Deneme,  Edebiyat

Hem Yalancısı Hem Yabancısıyız Söyleyip Yazdıklarımızın

Bir yakınım; akrabam, çocukluk arkadaşım her neyse; “sen bizim (idol)umuzsun” dedi telefonda.

Kitaplığa koştum konuşma biter bitmez. Türkçe sözlük elimdeydi. Buldum tersten dizilimi (l,o,d, i) olan Fransızca kökenli sözcüğü. Bir solukta okudum iki anlamını da…

  1. Bir kült nesnesi olarak kullanılmak üzere taş, pişmiş toprak, kemik ve ahşap gibi malzemeden yapılan stilize heykelcikler. (Tanrısal bir varlığı simgeleyen daha çok taş, ağaç ya da bronzdan yapılmış heykel.)
  2. Alanında tartışmasız üstünlüğü kabul edilen kimse

İdol sözcüğünün bildiğim anlamlarıydı her ikisi de. Yeni bir şey bulamamanın hayal kırıklığıyla masamın başına geçip düşünmeye başladım:

“Heykel” ya da “heykelcik” demek istemediğinden emindim yakınımın, akrabamın, çocukluk arkadaşımın, her neyse… Uzun bir aradan sonra arayıp gönlümü almak, iltifat etmek istiyordu belli ki diye düşündüm bir süre.

Teşekkür ettim etmesine, etmez miyim! Fakat kafam karışmıştı. ”Alanında tartışılmaz, üstünlüğü kabul edilen kimse” demek istediyse, beni koyduğu yer neresidir bilmiyorum ama o alana ilişkin en azından bir şeyler bilmesi gerekir diye akıl yürütmeye çalıştım ister istemez. Durduramadım kendimi ve devam ettim: Ya birtakım bilinç sıçramaları yaşamış; okumaya, düşünmeye, düş kurmaya, yaşadığı hayatı sorgulamaya başlamışsa… Bunca yıldan sonra aramasının nedeni başka ne olabilirdi?

HAYAT ONA VERDİĞİMİZ ANLAMDAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL

Bir kedi gibi yumağa dolanmıştım açıkçası: Diyelim şiirdi beni koymak istediği yer, edebiyattı; ülke ve dünya gündemine ilişkin görüşlerimdi ya da adil, demokratik ve özgürlükçü bir dünya için verdiğim mücadeleydi… Söyleseydim keşke  bu alanlarda idol olmak kırk fırın ekmek yemekle olacak iş değil, diye. İhmal ya da başka nedenle söylemedim işte. Uzun bir sohbet ortamı lazımdı bu alanlarda üstünlük yarıştırarak ancak bir hiç olunabileceğini anlatmak için de.

Kafamın karışıklığı geçmek bilmedi.

Bir yakınım; akrabam, çocukluk arkadaşım, her neyse dediğim kişi zar zor koşullar içinde okullar bitirmiş, bir mevkide bulunmuş, ekonomik olarak azımsanmayacak şeyler de edinmiş birisi. Bunun üzerine hiçbir şey koymamış ama. “Daha ne olacaktı” diyenleriniz çıkabilir, itirazım yok… Çünkü hayat ona verdiğimiz anlamdan başka bir şey değil ki.

O kişiyle yıllar önce bir zorunluluk sonucu bir karşılaştığımızda epeyce konuşmuştuk: Ders kitaplarından başka kitap bilmediğini, Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı’ndan, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Elif’in Kağnısı’ndan başka şiir, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanından başka da roman adı hatırlamadığını büyük bir açık yüreklilikle itiraf etmişti bir çırpıda. Bir bakıma ülkemiz eğitiminin dokümanını sermişti önüme. Benim edebiyatla ilgilenmemi, düşüncemden ötürü sürüm sürüm sürünmemi, verdiğim mücadeleyi, kitaplarımın çıkması için gösterdiğim çabayı ise biraz küçümsemiş “para kazanmaya bak” diye uyarmıştı. Kötü bir niyeti yoktu. Bir siyasi tavrı da yoktu. Ülke yönetiminin iyi olması için samimi bir isteği vardı aslında. Bana biraz acımış olmalı ki “kitapların nerde satılıyor, söyle yerini alayım, az da olsa yardımım dokunsun” şeklindeki sözleriyle sonuna gelmiştik konuşmamızın. Okuyacak olursan ben sana gönderirim dedikten sonra vedalaşmış, bir daha da iletişim kurmamış ya da kuramamıştık.

