Güncel - Aktüalite

Anneler Gününe Özel Arşivden Yazılarımız

Bronz Çağı: Evlatlar mı Köleler mi? Kadınların gizemi

Bronz Çağı: Evlatlar mı Köleler mi? Kadınların gizemi [1]

4.000 yıl önce de sosyal eşitsizlik vardı: Bilim insanları Bronz Çağı mezarlarını inceledikten sonra bunu keşfettiler. Bazılarının mücevher gibi hediyeleri vardı, diğerlerinde yoktu. İskeletler de analiz edildi.

< 1x

Sosyal açıdan aşağı insanlarla tek çatı altında yaşayan zengin bir çekirdek aile: Bronz Çağı kadar erken ve dolayısıyla 4000 yıl önce, bir hane içinde nesiller boyu devam eden sosyal eşitsizlik vardı. Jena’daki Max Planck İnsanlık Tarihi Enstitüsü, Tübingen Üniversitesi ve Münih Ludwig Maximilians Üniversitesi’nden (LMU) araştırmacılar, 2019’un sonunda “Science” dergisinde bunu bildirdiler.

Augsburg’un güneyindeki Lech Vadisi’ndeki kazılar, mülkiyet ve statünün miras kaldığı, karmaşık bir sosyal yapıya sahip bir toplumun resmini çiziyor. Şimdiye kadar, bilim insanları sosyal olarak aşağı düzeydeki hane halkı üyelerinin tam rolü hakkında yalnızca tahminlerde bulunabiliyorlar.

Çalışma için, insan genetikçisi Alissa Mittnik ve arkeologlar Philipp Stockhammer ve Johannes Krause liderliğindeki ekip, Bavyera Lech Vadisi’ndeki Bronz Çağı mezarlıklarından kalıntıları analiz etti. Orta Avrupa için Bronz Çağı, M.Ö. 2200 ile 800 arasındaki dönemdir. Taş Devri’ni takip eden çağda insanlar, o dönemin toplumları, hareketlilikleri ve ekonomileri için geniş kapsamlı sonuçları olan bronz döküm becerisi kazandılar.

Bilim insanları, ilişkileri belirlemek için sadece mezar eşyalarını değil, 104 kişinin genetik verilerini de inceledi. Birleşik arkeolojik ve arkeojenetik bulgular, araştırmacılara o zamanın beraber yaşamına dair derin bir bakış açısı sağladı.

Bir hane içindeki hiyerarşiler

< 1x

Yüksek mevkili ama yerli olmayan bir kadının mezarı, Haunstetten Kaynak: Stadtarchäologie Augsburg

“Zenginlik, biyolojik akrabalıkla ya da uzaktan atalarla ilişkiliydi. LMU’dan Stockhammer, çekirdek aile mülklerini ve statülerini devrediyor.” diyor. “Ama her çiftlikte, aynı zamanda fakir donanıma sahip yerel kökenli insanlar da bulduk.” Bu tür karmaşık bir arada yaşama yapıları, eski Roma ve klasik Yunanistan’dan bilinmektedir. Fakat Lechtal’deki insanlar 1500 yıldan daha önce yaşadı. “Aile yapılarındaki sosyal eşitsizlik tarihinin ne kadar geriye uzandığını bu mezarlar ilk kez gösteriyor.”

Tunç Çağı’nda hiyerarşik yapıların geliştiği yeni bir şey değil. Ancak arkeologlar için şaşırtıcı olan şey, bu hiyerarşilerin bir ev içinde ve nesiller boyunca var olmasıydı. Bilim insanları, mezar eşyalarından ölen kişinin sosyal statüsünü okuyabildiler. Lech Vadisi’ndeki daha yüksek sosyal düzeydeki erkekler için bunlar, öncelikle hançer, balta veya ok başı gibi silahlardı, yüksek sosyal düzeydeki kadınlarda ise zahmetli işlenmiş takılardı.

Bu tür (mezar) hediyeler, sadece yakın akraba aile üyelerine ve aileye 400 ila 600 kilometre uzaktan gelen kadınlara verildi. Daha önceki bir çalışmada araştırmacılar, Lechtal’deki kadınların çoğunun yurt dışından geldiğini ve bu nedenle muhtemelen bilgi aktarımında belirleyici bir rol oynadığını göstermişlerdi.

Mevcut araştırma bu teşhise uyuyor. Genetik analizler, dört ila beş nesli kapsayan ve sadece erkek soyları içeren soy ağaçları oluşturmayı mümkün kıldı. Arkeologlar için bu, kız çocukların yetişkinliğe ulaştıklarında çiftliği terk etmek zorunda kaldıkları anlamına geliyor. Oğulların anneleri ise sadece oraya taşınan kadınlardı.

< 1x

Kleinaitingen’deki erken Bronz Çağı mezar–lığından hançerler ve kadın başlıklarının parçaları da dâhil olmak üzere seçilmiş mezar eşyaları.
Kaynak: K. Massy

Arkeogenetik, burada bize geçmişe tamamen yeni bir bakış sağlıyor. Jena’daki Max Planck İnsan Tarihi Enstitüsü Direktörü Johannes Krause, yakın zamana kadar geçmişte evlilik kurallarını, sosyal yapıyı ve eşitsizliği inceleyebileceğimizi düşünmemiştik.

Bilim insanları, ilgili çekirdek ailenin zengin bir şekilde gömülü üyelerinin yanında, hane nüfusuna dâhil fakir ve yerli olan, ama akraba olmayan gömülü üyeler de buldular. Boston’daki Harvard Tıp Fakültesi’nden Alissa Mittnik, “Ne yazık ki, bu kişilerin hizmetçi mi veya belki bir tür köle mi olduklarını söyleyemeyiz.” diyor. Çiftliklerin nesillerce erkek füru hatları üzerinden miras bırakıldığı ve bu sistemin 700 yılı aşkın süredir istikrarlı olduğu kesindir. “Lechtal, bireysel hanelerdeki sosyal eşitsizlik tarihinin gerçekte ne kadar eskiye gittiğini gösteriyor.”

Bu makale ilk kez 13 Ekim 2019’da ve daha sonra 12.04.2021 de WELT gazetesinde yayınlandı ve Türkçeye çevrildi.

*****

Tarihçiler, kadınların hem grup olarak hem de bireyler olarak geleneksel tarih yazımında nadiren yer aldığını belirtirler. Bu açıdan bakıldığında, yukarıdaki araştırmaların neticesinde, bilim insanları kadınların sosyal konumuna yönelik açıklamalarda bulunması olağanüstü olarak nitelendirilebilir.

Kadın Tarihi, Tarih biliminin ve toplumsal cinsiyet araştırmalarının bir alt alanıdır ve kadınların tarihteki etkinliklerini araştırmayı amaçlamaktadır. İngilizce “history” kelimesine benzetilerek bu yeni bilim dalına aynı zamanda “herstory” olarak da adlandırılır (erkek “o” anlamına gelen “his”  zamiri, yerini dişi “her” “o” ile yerini değişir.  Ancak history kelimesindeki, “his” hecesinin “his” zamiri ile bir etimolojik bağlantısı yoktur). Kadınlar tarihi üzerine araştırmalar feminizmin motiflerinden de kaynaklanabilir.

Kadın Tarihi araştırmaları ve Bilimi ABD de 1970’lerde güçlenen İkinci Kadın Hareketi’nin uzantısı olarak, üniversitelerde ilk enstitülerin kurulması ile başlamıştır. Almanya’da 1986 da ilk Tarihi Kadın Araştırmaları Kürsüsü Bonn Üniversitesinde ve İsviçre’de 1993de açılmıştır. [2]

Anaerkillık teorilerinin[3] tarihi, 18. ve 19. yüzyılların Hukuk Tarihi ve etnolojik yazıları ile başlar. Anaerkil teorilerin konusu,

  • anaerkil doğrusallığı veya annelik takibi; Sosyal özelliklerin ve mülklerin yalnızca annelerden kızlara, kadın soyu aracılığıyla aktarılması ve miras alınması anlamına gelir. Akrabalık ilişkilerinin, sosyal konumların, makamların, prestijin, ayrıcalıkların ve mülkiyetin bir nesilden diğerine aktarılması, kadının soyu hattında gerçekleşir. Babanın soyu ve erkek çocuklar bütün haklardan muaf tutulur.[4]
  • anaerkil yerleşim;
    Matrilocality (Latince mater “anne”, lokus “yer”: anneyle ikamet) etnososyolojide bir çiftin evlendikten sonra iki eşten birisinin annesinin ikamet ettiği yerde evlerini kurduğu bir konut takip düzenini (ikamet kuralı) tanımlar. Erken sosyal antropoloji, bunun kadının annesinin yanında yaşamak anlamına geldiğini var sayıyordu.[5]
  • anaerkil hiyerarşilerin oluşması ve ataerkil toplumların ortaya çıkması ve yayılması ile bunların tarihsel ve güncel özellikleridir. Esas olarak tarih, arkeoloji, etnoloji ve sosyolojiden araştırma alanları yer almaktadır. Fikirlerin ve araştırmaların tarihi boyunca, anaerkillik fikirleri  Marksizm, Nasyonal Sosyalizm, kozmik gibi çok çeşitli ideolojilerin yanı sıra feminizm, Yaşam Reformu Hareketi ve New Age gibi farklı sosyal akımlarda formüle edildi ve geliştirildi.

Çeşitli kültürlerde bir anaerkillik döneminin var olduğu fikri birçok anaerkillik teorisinin parçasıdır. Bunu çoğu erken araştırmacı, kadınların toplum yönetimine katılımı veya onların öncelikli sosyal egemenliği olarak anladı. Açıklama olarak “Büyük Tanrıça” fikri de sıklıkla tercih edildi. Yani erken tarih kültürlerinde kadın tanrıların var olması veya bir ana tanrıçanın diğer tanrıların annesi olarak kabul edilmesi, anaerkillik düzenine işaret olarak yorumlanmıştır.

“İlk çağlardan bu yana, kadın, toplumun yapılanmasında dolaylı ya da dolaysız biçimlerde rol oynamıştır. Kimi zaman tapınılan, kimi zaman korkulan, kimi zamanda önemi küçümsenmeye çalışılan kadını anlamak, dünyayı ve yaşanılanları farklı bir açıdan görebilmemizi ve gelişip zenginleşmemizi sağlayacaktır.

