Deneme,  Kurgu,  Toplum

Lale Köşkün Sırrı

Konağın en sessiz saatleri, in-cin top oynuyor, havada değişik bir huzur var, kendi kendime düşüncelere dalmış gitmişim… Bu konağı da sahiplerimi de farklı seviyorum. Şu hayatta neler yaşadım neler… Onca ev  onca insan gördüm, kendimi en çok buraya ait hissettim, burada doğmuş gibiyim.

Ne kadar zaman oldu kim bilir buraya geleli. Ben kimdim? Hangi topraklara aittim? Dilime, dinime, ırkıma dair hiçbir şey hatırlamıyorum.

Pazara düştüğümde 13- 14 yaşımda ya vardım ya yoktum.

Tüccarın şu sözleri hala kulağımda ”Bundan sonra sen bir kölesin, en çok kim para verirse, ona satılacaksın! Sakın gittiğin yerde hizmette kusur etme, geri getirirlerse kömürlüğe atarım, aç susuz, ölür kalırsın, umurumda olmaz.”  gık demedim, ölmeyi de tercih etmedim. Yaşamaktan başka bir yol bilmiyordum; hayat acı olsa da can tatlıydı…

Aklımda ne anam var ne babam. Bir tek o korkunç yolculukta yaşadıklarımı hatırlıyorum; aç susuz günler geçti. Hala yüzleri solmuş, telef olmuş kızları hatırladıkça göğsüm daralıyor. Ben nasıl oldu da sağ çıktım, cesetleri yol kenarlarına atılan onlarca kızdan biri olmadım, nasıl dayandım?

Bu coğrafyaya geldiğim günden beri ne savaş bitti ne de kıtlık… Dışarıdan bakınca cennet olan bu diyarlarda mutlu gün hiç görmedim.

Tanrının adaleti mutluluk, desem tanrı biz köleleri mutlu görmeye katlanamıyor, onların tanrısı bizim tanrımızdan daha güçlü olduğu için mi biz köleyiz onlar hür?

Ama onların tanrıları da o kadar kudretli değil, öyle olsa yoksulluğa çare bulurdu. Paraya sıkışan efendiler her seferinde ilk beni satışa sundular. Sonrası malum; o evden bu eve satıldım, durdum. Efendilerimin gözünde çok doğurgan oluşumdanmış meğer, en yüksek paralara gittim. Ama erkek evlat doğuramadığım için pek de kıymetim olmadı.

Yavrularımı; canım, ciğerim, evlatlarımı da ”besleme” olarak sattılar… Etimden, sütümden yararlandılar; neticede bereketli köleyim. Buna sevinsem mi üzülsem mi bilemiyorum.

Öncem, sonram kayıp yeryüzünde kanadı kırık, bir başımayım. Bunca zaman hep hizmet ettim. Ya ben elden ayaktan düştüğümde, kim bakacak? Kim bir tas çorba koyacak önüme?

Son evladım, kuzum, gül kokulum; hiç olmazsa o kalsa yanımda, tek dileğim bu. Sevgisi ayrı kaygısı ayrı dert hem evlattan başka kime ve neye tutunulur? Yaşlılık güvencem o benim. 

Meşrutiyet ilan edildiğinde ne çok sevinmiştik hepimiz. Cariyelik, kölelik yasaklandı dediler. Özgür olacaktık. Emeğimizin karşılığını para olarak alacak ve canımızın istediği gibi yaşayacaktık. Hoş, hür olsak kaç yazardı; nereye gider, nerede barınırdık!? Kim kapısını açardı bize, güya o zaman cariyelik yokmuş gibi davrandı devlet, ama herkes biliyordu; biz kadınların gizli kapılar ardında, köle pazarlarında satıldığımızı… Köleleri kim koruyacaktı, devlet dediğin yine onlar değil miydi!?

Para biriktirip özgürlüğümü satın alayım desem, ”nereden buldun bu parayı?” demezler mi? Yediğim bir araba dolusu dayakta yanıma kâr kalırdı.

Amaaan be kadın seninki de kuru laf, kimin yanına sığınırsın bu saatten sonra? Bir lokma ekmek veren olur mu sana?  Yavaş yavaş bedeninden gençlikte gidiyor. Farelerin cirit attığı bir odada hayata gözünü yumup gideceksin farkında mısın? Kendi kedine konuştuğun yeter kalk evin işlerini bitir. Yiyeceksin yine paparayı…

Ah şu muhtaçlık yok mu… Her seferinde hanımımda bunu başıma kakıyor, ”Savaştan çıktık, bu kadar yoklukta, çok ekmek tüketiyorsunuz” diyor, desin ne olacak, yavrumu el kapılarına ”besleme” diye satmadılar ya daha ne isterim şu hayattan, ne kadar minnettar olsam az. Karnının doyduğu kapıya nankörlük etmemek lazım.