Konuşması sırasında hiçbir kitabımı alıp okuyamadığını, benim de akıl edip gönderemediğimi bir yakınma olarak ifade etmişti…

HAZIR ÇENEM AÇILMIŞKEN…

Bu görüşme, bir sıcaklık yaratmıştı her şeye rağmen içimde.

Akrabalarımın, eskiye dair arkadaşlarımın ve tanıdıklarımın benden habersiz olmaları, bir tek kitabımı veya herhangi bir yazımı okumamaları yüzünden onları suçlayacak değilim kuşkusuz… Olsa olsa kendi yalnızlığımdır. Facebook alanında bile benim bir iki saati bulan bir çalışmanın ardından paylaştığım bir yazıyı, şiiri üç beş saniye içinde 30-40 kişinin beğenmesi de öyle… İçim yanar ama bir sestir yine de umutsuzluğu azaltan der sevinçle karşılarım bu samimiyetsizliği bile. Yalnızlığıma çekilirim sonra da.

Yalnızlığıma sosyal medyada yazar, çizer kesimin kendi yazdıklarından ve yarıştıkları kimselerin paylaşımlarını okuyup vaziyet almaya çalışmaktan başka kimsenin ne yazdığı ile ilgilenmeyen ve edebiyatın nereye aktığını, nasıl aktığını umursamayanların tutumunu da dahil ediyorum. Ve onların yazdıklarını bir iktidar aracı gibi kullanmalarını da… Biri bana “yalnızlığın kıymetini bil” demişti.

Hazır çenem açılmışken bir şey daha anlatayım size: Uzun süre yaşadığım ve hayatımdaki kırılmalar nedeniyle de ayrıldığım kentte hemen hemen herkesçe tanınan, doğal olarak benim de tanıdığım biriyle rastlaşmıştık kalabalık caddelerin birinde… Yanında biri vardı, doçentmiş. İstanbul’da bir üniversitede görev yapıyormuş. Tanıştırırken benden; kentteki en yakın dostlarımdan şair-yazar, eleştirmen diye söz etmiş, yetmezmiş gibi çok sayıda şiir kitaplarımın ve romanlarımın bulunduğunu ileri sürmüştü. Zor durumda kalmıştım aslında. Bir şey diyemedim. Ayaküstü konuşma devam ederken doçent olan konuğuyla kısa bir süre baş başa kaldığımızda bana “arkadaşımın sizin gibi aydın, yazar, şair kimselerle arkadaş olması, beni hem şaşırttı, hem de sevindirdi” demişti. Ben de ona siz beni ondan daha fazla tanıyorsunuz, benim şimdilik birkaç şiir kitabım var, romanım falan yok, eleştirmen de değilim demiştim.

BİRİ İÇİN BİLE OLSA YAZMAK

Diyeceğim yalancısı ve yabancısıyız çoğu kez söylediklerimizin. Yakınlarımızın olduğu kadar tanıdık veya arkadaş olduklarımızın da… Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sının bir yerinde geçen “Sizin kendinize dair bir yalanınız bile yok” sözünü tam da doğrulayan şey bu belki de.

Biri bana yazma dostum kimse okumuyor, demişti. O bana bunları anlatırken üç şiir, bir öykü, bir deneme okumuştum, birkaç sayfa da dergi yaprağı karıştırmıştım o sabah… Ben varsam biri daha var diyerek yazmaktan kesilmedim hiç… Yalnızlığımı koyulaştırmak ve kıymetini bilmek için  yazmaya, okumaya, düşünmeye, düş kuramaya devam ettim şimdiye kadar da. Biri için bile olsa yazmak… Biri için bile yazılmış olsa okumak. Hüznümüzü içimize çekerek, gülüşlerimizi yayarak yüzümüze,

Okudukça

Düşündükçe

Düş kurdukça

Sorup sorguladıkça güzeleceğine inanarak dünyanın,

İyi yarınlar.

Hayrettin Geçkin

Not: Eski bir yazımı İlkay için ilettim. Çünkü, yazar olmak istiyor. Yazarlık mesleğine onun gibi hazırlananlar için güncelliğini yitirmeyen yazılarımı sizlere iletmeye devam edeceğim.

Siz de fikrinizi söyleyin!