Üreme ve çoğalma kaygısı ile ilgili olarak, ‘Ana Tanrıça’ inancı yaygınlaşmıştır. Kadının doğurganlığı ön plana çıkmış, avcılıkla birlikte, doğumdaki rolü henüz bilinmeyen erkek ikinci plana itilmiştir. Birleşme ve doğum gibi durumları anlatan figürlerde erkek hep, yardımcı rolde gösterilmiştir. Bugüne dek, döneme ait, başlı başına tek bir figür olarak erkek heykeline rastlanmamıştır. Üreme ve çoğalma, tanrısal bir yaratı olarak değerlendirilmiş ve ‘erkeği doğuran kadın’ mantığı yaygın hale gelmiştir.

Yaşam, doğum, ölüm temalarının tümü kadınla ilişkilendirilmiştir.

< 1x

Yemenli fotoğraf sanatçısı Boushra Almutawakel’in “Kadının Yok Oluşu” adlı fotoğraf çalışması…

Kadının doğurganlığı, sütünün gelmesi, ayın hareketlerine uygun biçimde adet görmesi, erkek için daima gizemli ve ilgi çekici olmuştur. Bu nedenle törenlerde, tüm katılımcılar, kadını sembolize eden aksesuarlar takmış ve giysiler giymişlerdir.

Kadın, daima yaşamı sağlayan bir kapı olarak nitelendirilmiştir. Ölüme ve dolayısıyla da yeniden doğuşa, kadın aracılığıyla geçileceğine inanılmıştır. Kadın aynı zamanda, günlük yaşamda da önemli bir yere sahip olmuştur. Erkeklerin çıktıkları avların, kadınların dualarıyla bereketli sonuçlanacağına inanılmıştır. ”[6]

“Birbirlerinden farklı olduklarını keşfeden kadın ve erkek, bir süre sonra birbirlerinin üzerinde egemenlik kurmaya çalışan iki farklı kutup haline gelmişlerdir. Cinsiyetler arasında yaşanan bu mücadele, kimi zaman erkeklerin kimi zaman da kadınların lehine sonuçlanmıştır. Fiziksel olarak daha güçlü olan erkek, kadını hegemonyası altına almış ve ona acı çektirmeye başlamıştır. Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkısı ile bu durum kadını hapsetmeye kadar gitmiştir. Çünkü kadınlar, erkeklerin günahlarının bir sembolü haline gelmiştir. Erkekler, kadınları diğer erkeklerden koruma kaygısı taşırlarken, kadınları kapattıkları cehennemin büyüklüğünü fark edememişlerdir.”[7]

*****

“Erkekler …kadınları kapattıkları cehennemin büyüklüğünü fark edememişlerdir.”

Sayın Sedef Kapanoğlu’nu Yüksek Lisans Tezinden alıntıladığım bu cümleye, şahsi deneyimlerimden yola çıkarak düşüncelerimi eklemek isterim.

Erkekler kadınlara karşı işledikleri zulmün gayet iyi farkındalar.

Ancak asırlardır ve bugüne kadar süregelen, kültürümüzde ve kültürlerde erkeğin sosyal rolüne atfedilen çarpık ve saplantılı davranış modelinden artık erkekler sıyrılamaz hale geldiler. Sorgulayanlar, içinde bulundukları sosyal düzeni (aile, köy, şehir) terk etmek pahasına ancak bu kafa yapısından kurtulabiliyorlar. Ben kendi kurduğum ailem içindeki davranışımdan dolayı, babam ve erkek arkadaşlar tarafından çok aşağılayıcı ve alaycı tenkit ve azarlar işittim.

Eğer bu rol anlayışı ve onun beraberinde gelen sosyal baskı, aile içi ve kurumsal eğitimde, en erken yaşlarda değiştirilmezse, bu ebedi bir döngü olarak devam edecektir. Bu hem erkek hem de kız çocukları için geçerlidir.

Ömür boyu, bana huzur veren annem her zaman şöyle derdi ve halen diyor: “Seni mutlu edeceğine inandığın ne varsa yaşa. Senin mutluluğun benim mutluluğumdur. Bir şeyler ters giderse ben her zaman yanındayım.”

Annem bu söylediklerini de büyük bir titizlikle yerine getirdi. Bana kendi hatalarımı yapma hakkı tanıdı. Bundan daha büyük sevgi ifadesine rastlamadım.

Anneme minnettarım.

Aziz Annemin ve bütün annelerin anneler gününü en içten dileklerle kutlarım.

 

Nizamettin Karadaş

Kaynaklar:

[1] Bronzezeit: Töchter oder Sklavinnen? Das Mysterium um die Frauen; Alice Lanzke, “Welt” gazetesi, 12.04.2021, Türkçeye çeviri Nizamettin Karadaş;
Kinship-based social inequality in Bronze Age Europe”; Science 08 Nov 2019: Vol. 366, Issue 6466, pp. 731-734; DOI: 10.1126/science.aax6219

[2] Frauengeschichte, Wikipedia

[3] Geschichte der Matriarchatstheorien; Wikipedia

[4] Matrilinearität, Wikipedia

[5] Matrilokalität, Wikipedia

[6] Çin’de Kadın İmgesi; S. 8, 9; Sedef Kapanoğlu

[7] Çin’de Kadın İmgesi; S. 5, 6; Sedef Kapanoğlu

Bronz Çağı: Evlatlar mı Köleler mi? Kadınların gizemi | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

*

Anneye Veda

Sevgili dostlar zaman zaman yazıyorum, içimi döküyorum sizlere,sizler de okuyorsunuz. Halleşiyoruz. Bugün Doğan Cüceloğlu’nun bir röportajı karşıma çıktı, sosyal medyada gezerken. Annesini küçük yaşta kaybetmiş, kabullenemeyip geri gelecek diye beklerken en sonunda gerçeği anlamış ve “annen yok, kimsen yok” demiş kendi kendine. Bu bana çok acı geldi. Elbette herkesin etrafı insan dolu ama tek gerçek özellikle çocuklar için “annen yoksa kimsen yok”.

Tabii ki her evladın bir annesi var onu doğuran, daha doğmadan sevgisiyle kuşatan, doğduğu andan itibaren sarıp sarmalayan, her anında yanında olan, büyürken kucaklayan, sakınan, fedakarlıktan kaçınmayan, şımartan.. Ne güzeldir annenin kanatları altında dört gözle büyümek analı-babalı. Dünyaya gelen her çocuk bunu hakkeder de ama, hepsi bu hak edileni yaşayamaz maalesef. Annesizliğin acısını  küçücükken yaşayanlar için bu eksiklik hep daha fazladır.

Tüm çocukları sevgimizle sarsak pamuklara sarar gibi ayrım yapmadan, annesi olamasak da ‘kimsesi’ olsak dünya daha güzel bir yer olmaz mıydı?

Duygu doluyum dostlar. Herkesin annesi mutlaka çok özel, eli öpülesi, baş tacı edilesi, kaybedilmişse rahmetle, sevgiyle, özlemle anılası.“Herkesin bir gideni vardır, içinden bir türlü uğurlayamadığı.” demiş Turgut Uyar. Ben de size annemi anlatmak istiyorum; özelimde canım annemi, genelinde tüm can anneleri…

Doktor Hande Özdinler’in “Mitokondrisi Bende Kaldı” yazısından alıntı yapacağım burada.

“Mitokondri hücreye enerji veren canlı olmasının sebebini sağlayan organeldir ve babadan değil anneden gelir. Anneler çocuğa enerjisini verir, enerji üretme mekanizmasını verir. Harcanan her enerji annenin çocuğa verdiği mitokondriden gelir. Dolayısıyla anneler vefat edebilir ama anneler ölmez.”

Annesini sarıp sarmalayıp nazikçe bir çiçek gibi toprağa teslim ettikten sonra yazmış bu satırları.Bir bilim insanı da böyle dile getirirdi gerçekleri, duyguyu hücrelere yükleyerek ve her hücrede hissettirerek.

Annem “Ben kırk yaşımda öksüz kaldım.”derdi arada, tüm ömrünü babasız geçiren kadın. Demek ki öksüz kalmak yetimlikten daha çok acı vermişti ona. Yedi çocuk büyüten o dirençli kadın “Sırtımdaki dağım gitti!” diyerek belli ederdi gidenin bıraktığı büyük boşluğu. Küçükken, gençken çok da anlamazdım ne demek istediğini, ansızın bizi bırakıp da gittiği güne dek. Tüm yazı beraber geçirdikten sonra onu yeğenlerle yazlıkta zorunlu bıraktığımız günün ertesi sabahında almıştık ablamla beraber, içimize kor düşüren kabul etmek istemediğimiz haberi. Gidişi kolay olsun diye bizi yanından uzaklaştırdı bir şekilde diye düşünüyorum şimdi. Tam istediği gibi ayrıldı aramızdan; kimseye yük olmadan, incinmeden, incitmeden.

Annem 1923 doğumlu tam bir Cumhuriyet Kadını idi. İlkokulu bitirince o günün şartlarında okuyamamıştı, ama ‘Singer’in dikiş kursunu birincilikle bitirmişliği var. Aynı kursta kendisine eğitmenlikte teklif edilmiş, ama annanem izin vermemiş çalışmasına mahalle baskısından olsa gerek “Kadın kısmı evinde oturur!” diyerek. Ama hayatı boyunca tüm yakınlarının dikişlerine yardımcı olmuş ‘bilabedel’, hem de tüm gün misafir ederek.

Okumayı çok severdi, okuyarak, yaşayarak kendini geliştirmişti. Çok becerikliydi, elinden her iş gelirdi. Yaptığı yemeklerin, hamur işlerinin lezzeti hala efsane gibi anlatılır. Okulumuzdaki Yerli Malları Haftası için hamurdan yapıp boyadığı elma, armut, nar, muz gibi meyveler geliyor gözümün önüne; herkesin ‘gerçek gibi’ dediği, beni çok gururlandıran. Ördüğü danteller hala evimi süslüyor. Nakışlarının bazısı çerçevelendi duvarlarımda asılı. Zamanın gazete ve dergilerinde yayımlanmış şiirleri var, kıymet bilip saklamadığımıza üzüldüğüm.

Türküleri var kulağıma dolan kimi zaman efkarlanıp da söylediği. “İbrişim örmüyorlar, sevmişim vermiyorlar. Tanrının zalimleri münasip görmüyorlar.” Şarkıları var duruma göre içini döktüğü. Ve bizler yani evlatları var her yükünü tek başına sırtladığı, kanatları altında hiçbir mücadeleden kaçmadığı, koşulsuz sevgisiyle her durumda yanında olduğu. Hatta genç yaşta ince hastalıktan kaybedilen halamın çocuklarının da bakımına, yetişmesine yardımcı olacak kadar fedakar. Çok kimsenin yemeğini yiyemeyecek kadar titiz ve yanımızdayken yük olmamak için hep evinin özleminde; bazen huysuz. Hep valizi hazır bir an önce gitmek için memleketine. Şimdi çok hak veriyorum anneme.