Hakkını yemeyelim Efendim de düşkündür bana, özellikle de geceleri; hiç başkalarının koynuna sokmadı, konağa geldiğim günden beri  tenime başka erkek eli değmedi, sadece onun hizmetinde kaldım. Bu yaşımda yüzüme bakıldığına şükretmeliymişim.

Köle pazarında ‘bir cariyeye sunulacak en büyük lütuf, beyinin seni yatağına kabul etmesi’ demişlerdi. Kabul etmeyen efendi görmedim ama misafirlere de ikramlık gibi sunmaları zoruma gitmedi desem yalan olur, bütün emirlerine itaat ettim. Bir kölenin bir eşyadan ne farkı olacak?…

Birden bire kapı çaldı, irkildim, hemen toparlanıp kapıyı açtım. Hükümetten haber getirmişler. Çirkin suratlı o haberci geldi, pis pis suratıma sırıtarak:

”Efendini çağır ” dedi. Koşarak içeri geçtim.

Efendim, haberci ile konuştuktan sonra çok kızdı, esip gürlemeye ”Sonunda bu da geldi başımıza” diye bağırmaya başladı.

Kulağım kapıda olanı biteni anlamaya çalışıyordum. ”Mustafa Kemal Paşa, bakalım daha ne işler açacaksın başımıza, ne demek benimle köleler kanun önünde, devlet nezdinde aynı, eşit haklara sahip olacak. Olamaz böyle aşağılama, yasal haklar verilecekmiş, hem karınlarını doyurayım, hem de eşit sayılayım… Parasını verdim ben bu kölelerin, benim malım hepsi…”

Sonra hiddetle bana seslendi:

 ”Kadın, hanımına  söyle hazırlansın, sen de, kızın da hazırlanın Nüfus Umumiyesine gideceğiz kafakağıdı çıkaracakmışız, eski köye yeni adet!… Kadına, cariye kafa kağıdı çıkartıldığı nerede görülmüş, olacak iş değil. Gün geçer kin geçmez; biliyorum ben yapacağımı…”

Bu sözleri duyunca hiç anlam veremedim. Osmanlıdan sonra bir sürü değişiklik olmuştu, yeniliklerin arasına bize de insan olmak hakkı tanınmıştı.

Sonra Beyim ile Hanımım konuşmalarına kulak kabarttım, Hanımım:

”Bu ikisinin dinine ne yazdıracağız, ırkına, soyu sopu nereden derse memur ne cevap vereceğiz? Kölelik devlet nezdinde yasaklanalı çok oldu, başımıza bir iş açmasınlar, ister misin bu cenabet gavurları Müslümandan saysın hükümet…”

Hayretle donakaldım, Cariyenin dini mi olur, bu nasıl bir soru?  İnsan olmak böyle bir şey mi!? Dini olmayan insan sayılmıyor demek ki. 

Beyim:

”Merak etme. Türk vatandaşı sayılacak ikisi de bu kadar gerisi yok. Hem 1924 Anayasasında yer alan ‘devletin dini İslam’dır’ ibaresi kalkmadı mı bizim dinimiz niye yazsın kafa kağıdında! Yazmazlar bence…  İnanç bu Allah’la kul arasında, devlet ne karışır?”

Yağmurun altındaki köpeğe şöyle bir yan gözle baktım, kendimi onun yerine koydum, içimi bir korku kapladı. Yine kendi kendime konuşmaya başladım. Hanımım, beni ve kızımı istemezse sokaktaki it gibi ortada kala kalırsam, nasıl yaşarım!? 

Yola çıktığımızda, kızımın elini sıkı sıkı tuttum, ayaklarım geri gidiyordu. Hanımım ise bana kötü kötü bakıyor:

 ”Cariye kadınla ben bir miyim ayol, bu nasıl iş” deyip duruyordu.

Nedense kendimi suçlu hissettim. Hakkım olmayanı zorla bana vermişler gibi tedirgindim. 

Kafam  karmakarışık Hükümet konağının önüne geldik. Beyim, övünmek gibi olmasın ama nüfuslu adamdır. Bizi içeride hiç bekletmediler hemen ilk sıraya koydular, orada bekleyen sıradan vatandaş değiliz en nihayetinde. Buralarda Hüseyin bey denince akan sular durur. Yeni düzende gerçi onun bunun sırasını almakta yasakmış ama bize herkes sırasını verdi. Böyle öğrenmişiz sonuçta güçlü olana itaat etmek lazım gelir.

