barış diyorum ben de ve bu yazıya bir şiir iliştiriyorum. Belli mi olur duyarlıklarınıza konar. Uzaklaştırmak istemezsiniz onu. Bu arada size de sorayım: Bir şiir, savaşa karşı çıkabilir mi?

ne kadar uzakta bilmem
ne kadar sürer kavuşmak
kaç insan ömrü eder üst üste
kaç yürek durur askılarda
sürgünlerde kaç insan
kaç kitap zincirde
yeniden kaç hapishane

ne kadar uzakta bilmem
ne kadar sürer kavuşmak
neler söylenir
kaç kahraman çıkar / kaç hain
kaç şiir yazılır sorgularda
kaç yaprak düşer dalından

ne kadar uzakta bilmem
ne kadar sürer kavuşmak
hangi kararlar alınır üstümüze
hangi derin devletler kurulur
kaç saltanat yaşlanır döktüğü kanda
hangi dal çürür / hangi dal filizlenir toprakta
kaç çiçeğe su yürür / hangi şarkılar boylanır
hangi türküler yollarda

ne kadar uzakta bilmem
ne kadar sürer kavuşmak
gün gelir / ellerimizde çiçeklerle bir dünya
barış evimizde, sokağımızda
bakmışsın anadan üryan
çırılçıplak kollarımızda

Hayrettin Geçkin

Siz de fikrinizi söyleyin!