“Kimi gün öylesine yalnızdım.
Derdimi annemin f0t0ğrafına anlattım.
Annem ki beyaz bir kadındır,
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir
Bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım
Çok şey öğrendim geçen yıllar boyunca.”

Didem Madak

Elbette kardeşler anneden kalan en kıymetli yadigardır, yeri gelir en güzel şekilde yanındadırlar. Ama ben 28 yıl önce kendisi de anne olan kocaman kadın, annemin gidişiyle annem gibi öksüz kaldım. Ancak sanırım gerçekten mitokondrisi bende kaldı. Ellerim, yüzüm, bakışlarım, nedensiz dalıp gitmelerim, titizlenmelerim, huysuzluklarım gitgide ben, annem oluyorum sanki. Sık sık annemin bir lafı vardı deyişlerim, şimdi sağ olsaydı diye düşünüşlerim… Yine de belki  anaevinin en küçüğü olduğum için bir yanım hep çocuk. Büyüklerim tek tek evlenip gidince annemle ben başbaşa kalmıştık. En sonunda anneme tek başıma sahip olup tüm ilgisini üzerimde hissettim yıllar boyu.

İnsan bir tek annesi için vazgeçilmez ilk sırada olur. Annene şımardığın gibi kimseye şımaramazsın,çekmezler nazını, tüm zırhını indirip savunmasız kalamazsın kimsenin yanında, kusurunu, hatanı bilsinler istemezsin kimselerin…

“Ana başa taç imiş
Her derde ilaç imiş
Bir evlat pir olsa da
Anaya muhtaç imiş.”

Ahh be anacım, ben seni bir daha göremiyeceğimi, konuşamayacağımı bilerek ayrılmamıştım senden. Ertesi gün gelip seni alacaktım beraber olacaktık yine. Seni ne çok sevdiğimi yeterince söylememiştim sana. Hakkının ödenmezliğini bilip helallik istememiştim senden ki biliyorum helal ederdin. Ömrümün kalanında sensiz kalacağımı bilerek vedalaşmamıştım seninle. Ben yarım kaldım, söylemek istediklerim içimde kaldı.

“Veysel der kopar mı analar bağı
Analar doğurmuş ağayı,beyi
İşte budur sözlerimin gerçeği
Okuttu ,öğretti, büyüttü anam.”

Aşık Veysel’in de dediği gibi analar herşeyi öğretiyor da gittiklerinde, anne özlemini nasıl dindireceğimizi öğretmiyorlar. Annelerini görme, konuşma şansına sahip olanlar onların yanında olduğunuzu hissettirseniz yeter. Arayın, hatırını sorun ve dilerim hiçbiriniz vedasız, sonsuz ayrılıklar yaşamayın annemin “Gidip de gelmemek var, gelip de görmemek var!” dediği gibi.

“Annemi aradım dün.Telefonla.
Vefatından sonra kapatmadık, sesini son kez oradan duyduğum hattını… Koparmıyorum bağlantıyı.

Arıyorum aklıma düştüğünde.
Uzuuun uzun çaldırıyorum.

Açmıyorsa, komşudadır mutlaka.
Veya markete filan gitmiştir.
Alışamadı çünkü şu cep telefonu denilen alete, sabit telefonun yanına koyuyor, dışarı çıkarken çantasına almıyor iyi mi… 

Hadi bi ara gene ararım diyorum, kapatıyorum.
Bir senedir böyleyiz.
Arıyorum.
Komşudadır.

Seninki komşuda değilse…
Uğra bugün kardeşim.
Yoksa inan, sonra çok arıyorsun.”

Yılmaz Özdil

Macide Gür

Anneye Veda | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

*

Nasıl Olur, Her Şey Aynı?!.

Ağlayarak uyumuştu. Şişmiş gözlerle ve ağrıyan başıyla uyandı. Geceden dayak yemiş gibiydi. Ağzında acımsı, çamurdan bir tad. İçinde, gönlünde hep harabeler hakimdi. Sanki bundan önce hiç yaşamamış ve bundan sonra hiç yaşamayacakmış gibi zihni bomboştu. Sadece bulunduğu saniyeye odaklanmış haldeydi.

Bir süre gözü açık, bilinci başka yerde olduğu halde tavana baktı durdu. Aradan ne kadar zaman geçmişti?

Bilmiyordu.

Zamanın ne önemi vardı ki!?

Çok yorgun hissediyordu kendini.

Kalktı ayağa, neden kalktığını kendisi de bilmiyordu.

Kalkmışken pencereye doğru adımlarını attı. Önce baktı dışarı, evinin önündeki ağaç yerinde duruyordu. Karşı esnaflar da her zamanki yerindeydi. Kuşlar hala dallara konuyor, arabalar vızır vızır geçiyordu.

Sonra başını gökyüzüne kaldırdı. Kaldırırken boynu biraz ağrıdı. Güneş gökyüzünde duruyor, her yanı aydınlatmaya devam ediyordu. Pencereyi açtı hışımla; rüzgar her zamanki gibiydi, deniz kokuyordu ve esiyordu.

Hızla kendini dışarı attı.

Yüzünü yıkamamış, üzerine bir şey de almamıştı.

Canım ne önemi vardı. Hiçbir önemi yoktu artık onun için.

 

Zaten kimse de “Üzerine bir şey al hasta olursun!” dememişti.

 

Hızlı adımlarla yürüyordu. Evet her şey yerli yerindeydi. Herkes normal rutin hayatına devam ediyordu. Hatta gece yağmur yağmış, yerler dahi ıslanmıştı. Kediler her zamanki yerde toplanmış çöpleri kurcalıyor, dilenciler köşelerinde yerlerini almış, öğrenciler durakta okula gitmek için bekliyor, kafelerde insanlar kahkahalar eşliğinde kahvaltı yapıyordu…

Ve tüm bu olanlar daha önce hep olan şeylerdi. İlk defa bu kadar tuhaf karşılıyordu. Her şey film şeridi gibi gözünün önünden akıyordu.

Yolda onu tanıyanlar bir şeyler söylediler, ama o hiç birini duymadı.

Sonra aklına bir yer geldi. Minik ayaklarıyla koşarak oraya doğru gitti. O kadar hızlı koşuyordu ki düştü. Dizi kanadı. Ama o bunu hiç hissetmedi. Çünkü, tüm hislerinden arınmış haldeydi. Koşmaya devam etti. Yolda birine çarptı, yine durmadı koştu. Koştu koştu koştu…

Nihayet istediği yere gelince durmuştu. Çok yorulmuştu. Nefes nefese kalmıştı. Yorgunluğu hafifleyince kendine geldi ve sabahları annesiyle okula giderken simit aldıkları simitçi dükkanının önündeydi.

Gördüklerine inanamıyordu. Burası da her zamanki gibi, işine devam ediyordu. Hiçbir değişiklik yoktu. Yerden bir taş alıp cama atmak istedi, bulamayınca vazgeçti.

Yolun karşısına geçti, sahil vardı orada. Çok severdi annesiyle orada yürümeyi, martılara simit atmayı. Hatta annesinden; martıların aslında etobur olduğunu ancak insanların onlara sürekli simit ikram ettiklerinden, artık buna alıştıklarını öğrenmişti.

Sahile varınca umutları yıkılmıştı. Sahil de aynıydı. Deniz yine uçsuz bucaksız… Dalgalar sahile vuruyor. İnsanlar martılara simit atıyor ve martılar da hiç bir şey olmamış gibi onları yiyordu.

Oturdu banka, başladı ağlamaya.

Anne diyordu, göz yaşları arada ağzına giriyordu.

“Anne sen gittin, benden başka herkes aynı. Her şey aynı. Oysa benim herşeyim gitti. Herşeyim değişti.”

Hıçkırıklara boğulmuştu. Sesi daha fazla çıkmadı.

Tam kendinden geçecekti ki babası geldi koşarak, sarıldı oğluna.

O da babasının saçı sakalı birbirine karışmış yüzüne baktı. Bir haftadır ilk defa baktı babasının yüzüne. Evet babası da değişmişti. Hiç babasını bu kadar dağınık görmemişti. Buna sevindi Ahmet. Daha 10 yaşındaydı. Annesinin kaybedeli bir hafta olmuş, ilk defa evden çıkmış, herkesin kendisi gibi olmasını bekliyordu. Daha 10 yaşındaydı. Annesizdi artık, ağlıyordu. Babası oğluna sarılmış o da ağlıyordu. Artık yaş farkı kalmamıştı aralarında. Güçlü güçsüz yoktu, ikisi de güçsüzdü artık…

Not:

Annelerizin anneler gününü kutlarken bunu ilan etmeyin; annesi artık yanında olamayacaklar var lütfen bunu göz ardı etmeyin…

Nasıl Olur, Her Şey Aynı?!. | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

*

Merhaba

Başka Türlü kalkıp kurulmuşum sabaha
Gözlerimde sevda bulutları
Merhaba

Başka türlü bir şey çünkü benim istediğim. Başka türlü bir şey! İnsanın kendisine, insanın başkasına ve insanın doğaya olan yabancılığının kırıldığı bir dünya. Olmaz bir şey! Mümkün bir şey!

Düşmanlıkların kimsesiz kaldığı bir mevsim örneğin. Bir mevsim! Yani her mevsim…Ötekinin varlığına duyulan saygı günü… Anneler günü gibi değil. İşçi günü gibi, sevgililer günü, engelliler günü gibi değil. Her gün gibi bir gün. Bir gün gibi her gün… Kardeşçe, dostça, sevgilice…

Kapı çalmaz, hal bilmez
Şiirler basmış gecelerimi
Uyumamışım/uykusuzluğum
Merhaba

İnsanı diğer canlılardan ayırt eden şey ne? Düşündüm bunu! Düşündüm işte! Onun için başka türlü bir şey diyorum benimkisi.

İnsan sadece konuştuğu için, düşündüğü için farklı olamaz diğer canlılardan. Bu ona yetmez. İnsan bu kadar basit olamaz. Onu diğer canlılardan ayırt edici başka özellikler olmalı. Yani insanlar birbirlerini yemeden, birbirlerine şiddet uygulamadan bir arada yaşayabilirler. Baş başa, düş düşe vererek “geleceği birlikte kuralım”lar gerçekleştirebilirler.

Ellerim…
Ellerim yaşanası bir dünyanın işçiliğinde
Yaşanası dünya
Merhaba

Ama şimdi neden? Neden ama böyle durup dururken? Nerde benim umut işçiliğim. Kırılgan mıyım yoksa? Yüreğim çok mu saydam? Ağrıyan yerlerime takılan şu dizeler neden?