Gür sesi, sert mizacı ile memura seslendi beyim:

”Hükümet emretmiş biz de aldık, geldik, ver bakalım, bizimkilere birer kafa kağıdı.” deyince memur başını sağa doğru çevirdi, bana dik dik baktı.

Sesinde kızgın ve aşağılayan bir tını vardı.

”Adın?”

Yutkunup suç işlemişim gibi

‘Kadın.” dedim.

”Baba Adın?”

”Yok” Hatırlamıyorum ki,

”Dinin?” diye sorunca memur şaşırdım kaldım, ne diyecektim şimdi ben?

Hüseyin bey hemen oradan atıldı:

”Kadının kimi kimsesi yok, o artık benim himayemde. Çocuğun babası da benim, çocuğun baba adı Hüseyin olacak.’ Ben neysem o da odur!”

O ara benim aklım uçtu gitti zaten, demek yavruma köle demediler, çocuk demediler, kız demediler onu da vatandaştan saydılar, diye düşündüm. Efendime nasıl şükretsem az şimdi, elini eteğini öpmek için eğildim omzumdan tutup beni durdurdu. Gözüyle geri çekilmemi işaret etti.

Belki Hanımın bir çocuğu olsa, bize bu kadar değer vermezdi. Ne büyük lütuf! İçimden bir ses şansın bize döndüğünü söylüyor… Kızımın artık bir evi, hatta bir babası var… Onu satamayacaklar…  Atatürk bizi de insandan saymıştı, Efendim ne kadar kızsa da ben ona içten içe büyük bir sevgi beslemeye başlamıştım.

Nüfus Umumiyesinden çıkarken Beyim:

”Bak kadın, bu çocuğu okutacağım, büyük makamlara getireceğim, bundan sonra düzen böyle; kız ya da erkek fark etmez herkes sorumluluk alacak, en kısa zamanda uyum sağlaman lazım. Çağı hızlıca yakalamalıyız. Yeni düzende gücümüzü korumanın yollarını bulmamız şart, sen ve çocuğun bana minnet borcunuzu bu şekilde ödeyeceksiniz…” 

Kime minnet duyacağımı şaşırmıştım, bize haklar verene mi yoksa ekmek verene mi?

Başımı salladım, ne demek istediğini pek anlamamıştım, tek aklımdan geçen ”Karga, kekliği taklit edeyim derken kendi yürüyüşünü şaşırırmış, biz ne bilirdik insan gibi yaşamayı… Bu Cumhuriyette ne değişik bir şeymiş… Artık kendi kendinin sahibi ol diyor; iyi de benim aklım efendiminki ile bir mi? Ne anlarım emirsiz, buyruksuz yaşamaktan, bir sahip lazım gelmez mi biz kullara?

Sonunda devlet bana sahip çıktı, diye düşünecekken omzuma yüklenen yükün ağırlığı altında ezildiğimi hissettim. Hür olmanın bir sorumluluk gerektirdiğini görebiliyor ama ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum. Bugüne kadar bana ne derlerse onu yaptım hiç kendi kendime kararlar almadım. Bu hayatımdaki yeniliğin ağır geleceğini bilemezdim. Oysa düşünmeden yaşamak ne kadar da kolaydı. Yaşanan her acının her kötülüğün sorumlusu başkalarıydı, şimdi nasıl olur da hayatım benim kararlarıma bırakılabilirdi…

Atatürk, (ömrünün yarısından fazlasını biat ederek geçirmiş bizlere ) halkına insanca ve özgür yaşama imkanlarını hazırladı.

Cumhuriyet, Atatürk’ün halkına hediyesiydi. Kimsesizlerin kimsesi olacaktı. Kimse kimsenin efendisi olmayacaktı.

Altın tepside bir ceylan gibi sunulmayacaktı varlıklarımız, değerlerimiz ve hatta namusumuz(!). Bu biatçılıktan gelen halk, özgürlüğünün sorumluluğunu alabilecek miydi?

 

Notlar:

(Tarihçilerin aktarımıyla)  Türkiye Cumhuriyetinde ilk nüfus cüzdanları 1927’de tek sayfa ve Arap harfleriyle yazılmaktaydı. Harf devriminden sonra 1928 ‘de 32 sayfalık  nüfus cüzdanları yürürlüğe girmiştir.

*  Kurguyu yazarken yaptığım tarihi hatalar var ise @gündemarsivi.com’ mesaj atarak düzeltilmesini talep edebilirsiniz. Zira içinde bulunduğum kısıtlı imkanlardan dolayı beni yeterli bilgilendirecek düzeyde bir belgeye ulaşamadım.

 

Dilek

 

Bulunduğun Mekan Kaderindir…

Spinoza Problemi

Editör

Siz de fikrinizi söyleyin!