Kala kala ben
Süzüle süzüle yalnızlığım
Ter basmış aklımı
Üşüyorum

Komutan: “Şiddetle ve terörle birlikte yaşamaya alışmalısınız.” diyor. Bunu garip bir biçimde anlıyorum. Biri şeriata karşı darbeyi savunuyor. Bir başkası, kendine benzemeyene düşman kesilmiş, ortalıklarda dolaşıyor.

Kıyım korkusu geçirenlerin bütünleşmesi… Her türden bir cemaatleşme… Sürekli işkencenin, baskının, cinayetlerin, katliamların, faili meçhullerin ve aşağılanmaların toptan bir kesime karşı oluşturduğu öfke, onları aynılaştırma… Düşman çoğaltma, bir yabancılaşma ve kendinden kopma hali.

Kayboldu karşımda şiir yaptığım gülüşler
Kim bilir hangi yıldızda saklıdır
Kurduğum sıcak düşler

Kimin, neden, niçin savaştığını bilmemesi… Karşımızdakilere hangi duygular yaşattığımızdan habersizliğimiz… Hep “doğru”luğu yaptıklarımızın… Karşımızdaki “nankörler, hainler…” Öldürmenin kimlerin işine yaradığı… Ele geçen olanaklar ve devreye sokulan ilkellikler, yasaklar…“Yapamasın, konuşamasın, giyinemesin, giremesinler… ”Annelerin yüreği… Kuşların çekinerek uçması… Mayın, asker, mendil, mektup, gerilla, gözyaşı, nutuklar, törenler, açlık, işsizlik…

Niçin bütün bunlar? Neden “yüreklerin kulakları sağır” anne? Oysa derdin ki: “Taş bile yumuşar oğul, yeter ki sen kaskatı olma.”

Hayrettin Geçkin

Merhaba | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

*

Yılların Damlaları

Ne kadar cahilmişim diyorum, her farkındalığım arttığında. Yaşım yıl aldıkça annemi daha iyi anlıyorum. Sahi annenin kaderi kıza mı? Benzer durumları hissettiğim anlarda sorguluyorum. Türk kültürümüzdeki yetiştirilmemizden mi, büyürken büyüklerimizi örnek alışımızdan mı yoksa sistemin biz kadınlara dayatmayı bırakmadığı bir durum mu bu?

Eşlerimize evlatlarımız gibi çok toleranslı hareket ederken, şefkatsizlikten eskiyoruz. Bizler eskidikçe, eski fırsatlarımızı nasıl kaybettiğimizi düşünürken arzularımızdan vazgeçişlerimizi başarıyla iletiyoruz, fakat yüreğimizde pişmanlıkların yakıtıyla sesimizi güçlendirerek… Kendimize ihanet yorgunluğundan düşerken, toplumun doğrularında doğru kalabilmenin perdesine saklanabiliyoruz. Heveslerimizi bastırmak zorunda kalıyoruz.

Uyumak dışında çıkarmadığımız kadınlar için hazırlanan kalıplardan dışarı çıkamıyoruz, çocuklarımızın yanında babaları gibi sıcak günlerde atletimiz ile oturamıyoruz. Bizler için yaşadığımız günlere değin hep kalıplar biçtiler; dinlerde kadınlar ile başlar rivayetler. Edep kurallarının yalnızca kadına yakıştığı dayatılır. Yasak bahçeler yalnızca kadınlara haramdır. İktidar döneminde Lale Devri’ndeki gibi kadınlara baskı yapılarak ataerkilliğin kültüre yönlendirilme ile ahlak çöktü ve kadınların kayıplarıyla çocuklarının ve ülkenin yarınları zarar gördü.

Çoğu kadınımız rahat yaşamın yaşam hakkı olduğunu sorgulamıyor. Arzusunca yaşam hakkını kadınlarımız kullanamıyorlar.

Çokça dalıyoruz pencere kenarlarında aslında görmeyi umduğumuz şeyler için değil, içimizdeki çaresizlik telaşının evlerimize sığmadığından ve başkalarının mutluğuna denk gelince de düşünüyoruz. Başkalarının yönlendirmesiyle evleniyor ve yaşamımızın çoğunluğuna da kader diyoruz. Erken büyütüyor evlilikler, zorlukları ve sorumluluklarıyla… Evinde horozlananların ağız kokusuyla yaşıyor, bahtımıza iyi çıkanlara şükür ediyoruz.

Yaptığımız seçimlerden her ne kadar suçsuz görünsek de kendimize olan suçumuzda haksız olduğumuzu biliyor ve çoğunlukla aynı suçu işlemekte diretiyoruz. Kadın kendisine burada kıyıyor işte.

Kadınlarımız yorulduklarında kapıyı çarpıp (erkekler gibi) dışarı çıkamıyor, kimisi hobilerinde yol alamıyor, kimisi olmak istediği mevkii için çaba dahi veremiyor… gibi gibi birçok hayali ailemizin arzusuyla öldürüyoruz. Ailemiz bilmem kimin bilmem ne adındaki çocuğuyla evlenmemizi uygun görmüş ve bizler de ailemizi şereflendirmek ya da mecbur olmaktan evlenmişizdir. Eşlerimizi sevmek zorunda hissederiz, onlara alışınca da alışkanlığı sevgiyle karıştırırız. Anne gibi oluruz ya eşlerimize, oysa eş olmayı öğrenmediğimizden yalnız kalırız mutfamızda. Eşit olduğumuzu umursamadan yaşarız.

Erkektir yapar derler; ağladığımızda, hak etmedim ondan bunu dedğimizde, dövüldüğümüzde, hakarete uğradığımızda… Bizler için küçümseyici deyimler ürettiler; erkek gibi mert ol kadın gibi k.ncık olma, kadın gibi dır dır etme… Övüleceğimiz zamanlarda; erkek gibi kadın derken bizleri aşağılayıp karşı cinsi yine güçlendiriyorlar. Örnekler çok bildiğiniz üzere sizler arttırabilirsiniz.

Yorgun düştükçe gülüşlerimiz bakış oluyor. Gözlerimizin pınarı kuruduğu sıralarda sözlerimizin bittiği anlar artıyor. Kendi iç dünyamıza hapis olmak zorunda kalıyor ve orada yaşamaya mahkum oluyoruz. Vücut ağrımız artıyor ve sorumluluklarımız paralelinde artıyor. Güçlü olmaya çalışmaktan ayaktayız (sebaatten) ayrıca!

Kendinden vazgeçen annelerimizi kendimizden vazgeçince anlıyoruz. Görünmez bir hale gelirken de görünmüyoruz, görmüyorlar bir noktadan sonra. Varmışçasına, eşlerimizle birlikteyiz.

Eskiyoruz, eskirken de eskittiğimiz eşyalara da değer veriyor yoldaşlarmışçasına onları atamıyoruz. İclal Aydın yağmur şiirinde şöyle diyor:

“Bana yasakladığın bahçeler, sana da mı uzaktı hep?
Gidemeyişine ağladın mı sende?
Ne zaman eskiyor sevgiler?
Ödenen bedellerin acısı geçince mi?
İşte böyle,
Kalbimde bir acı.”

Yağmur şiirinde beni en çok duygulandıran durum ise, çocukken annemin aktardığım durumlarında onu anlamadığımdan dolayı destek olmamanın vicdan azabını yaşıyorum. Pişmanlığım cehaletimden…

Sesli kahkaha atamıyor, istediğimiz şekilde dans edemiyor, toplum ne diyecek diye başkaları için yaşıyor fakat bir şeyi unutuyoruz; kimse mezarımızın başında bunları biz farklı düşünmeyelim diye yaşamadı demeyecekleri detayını. Kendi hayatımıza kıyarak gidiyoruz.

İclal Aydın’ın Yağmur adlı şiirine duygu ve fikirlerimi ilettiğim bu yazımı bu şiirle tamamlıyorum. Kendinize ihaneti bırakıp şefkatli olun ve huzuru yakalayın hanımlar. Mutlu olun.

Anneme Notum: Birtanem annem beni affet! Seni o zor zamanlarında anlamadığım ve yanında olmadığım için lütfen beni affet. Seni her gün daha iyi anlıyorum, ömrümce hep yanında olmaya çalışacağım. İyi ki senin kızınım ve sen benim ilk aşkımsın.

Kemalist İlkay

Ne zaman eskiyor sevgiler
Ödenen bedellerin acısı geçince mi?
Yağmur yağıyor, mutfak camındayım. Nasıl üşüdüğümü bilemezsin.
Menekşelerim çiçek vermiyor artık anne.
Söylediğin gibi hep dibinden su verdim ama…
Şimdi telefon açsam sana, sesini duymak da yetmiyor ki.
Hep aynı cümleler; ”Babamlar nasıl, ilacını aldın mı?”
Nedenini bilmediğim bir ağlamak var içimde.
Bir yerlere sığdıramıyorum yüreğimi.
Bazen mutfakta dalıp giderdin yemek yaparken,
Tahta kaşıkla tencerenin başında öylece ne düşünürdün acaba?
Özlemek çok fena anne. Anlamak seni; daha da fena…
Omuzlarım ağrıyarak uyanıyorum sabahları.
Benim kızımın omuzlarımı ovmasına daha çok var.
Gittikçe sana mı benziyorum ben, ya da ”Annenin kaderi kıza” dedikleri doğru mu?
”Baban eskitir her şeyi kızım” demiştin bi kez,
Anlamamışım meğer, eskiyormuş anneciğim.
Omzunu ovacak kalmıyormuş meğer aynı evin içinde.
Şimdi duysan bunları ne üzülürsün; mutsuz mu kızım diye,
Çoktan kendinden vazgeçmiş bir sesle.
Mutsuz değilim de anne,
Yağmura ve mutfağımda ki kedere çare bulamıyorum.
Evimi topluyor, toz alıyor, patlıcan kızartıyor,
Televizyon seyrediyor, akşam çalan kapıyı açıyorum
Açtığımı gören olmuyor.
Pişirdiğim yeniyor da, güzel olmuş denmiyor.
Çay demleniyor, demleniyor, demleniyor…
Kederim mutfağımın her yerine yerleşiyor.
Ah nasıl eskiyor her şey anne, nasıl eskiyor.
Eskileri mi de atmaya kıyamıyorum.
Seni çok özlüyorum…
Bana yasakladığın bahçeler, sana da mı uzaktı hep?
Gidemeyişine ağladın mı sende?
Ne zaman eskiyor sevgiler?
Ödenen bedellerin acısı geçince mi?
İşte böyle,
Kalbimde bir acı. Şarkılar seni söyler…!

İclal Aydın

Kemalist İlkay

Yılların Damlaları | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

*

Özel ve Güzel Günlerimiz

Çocuktuk, bildiğimiz bir “Anneler Günü” vardı. Çiçekçiler yoktu, kırdan, bayırdan toplanmış veya birinin bahçesinden masum bir gizlilikle koparılmış tek bir çiçek, bazen şişesi süslü bir kolonya, bazen küçük bir kutu içinde çocuk harçlığımızın yettiğince minik bir armağan verir, anamızın yanaklarından öperdik, o da bizi öperdi. Hepsi bu kadardı, yeterdi annemize sevgimizi anlatmaya. Sonra “Babalar Günü” çıktı, nedense hiçbir zaman anneler günü gibi olmadı, çok çok bir kravat, bir mendil yeterdi hediye olarak. Zaten babalarımız bize anneler kadar yakın görünmezlerdi. Hatta bizi sadece uykudayken öperdi, sevgilerini hemen hemen hiç göstermezlerdi ama bilirdik, bizi çok severdi babamız.

Ne zaman annelerimize hediye olarak mücevher, beyaz eşya almaya başladık, anımsayamıyorum. Biz yaştakiler belki de hiç almadık, niyetlenmedik bile. Babalarımıza bilgisayar, cep telefonu, değerli saatler, takım elbise almak aklımızın ucundan bile geçmezdi. Geçse bile nasıl alacaktık ki, okula giderken aldığımız elli kuruş, bir liradan artan paralarla mı? Ya da şimdi bütün çocukların çok mu parası var?

Televizyonlarda anneler günü, babalar günü yaklaşınca kuyumcular, beyaz eşya üreten firmalar, giyim mağazaları sıraya giriyor. Günümüz koşullarında bile hangi çocuk anne babasına bu hediyeleri alabilir? Anneler gününde babalardan, babalar gününde annelerden destek almadan nasıl alınır bu hediyeler? Ya da anne babalarından da destek alamayan çocukların hüznünü kim anlayacak, telafi edecek? Şimdinin anne babaları, bizim anne babalarımızdan daha mı çok seviliyorlar ya da hediye aldıklarında daha mı çok mutlu oluyorlar?

Sözün geleceği yer belli oldu diye düşünüyorum. “Sevgililer günü” yaklaşıyor, 14 Şubat sokağa çıkma yasağı olduğu için (aslında bu yasağı dinleyen kaç kişi varsa) çiçekçilerin açık olacağı duyuruldu. Kuyumcular durur mu, onlar da açık olmak istediklerini söylemeye başladılar. Çiçekçileri anlamaya çalışıyorum, peki kuyumcular? Bu konuda hiç kimse çiçekçi ya da kuyumcu esnafına karşı olduğumu sanmasın. Her esnaf kendi ekmeğinin peşinde, bundan doğal bir şey olamaz. Benim derdim bu konuda insanların kışkırtılması, dolduruşa getirilmeye çalışılması.

“Sevgi sadece bir gün gösterilmez” kalıbının arkasına saklanacak da değilim. Elbette özel günlerde özel insanlar anımsanmalı, gönülleri hoş tutulmalı ama gözlerine sokarcasına “Ne kadar büyük hediye alınırsa sevgi de o kadar büyüktür” imajı yaratılmamalı diye düşünüyorum.

Çok iyi biliyorum ki, bu sistem vahşi kapitalizmin bir uygulaması. “Satın, satın, her şeyi satın” ya da “Alın, alın cebinizde üç kuruş kalana kadar alın” mantığı dünyamıza egemen oldu. Doymadılar, günleri çoğalttıkça çoğaltıyorlar. “Kız çocukları günü, erkek çocukları günü” de devreye girdi. Bir anne baba, kız ya da erkek çocuğunu sadece bir gün mü sevdiğini gösterir, olabilir mi böyle bir şey, bu arada, dedeler, anneanneler, babaanneler günü neden yok? Hatırım kalır, bekliyorum.

8 Mart Dünya kadınlar günü aslında “Dünya Emekçi Kadınlar” günüdür. Bu günün anlamı çok değerlidir, çeşitli olaylardan söz edilir, ama hepsi de haklarının peşinde olan emekçi kadınların yaşadıkları acılarını anlatmak içindir. Yani saygı günüdür, karınıza ya da sevgilinize pahalı bir hediye alıp ta “Canım, cicim” denecek gün değildir. İşinde ya da evinde çalışan, saygıyı her gün hak eden kadına yılda bir gün daha çok saygı gösterme günüdür. Yasak savma günü değildir, sıradanlaştırılmamalıdır.

Bu günlerin hepsi için alınacak hediyenin büyüklüğünün tartışılması çok acıdır. Toplumumuzun gözünü para bürüdü sanki. Kimi “içimden geldi” diye çalışan bir insanın on yıllar boyunca alamadığı mücevher alır kimi evine bir kilo muz alamaz. Kimi her gün ton balığı yer, kimi bir kilo hamsiyi zor alır. Kimi kilosu yüz liradan fazla özel ambalajlı peynirler alır kimi kahvaltısına beyaz peynir alamaz. Kimi et yemeden duramaz kimi yarım kilo kıymayla bir hafta, on beş gün idare etmeye çalışır. Örnekler bitmez, sürer gider. Sayfalarca yazabilirim, okuyanlar sıkılır.

Ben kendi hesabıma anneler veya babalar gününde yaşayan büyüklerimin ellerinden öperim, göçüp gidenleri güzel anılarıyla anarım. “Sevgililer” gününde veya “Dünya Emekçi Kadınlar” gününde karıma bir buket çiçek alıp onu sadece bir gün değil her gün çok sevdiğimi ve seveceğimi söylerim. Bu beni çok daha fazla mutlu eder, eminim “günlerini” kutladığım insanları da…

M Osman Akbaşak

Özel ve Güzel Günlerimiz | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

*

İsimsiz Kahramanlardan Bir Annenin Hikayesi

Değerli okuyucularım sizlerle tekrardan bir arada olduğum için çok mutluyum, daha önceleri kadın hakları aktivisti olduğum için bir çok kadın hakları ve kadınlarımız ile ilgili konuları yazılarım da işledim. Şimdi ise sosyal hayatın için de kaybolan ama fedakarlığı ve gayretleri ile ayakta alkışlanacak BİR KADINI BİR ANNEYİ anlatacağım hem de psikolojik açıdan değerlendireceğim.

Anadolu’nun ufak bir kasabasında babası ormancı annesi ise tarlalarda hayatını geçirmiş mütevazi bir ailenin iki kızından küçüğü olarak dünyaya gelmiş olan ve hayatın çetin fırtınasına merhaba demiş bir kahramanı, sizlere anlatacağım. 1970’lerin, 1980’lerin Türkiye’sinin imkanları doğrultusunda eğitim yaşamını sürdürmüş ardından kamu görevinde işe başlamıştır. İş hayatı boyunca gece gündüz çalışmış ve mesleğinde çok başarılı olmuş ve birçok vatandaşımıza yardım etmiş, kasaba halkı tarafından takdir görmüştür. Bu en verimli yıllarında ileride eşi olacak kişi ile tanışmış ve hayatını birleştirme kararı vermiştir.

Evliliğinin ilerleyen dönemlerinde çocuğuna hamile iken doğum sırasında birçok sağlık sorunu yaşamış ve bu doğum sonunda kalp hastası olarak kalmıştır. Ama o anne adeta nene hatun ruhuyla hayata sımsıkı sarılmış evladı için, var gücüyle mücadeleye başlamıştır. Bu öyle büyük bir mücadele ki bazen sevincini içinde yaşamış bazen bir köşede oturup ağlamıştır. Ancak netice ne olursa olsun en sert fırtınaları hep tek başına göğsünde karşılamış ve evladına bir zarar gelmesinin önüne geçmiştir. Bu savaşın içinde mücadele ederken bazen yorgun düşmüş, bazen her şeyin sonuna geldiğini düşünmüştür; ama asla pes etmemiş başarıya koşan yolda hep tüm gücüyle gayret etmiştir. Bu mücadele de kimi zaman en yakınları onu yalnız bırakmış veya en beklemediği kişilerden darbe yemiş ama herkesin bilmediği asil ve kutlu ANADOLU TÜRK KADININ FERASETİYDİ.

Şimdi sizlere bir örnek vermek istiyorum, konuyu dağıtmadan araya bir parantez ile. Bir cezaevinde sürekli problem çıkaran bir mahkumu, bir gün cezaevi evi müdürü odasına çağırmış ve mahkuma neden sürekli problem çıkardığını sormuş. Mahkum  ise kendisinin en güçlü olduğunu ve bunu kanıtlamak için sürekli olay çıkardığını ifade etmiş. Cezaevi müdürü ise mahkumu yanına çağırarak; gel bak bu pencereden şu elinde ekmek ile evine yoldan yürüyen evine rızkını götüren adımı görüyor musun, diye sormuş. Mahkum ise evet görüyorum, diye cevap vermiş daha sonra cezaevi müdürü işte o elinde ekmeği ile kimseye karışmadan, sadece işini yaparak evine rızkını götüren adam senden ve güçlü olmayı senin gibi anlayanlardan çok daha güçlü birisi, diye mahkuma cevap vermiş. İşte değerli dostlar gerçek kahraman Anadolu’nun yokluk zamanlarında okuyup işe giren, doğumda onca çile çeken ve bunun için ömür boyu kalp hastası olan, evladı için hayat kavgası veren, hayatında sırf kadın olduğu için onca kötü muameleye maruz kalan o kahraman TÜRK KADINI kimsenin bilmediği isimsiz kahramanlar listesine adını altın harflerle yazdırdı.

Değerli DEDELER, BABALAR, AMCALAR, DAYILAR, ABİLER, KARDEŞLER VE ÇOCUKLAR biz erkekler olarak ilk önce bir kutsal ve değer arıyorsak, kendimize lütfen dönüp bir yanı başımıza bakalım. Şimdi bu yazıyı okur okumaz yanı başımızdaki kadına karşı saygımızı ve sevgimizi gözden geçirelim ve bir iç muhakemesi yapalım. Ve bu saatten sonra bu farkındalık ile hayatlarımızı devam ettirelim ve bu farkındalığı var gücümüz ile etrafımıza yayalım.

Ben inanıyorum ki yedi düveli dize getirmiş Anadolu erkeği EŞLERİNE, KIZLARINA, ANNELERİNE, HALALARINA, TEYZELERİNE, KARDEŞLERİNE saygı ve sevgileriyle dünyaya örnek olacaklardır.

Hepinizi sevgi ve saygıyla kucaklıyorum ve bir diğer yazıya dek hoşça kalın diyorum. Bu yazımı değerli kardeşim Can’a ve değerli büyüğüm Habibe Anneaneme hediye ediyorum.

Yağız ATA, Uzman Klinik Psikolog

İsimsiz Kahramanlardan Bir Annenin Hikayesi | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

*

İki Anne

Büyükçe bir oda, konferans salonu şeklinde düzenlenmişti. Kolçaklı rahat ve şık sandalyelere 10-15 kişi karışık bir şekilde oturduk. Beyaz duvarlar, beyaz lamine tahta ve tavana asılı projektör dışında perdelere ilişti gözüm. Sanki ipek ipliklerden işlenmiş ve arasına bulut motifleri yerleştirilmiş gibi, her hava hareketinde tatlı tatlı dans ediyordu.

Kapı açıldı, gözlüklü, kırlaşmış saçları ve orta yaşı biraz aşmış görüntüsü ile filozof ama sevimli bir surat daldı içeriye.

Hepimize şahsi kartlarını dağıttı.

Ergun ZOGA / İnsan mühendisi.

Çok unvan meslek duymuştum ama “İnsan mühendisi” ibaresini ilke kez okumuştum. Şaşırdım, merak uyandıran kimyasal hareketlenmeler eşliğinde sessizce beklerken;

– Siz, her biriniz aslında çok değerli ve önemlisiniz dedi.

Eline aldığı tahta kalemi ile beyazın üzerinde mavi desenler oluşturmaya başladı.

İnsan nedir bilir misiniz? Diye sordu. Aslında sorularına yanıt aramıyordu, bizim kendisine sormuş olduğumuzu düşünerek soru, yanıt biçiminde konuşmasına devam etti.

Büyük harflerle yazdığı İNSAN kelimesinin yanına eşittir işaretini koydu ve anlatmaya devam etti.

Mesela dedi ve kendisini ele alarak,

Ben babamın … milyon spermi ile annemin 12 yumurtasının olasılık hesapları içerisinde bir araya gelmesi ile oluştum. Bu olasılık hesabını eşitliğin diğer tarafına yazarak sadeleştirip, böldü…

İşte ben, 4 milyarda 1 olasılık hesabının gerçekleşmesi ile dünyaya geldim. Aradaki şu sperm veya bir başka aydaki yumurtalık olsaydı ben olmayacaktım. Sizin de geliş olasılığınız bu formüldeki gibi ve sabit bir sayı.

4 milyarda 1 olasılık dahilinde Dünyaya gelmiş olduğunuz için çok değerlisiniz. Öncelikle bu değerin farkında olmalısınız dedi.

İnsanın doğum öncesinden başlayan bu değerlendirme çocukluk üzerine uzun uzun devam etti. Henüz evlenmiştim ve çocuğumuz yoktu. Yani baba kimliğini elde edememiştim. O yüzden Ergun beyin şu sözlerini hiç unutmadım:

“…… siz hiç çocuğu olmayan anne ya da baba kimliğine sahip birilerini duydunuz mu? Duyamazsınız, çünkü o çocuk daha doğar doğmaz size büyük bir kimlik armağan eder. Sadece çok büyük değil, aynı zamanda çok da değerlidir. Sakın ola ki çocuklarınız olduktan ve büyüdükten sonra onları karşınıza alıp, saçımı süpürge ettim, sabaha kadar başınızda bekledim, yemedim yedirdim, içmedim içirdim gibisinden anlamsız konuşmalar yapmayın. Bu söylemleri doğal olarak yapan anne baba sayısı o kadar çok olmasaydı, nüfus bu kadar artmazdı. Siz çocuğunuzun size verdiği kimlik ve onun dışında kattığı her şeyin keyfini yaşayarak onu sevin ve saygı duyun, doğar doğmaz size bir şey veren o….. “

Sonraki yıllarda, kendi anneme ve diğer arkadaşlarımın anneleri ile olan ilişkilerine odaklandım.

Belki de 16lı yaşlarda, ilkokul eğitimini ancak tamamlamış, anne baba sevgisinden uzak bir köy ortamı içerisinde baba aynı, anneler farklı 10 kardeşli ailenin en küçüğü olarak evlendirilmiş bir insan.

Köy enstitüsü olarak girdiği okuldan öğretmen okulu diploması alarak tayini çıkmış babamla evlenerek, girmiş koluna düşmüş Anadolu yollarına.

Sevilmek nedir bilmediği için sevmekten uzak yaşamış. Çocuk yetiştirmeyi, başkalarının ne diyeceği üzerinden ele almış, annelik duygusunu da aynı sosyal nedenlerle disiplinli bir söylem üzerine oturtarak sözü dinlenen bir otorite olmaya gayret etmiş. Yetişemediği ve etkili olamadığı zamanlarda kendi otoritesini hâkim kılmak için babamı devreye sokarak onu araç olarak kullanmaktan asla çekinmemiş bir anne.

Yıllardır aramızdaki sevgi bağları hep kopuk, hep yaralı ve hep kavgalı.

Evliliğim süresince eşimin davranışlarında gözlemlediğim bir annelik güdüsünü kendi annemde görmemiş olmanın şaşkınlığını ve çelişkilerini hala çözebilmiş değilim. İstisnalar kaideleri bozmaz sözlerine sığınarak anneliğin nasıl yüce bir duygu olduğunu izliyorum tam 32 yıldır.

Anne yüreğinde, gönüllü uykusuzluk, şoka giren beyin, sevginin damlayan gözyaşları, uzaktan hissedilen olumsuz olaylar duygusu, büyümüş olmasına rağmen büyüdükleri anlaşılmayan çocuklar gördüm. Panterleşen gözlerinden, eriyen gözlerine, durmuş gibi sessiz yüreğinden, çılgınlar gibi atan yüreğine kadar ne varsa hissettim.

Gördüklerim ve hissettiklerim sadece ondaydı. Birlikte yaşadığımız duyguları teraziye koyduğum zaman ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor; çok az kısmı benzer tepkilere sahip ve duygu seviyesi olarak bende de nüksetmiş ancak daha düşük yaşamıştım.

Sanki soğuk kanlı, cesur ve adil duruş ile gerçekleri tüm çıplaklığı ile anlayıp gösterme görevleri bana verilmişti.

Sonuç olarak her şeyi bir annelik güdüsü olarak kabul edip, daha fazla düşünmemeye gayret ettim. Bende olmayan, olmadığı için anlamadığım, anlamakta çok zorlandığım ama karşılaşınca da çok etkilediğim bu sihirli yaşamı, güdüsel bir tanım içerisinde bırakmış olmak hoşuma gitmese de yapabileceğim hiçbir şey yok. Ne tanımlayacak bir kelime ne de anlatacak bir cümle var. Bilimin inceleyip, ortaya koyduğu makalelerde beni tatmin etmeye yeterli olmadı dostlar.

Annelik işinin sihirli yanı da burada işte. Yeryüzünde doğal olarak kalmış, bozulmamış insan davranışlarını bir bütün halde görüyorsunuz. Derin, basit, yalın, içten, samimi ve son derece güzel.

Annem de mutlaka bu duyguların birçoğunu benim için ve benimle yaşamıştır. Ancak duygu geçirgenliğini yaşatmamış, saklamış ve sürekli kılmamış olabilir. Elbette ki her zaman çok üzüldüm, onarmak için çaba gösterdim ama, maalesef ben de başaramadım.

Seyrettiğim bütün güzelliklere ve yaşayamadığım bütün annelik duygularına rağmen ben yine de BABA olmayı çok sevdim…

Elbette ki kıskanmıyorum, ayakta alkışlayıp şapka çıkarsam da yeterli olmayacak fazlalıklar için saygı ile eğiliyorum.

Ercan Şimşek

İki Anne | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

*

Otistik Çocuklarıyla Anneleri

Dizlerinin üzerine öylece bırakılmış eller…

Yeni iyileşmiş oldukları, yaraların kabukları soyulduktan sonra bıraktıkları izlerden belli. Onları yolmayı alışkanlık haline getirmiş olmalı ki zaman zaman yineliyor.

Ellerini tutup avuçlarını çeviriyorum. Derin çizgiler halinde yarılmalar var. Van’da tanımış olduğum Hediye geliyor aklıma, onun temizliğe gittiği evlerde yerleri silmekten nasır tutmuş dizleri.

“Soğuk sudan oluyor” diye açıklama gereği duyuyor. Çok az bir ücret ödeyerek oturduğu depodan bozma yerde güneş enerjisi varmış, ama ev sahibi Almanya’ya giderken kapatmış.

Canının yandığını bilsem de şu anda bana anlatırken anılarını, ruhunun daha fazla acı çektiğinden eminim.

Yanındaki sandalyede beş yaşlarında bir kız çocuğu oturuyor, annesi gibi tertemiz. Etrafla ilgilenmiyor, sadece kollarını kullanarak kendisinden başka kimsenin duymadığı muhteşem bir müzikle dans ediyor, hayır engelli değil sadece otistik…

Elinden tutup oturduğumuz dış mekandan içeri giriyoruz; eliyle beğendiği pastayı işaret ediyor, masaya dönüyoruz. O pastasını yerken biz sohbete devam ediyoruz.

Azerbaycan’dan Türkiye’ye savrulan paramparça bir yaşam öyküsü…

Altı yaşına kadar her şeyin yolunda gittiği bir yaşamı varmış, Dinara’nın. Öğretmen bir anne öğretmen bir baba, pek mutlu olmasalar da çocuk için sürdürülen bir evlilik.

Annenin evi terk etmesi ardından gelen boşanma sonun başlangıcı olmuş küçük kız için.

“Annem beni istemedi, Babama bıraktı onunla da çok mutlu idim.”

Bir gece gezmeden dönen baba kızın yolu bilinmeyen kişilerce kesiliyor kurşunlanan baba orda can veriyor (ben siyasi olabileceğini düşünüyorum). Mecburen çocuğunu almak zorunda kalan anne kıza hayatı zehir ediyor; eziyetin her türlüsü çevrelerindeki insanların vicdanını rahatsız etmiş olmalı, aileye yakın bir bayan öğretmen küçük Dinara’yı sahiplenir.

Dinara büyür. Ekoloji bölümünü bitirir, iyi bir şirkette işe başlar, para kazanıyor gönlünce bir tatil onun hakkı.

Arkadaşları araştırmış en uygun yer Türkiye Kuşadası… Güzel bir tatil geçirirler, gelecek yıl da Antalya derler.
Yine arkadaşları ile geldiği Antalya’da umulmadık bir iş teklifi alır. DİL bildiği için GİYİM mağazasında iyi bir ücretle işe başlar ve Azerbeycan’a dönmez. Zaten orada artık kimsesi yoktur.

Gün gelir bir adama aşık olur. Bazı tereddütleri olsa da (erkeğin yaşı ondan küçüktür) evlenir.

Ağlamamaya çalışıyor, bu arada elinin üzerini tekrar yolmaya başladı, usulca ellerini ellerimin içine aldım, “sonra?” dedim.

“İlk başta da her şey çok güzeldi, beni ailesinin yanına götürdü; Karadeniz’in bir iline. Orada yaşamaya başladık ilk çocuğuma hamile kaldım. Kocam askere gitti. Döndükten sonra yavaş yavaş değişmeye başladı. Önce anlamsız kıskançlıklar, bağırmalar küfür derken bir gün saçma bir nedenle feci şekilde dayak yedim, oysa ikinci çocuğuma hamile idim.

Çocuğumun Otistik doğması ilişkimizi iyiden yıprattı, bana eziyetinin dozunu yükseltti.”

Dinara son derece aklı başında, dürüst, kültürlü ve harika bir anne. Çocuklarının zarar göreceğini anlayınca Devlete sığınır. Korumaya alınır ve boşanma davası açar.

Dilerdim ki yavrumun acı öyküsü burada bitsin.

Dinara mutsuz ve endişeli zira, kocasından boşandığı için vatandaşlıktan çıkarılmış ve geçici oturma izini ile kalabiliyor; oysa o iki Türk vatandaşı annesi olarak BURADA YAŞAMAK, EVLATLARINI BURADA BÜYÜTMEK İSTİYOR.

Son derece onurlu ve gururlu, ekmeğini taştan çıkarabilir.

O artık benim manevi kızım. Bu konuda hiç bilgim olmasa da attığı her adımda yanında olacağım.

Şimdi lütfen biri bana yol göstersin, milyonlarca asalak göçmenin keyif sürdüğü güzel ülkemde; kimsesiz bir kadın ve iki masum yavrunun yarınları için ne yapabilirim?

Kalıcı vatandaşlık alabilirse Dinara, Dinara ve  çocuklarının HAYATI DEĞİŞECEK, KIRK SENELİK YAŞAM ÖYKÜSÜNDE İLK KEZ YÜZÜ GÜLECEK…

Nevin Aker

Otistik Çocuklarıyla Anneleri | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

*

Yaşamın Kaybolan Öyküleri

Süreyya Aytaş’ın “Mübadelenin Hüzünlü Mirası” adlı kitabını okuduktan sonra “Hüzün Gözlerinde” başlığı ile “Yüreğinize sağlık Sevgili Süreyya Aytaş” diye başlayan bir yazı yazmıştım. Her satırında annemi buluyordum bu kitapta. Yıllar sonra yeniden annemle buluşmuştum. Acılar, acılar ve kitapla ilgili büyük bir sevinç. Çok mutlu olmuştum, sevdiğim kitapları okurken bitmesin diye ağırdan alırım. Bu kitabı ise su içer gibi tek yudumda bitirmek istiyordum. Annemin “ıtır çiçeğini” neden sevdiğini, insana nasıl güzel baktığını, neden “sineğe yol yaptığını” şimdi daha iyi anlıyordum. “Ellerinize sağlık! Yüreğiniz her daim atsın, dert görmesin! Sevgi ve saygılarımla.” diye bitirmişim kısacık yazımı çünkü gözyaşlarım durmuyordu. Kuzenlerimle Kesriye ve Jerveni’ye yaptıkları geziden -yaşlıların Cemçe dedikleri- kuzen çocuğu Cem Açıkbaş’ın oradan ıtır getirdiğini öğrenince de bir dalını da ben istemiştim. Sonra o ıtırın başına kötü şeyler geldiğini öğrendim, artık ben balkonumda mutlaka ıtır bulundurup yaprağını her okşamamda onun kokusunda annemi ve mübadil dostlarımı anıyorum…

12, 13 yıl önce TRT’de yayımlanan, çekimleri Kastonya ve Mustafapaşa’da yapılan “Yaşayan Bellek” adlı belgeselin sunumu Süreyya Aytaş tarafından yapılmış. 31 Mart 2024 sabahında Süreyya Aytaş’ın Facebook sayfasında yeniden yayımlanan bu belgeselin görüntüleri beni çok etkiledi.

Anlatılanlar, konuşanlar akrabalarımdı ve hatta annem. Annesi babası da anlatılan kuzenim Ali Kemal Sergin “Kim bilir kaçıncı defa gözü yaşlı izledim. Nurlar içinde yatın anacığım, babacığım.” diye yorum yapmış, ben ise “Tamam tamam ağlamayacağım diyorum ama dayanamıyorum. Cemal eniştem, o Cemçe bebeğin peşinde mama tabağıyla koşan Ayşe teyzem, annem… Dayanamıyor insan. Teşekkürler Cem, teşekkürler Süreyya Hanım. Bu belgeseli bir türlü bulamıyordum.” diye yorumlamışım. Hepsi gözlerimin önünden geçiyor. Üzgünüm çünkü benim sayfamda yer alan görüntüler nasıl ve neden olduğunu bilmediğim bir şekilde içerikleri -telif gerekçesiyle- silinmiş, kaybolmuştu.

Cem Açıkbaş’ın anneannesi yani Ayşe teyzem ve annem, Naime Kolay’la amca çocuklarıymış. Yunanistan’daki yeni adıyla Zabordeni’de (Kesriye) evleri yan yanaymış. Bu bilgiyi ben bu belgeselden 60’lı yaşlarımın ortasında öğrendim. Naime teyze o sıralarda 100 yaşındadır. (5 Ocak 2015 tarihinde 105 yaşında vefat etmiştir.)

Naime Kete (Kolay) belgeselde yaşadıkları acılı günleri anlatıyor. Mübadele sırasında üç ayları yolculukta geçmiş. Lozan Antlaşması nedeniyle uygulamaya konulan zorunlu göç 1924 yılı temmuz ayında Selanik’ten başlamış, aynı yılın eylül ayında Ürgüp’te bitmiş. Naime teyze anlatıyor:

“Hatırlıyorum nasıl geldik. Bir katırın üstünde iki tane kız, kız da komşumun kızı. Bi yatak bu tarafta, bi yatakta bu tarafta, biz ortada o kızlan beraber, bi yaştaydık kızlan beraber. Sirevüç’e kadar onunla geldik. Sirevüçe derlerdi. Ara yerlerden geçtik; zindan gibi, mağara mağara ara yerden geçtik geçtik, ondan sonra çıktık, Selanik’e trenlen geldik Selaniğe. Denizde şöyle yaparsan içine batacan. Şöyle bir şey denizi vapur ama vapur içi açık yanıyor içi güneşte. Kızım, tamam çıktık Urla’ya geldik. Urla’yı bilin belki bilmen, orda boynuz oluyor orda çok, keçiboynuzu. Bizi oraya çıkarttılar. Bir iki hafta durduk orda. Sonra doğru hamamlara bizi götürdüler, güzel bir hamamlara yıkattılar bizi. Meralara, açıklara gittik orda yattık. Çok çile çektik.”

Acıların yanında umutları da vardı onların. Acı ve umudun adı Gülcemal Vapuru’ydu onlar için. O günlerde 14 yaşında olan Naime Kete (Kolay) her şeyi çok iyi anımsıyor ve anlatıyor. O, Gülcemal vapurunda bir yaşındaki erkek kardeşini kaybetmiş. Nasıl unutur o günleri? Aylar süren Kesriye’den çıkışları ve Ürgüp’e varışlarını anlatmaya devam ediyor:

“Ondan sonra Mersin’e geldik, Mersin’de de oturduk, çok oturduk. Bi tane kız bıraktı amcam orda. Bi zenginler geliyorlar, arıyorlar fakirleri, alıyorlar, evlatlık alıyorlar. Amcamın evlatları var. Ne yapsın? Mecbur oldu vermeye tabii, amcam verdi. İki tane verdiler orda bizim muhacirlerden, iki kız verdiler. Öteki ne oldu bilmem ama bizimki çıktı meydana. Kevser koymuşlar adını, burada bir asker gitmiş oraya Mersin’de bizimkilerden gene, dükkâna girmişler, dükkâna girmeyince bakmış bakmış askere muhacir demiş kız kendi kendine, ‘Kardeşim nerelisin sen?’ demiş Kevser’e, ‘Nereliyim ne sorarsın sen?’ demiş. O da bizim akrabamız olur, öldü şimdi. O ‘Nereliyim ben?’ demiş, ‘Ne sorarsın? Ürgüplüyüm ben’ demiş, ‘Amanıın benim Ürgüp’te babam da var, amcalarım da var’ demiş. Tüylerim kalkıyor bak. Çok güzeldir Kevser, bii saçı vardı buraya kadar, ferace giyerdi. Ferace şuradan şuraya düğmeli olurdu, önünde beyaz tülbent, güzel tülbent. Bir tülbent de şöyle incecik şuraya koyardı, sadece gözleri gözükürdü ha gözleri. Zaten erkeksiz bir yere gitmezlerdi, erkek olacak arkalarında, nereye gitse erkek arkalarında olacak. Hatırlıyom buraya gelince Niğde’den öte bir yer vardı, orda bizi bir arabaya bindirdiler, bizi Niğde’ye götürdüler. Niğde’ye götürdüler bir iki hafta oturduk, Niğde’de oturduk. Bir hane o tarafta, bir hane bu tarafta. Oradan, Niğde’den çıkınca Ürgüp’e geldik, tamam bir tepeye geldik. Urgup Urgup gülüşüyor buranın şoförleri, Urgup Urgup diyorlar bize. Biz bilmezdik urgupvan neymiş biz bilmezdik, Ürgüp’ün adıymış, gülüşüyorlar. Buranın yerlileri bizi almaya gelmişler. Tam üzümler kaynarken geldik buraya.”

Onlar Ürgüp’te yaşamlarını sürdürürken Yalova’ya giden akrabalardan dedemin kuzeni Hayrettin dededen gelen bir mektup üzerine dedemiz Mehmet Ali Benice düşüncelere dalar ve araştırmaya başlar. Mektupta “Ne yapacaksınız o kurak, çorak topraklarda? Burası yemyeşil, verimli ve sulak, buraya gelin.” diye yazılmıştır. Bunun üzerine gereken yapılır ve Yalova’da Laledere köyüne göç edilir. Yaşam orada devam eder. Sonra da Yalova’da…

Belgeselde Naime teyzenin anlattığı annem Kevser, yani Mersin’de tek başına kalan “Kevser” yeni ailesine alışmaya çalışıyordu çaresiz. Öz annesi Asine’yi (nüfus cüzdanında Asiye) Kesriye’de yaşarken kaybetmiş, iki kardeşi ile öksüz kalmış. Mersin’de ailesinden ve o iki kardeşinden de ayrı kalmış. Bu yeni aile Müveddet ve Beşir Sümen çifti, Kevser adını verdikleri yeni kızları ve kendi öz kızları Hediye ve Sulhiye ile birlikte güzel bir konakta yaşamaktaydılar. O konakta çok misafir olduk. Annem Kevser o günlerle ilgili hiçbir olumsuz durumdan bahsetmedi. Ben onun dert ortağıydım. Sadece okutmadıkları için çok kırgın olduğunu söylerdi. Bırakıp giden ailesi için de hiç olumsuz konuştuğunu duymadım. Ben ve ailemizin diğer üyeleri Mersin’deki aileyi bildik anneanne, dede ve teyzeler olarak.

Naime teyzenin anlatımına dönersek öncelikle babamın askerliğinden söz etmem gerekiyor. Dedem Ahmet Lütfi Güneri’nin 35 yaşındaki kaybından sonra üç çocuk ve karnında bir bebeyle dul kalan babaannem Fatma Nadide Güneri’nin Tokat’taki yaşamını sürdürebilmesi için kendisine ve çocuklarına bir yol çizmesi gerekirdi. Babam Halit Cenap Güneri’ye çizilen yol ise gönüllü askerlik olmuştur. Askerlik çağına gelmeden gönüllü olarak askere gider. Gaziantep’te asker olarak iki yıl geçirdikten sonra dönüş yolunda -bir ihtimal Naime teyzenin bahsettiği askerle- Adana’da girdikleri bir bakkal dükkânında annem Kevser’i görür ve ertesi gün ver elini Ankara. Trenle Ankara’ya gelirler Kevser’le. Kırk gün bir sandığın üzerinde oturup sadece ayva yerler. Masal gibi dinledim bunları. Askerliği biten babam abisinin gayreti ve teşviki ile polis olur. Evlenirler. Naime teyzeden duyduğum şekli ile babam ve annem gidip elini öperler. Naime teyze babamı boylu poslu yakışıklı bir genç olarak tanımlamıştır. Bu bilgiyi de kendi sesinden dinledim.

Yirmili yaşlarıma kadar dedem ve anneannem olarak Beşir ve Müveddet Sümen’i, Hediye ve Sulhiye Sümen’i de teyzelerim olarak bildim. Bir de Sami dayım vardı, Sami Tığcan. Ankara’nın Çubuk, Haymana ve Beypazarı ilçelerinde geçen çocukluk günlerimde bahsi geçen bu insanların ve daha sonra evlendiklerinde eşleri ve çocukları ile bizim evimize her yıl geldiklerini biliyorum. Biz de Adana ve Mersin’e giderdik. Saydığım bu insanlar hâlen bendeki yakınlıklarını koruyorlar. Hepsi ile her yıl mutlaka görüşürdük.

Anımsadığım bir dayım da biz Çubuk’ta yaşarken gelmişti. Sobanın yanında dizinin dibinde bir yer minderinde oturduğumu anımsıyorum. Bu dayım Ürgüp’e giden annemin gerçek abisiymiş, sonradan adının Demirali olduğunu öğrendim. O zaman ilkokula belki yeni başlamış olabilirim. Belgeselde adı geçen Cemal ve Ayşe’yi de ortaokul ve lise döneminde tanıdım. Ayşe teyzem ve Cemal eniştemi saydığım ilçelerden Ankara’ya geldiğimizde mutlaka ziyaret ederdik. Kuzenlerimi de o arada tanıdım. Soyadları “Sergin”di. Kendi kendime hep yorum yapar, anneannem ve dedemin soyadları “Sümen”, evlenen teyzem “Serin”… Bir türlü çözemezdim. Yalnız ben mi? Hangisi yanlış yazıyor diye çok düşünmüştüm. Kimse çözemezdi, Kevser’i ihmal etmeyen bu aile Ayşe’yle neden ilgilenmiyorlardı. Ayşe teyzemler neden dedemleri tanımıyorlar. Şaşkınlığım yirmili yaşlarda sona erdi. Kuşadası’na tatile gittiğim bir yıl annem anlattı ve kız kardeşi Şerife’nin oğlunu bulmamı istedi, oraya yakın Ortaklar’da olduklarını söyledi. Dayılarımı da anlattı, Demirali ve Besim dayılarımın Yalova’da yaşadıklarını. Onları da bulmamı, tanımamı istedi.

O yaz çok mutlu oldum. Çok çileler çeken annemi mutlu etmiştim. Ortaklarda araya sora Lütfi abinin evini bulmuştum. Ama kendisi yoktu. Kamyonla geldiğinde yengem bağırıyordu. “Lütfü sana bir muştum vaaar!” Ben Lütfü abiden çok “muştu” sözcüğüne takılmıştım. TDK dergilerinde geçiyor, ben nerden çıktı bu diye kabullenemiyordum. Meğerse halkım kullanıyormuş müjde yerine. Sarıldık tanıştık Lütfü abiyle. Kardeş çocuklarıydık vay be! Şaşkındım. Kızlarını, oğullarını da tanıdım bu güzel insanların.

O yıl mı, daha sonra mı anımsamıyorum ama yirmili yaşımda olduğumu biliyorum, Yalova’da yaşayan dayılarımı da ziyaret ettim. Tanıştım onlarla. Annemin bir küçüğü kuzenlerimin “caca”sı Besim dayım beni çok etkiledi, birebir annemin kopyasıydı. O bahçede yaşayan bir çiçek insan, hep çiçeklerle, doğayla yaşayan bir insandı. Beni görmeye geldi. Biz kuzenimle, beni devamlı ısıran sivrisinekleri öldürürken “Yavrum yapmayın! Yazık, o da can, öldürmeyin!” diye ısrarla bizi engelliyordu. Böylece dayılarımı, yengemi ve yeni kuzenlerimi tanıdım ve hepsiyle gönüllerimiz birbirine geçti. Canlarım onlar. Hepsini çok seviyorum, onların da beni sevdiklerini biliyorum. İstanbul’a her gidişimde mutlaka görüştük onlarla…

Böylece benim iki bilinmeyenli mi, kaç bilinmeyenli olursa olsun denklemim çözüldü ya, annem de ben de çok mutluyduk.

Suriye’de (Şam ve Halep) yaşayan teyzem, eniştem ve bazı çocukları her yıl annemi ve bizi ziyaret ederlerdi. O aileden kuzenim Reşit El Semman Almanya’dan sonra 1, 2 yıl da Türkiye’de öğrenim gördü, çok güzel günler yaşadık onunla da. Hatta gerçek kuzenim İffet ablamın düğününe bile beraber gitmiştik. Şimdi ne oldular neredeler, bilemiyorum. Biz de Adana ve Mersin’e giderdik çocukluğumda. En son iki teyzeme 1974’te rastladım. Meral’le Kuşadası’ndan Diyarbakır’a giderken bir gün kaldığımız Mersin’de… Otelden çıktığımızda ki, Sulhiye teyzeme gidecektik, tam taksiye binerken “Aliiii!” diye bağıran iki teyzemle sarmaş dolaş olmuştuk. “Nasıl da kan çekermiş!” dediklerini hiç unutmadım. Demek ki kan bağı olmasa da kan çekiyormuş. Sonraki yıllarda bir Mersin görevimde de ziyaret etmiş görüşmüştüm. Artık bir bilgimiz yok hiçbirinden.

Onlar da unutmadı, biz de hiç unutmadık onları. Ama artık kimse ile irtibatımız kalmadı. Anılarımızda yaşıyorlar. Kaybolan yaşamların içinde bir anı hepsi…

Ali Erkan Güneri

(Yazıya Not: Danışabileceğimiz büyüklerimiz yok artık. Annem geldiği yaş nedeniyle zaten pek bilgi sahibi değildi. Kuzenlerimi arıyorum, bilgi alıyorum bir başka kuzen itiraz ediyor. Annemin annesi Nüfus Cüzdanında “Asiye” görünüyor itiraz geliyor “Asine” diye; Şerife ablası çocuklarından birine vermiş annesinin adını “Asine” diye. O öyle değil, bu böyle değil, haydaaa. Bırak Ali dağınık kalsın. Mersin’e geliş 1924. Orada 16 yıl kalmış. 1940’da Ankara’da Nüfus Hüviyet Cüzdanı çıkarılmış. 4,5 yaşlarında geldiği tahmin ediliyor. Doğum tarihi tahmini yazdırılmış 1330 diyerek (1914) Velhasıl bilgiler doğrulanamıyor…

Dedemin ilk eşinden Demirali; ikinci eşi Asine’nden Şerife, Kevser, Besim: üçüncü eşi Saliha’dan Ayşe isimli çocukları olmuş.
Ali Erkan Güneri)

*

AĞIR GEMİ

Yıl bilmem kaç,
Ben kaç yaşındayım,
Hangi gün
Doğum günüm,
Bilmiyorum.
Bir gemi kalkacaktı
Selanik Limanı’ndan
Adı “Gülcemal”miş,
Sonradan öğrendim.
Aylar boyu bekledik
Ne zaman kalkacak diye.
Sonunda
Arkamızda anılar,
Analar,
Köyümüz…
Kesriye’den Selanik
Sonrasında
Uzun uzun bir yolculuk…
Ne denizi
Görür gözlerim,
Ne güverteyi,
Gökyüzü bile yok
Yeşil gözlerimde.
Sonra
Mersin Limanı
Limanda bir adam
Bir de kadın
Sanki o bir adam babam
O bir kadın anam.
El salladım mı gidenlere?
Abim Demirali gitti,
Ayşe gitti,
Besim gitti,
Şerife gitti,
Hepsi gitti…
Bakakaldım
Arkalarından
El salladım mı?
Bilmiyorum, bilemiyorum…
Dünyanın ortasında
Bir başına
Kaldım
Yapayalnız.
Müveddet Hanım
Oldu o kadın
Annem,
Babam ise
Beşir Bey.
Ha! Unutmayım
Sulhiye ve Hediye
Yeni kardeşlerim, ablalarım
Ve
Yeni bir yaşam
Mersin,
Adana, Diyarbakır
O yüzden
Suratımdaki şark çıbanı,
Başka iller ve
Yeniden
Adana.
Yaş 18 oldu bile
Hediye ablam
Gelin gitti
Halep’ e,
Sulhiye Mersin’ e
Ben mutlu, umutlu
Mutsuz, umutsuz
Yaşarken,
Bir genç çıktı karşıma
Ertesi gün
Kaçtık
Ver elini Ankara,
Gelin oldum
Evlendim Halit Cenap’la
Sonra Fatma Birsen
Mehmet Volkan ve
Ali Erkan…

Ali Erkan Güneri

Yaşamın Kaybolan Öyküleri | Gündem Arşivi, Okuyan ve yazanlar için dağarcık (gundemarsivi.com)

Siz de fikrinizi söyleyin!