Edebiyat,  Kitaplar,  Şiir,  Toplum

Kâğıdın Ölümü

“Seni sevmenin serin kıyılarında, perçemli yaz sabahının
ortasında duruyorum. İçim, senin sızlanarak çıktığın
yokuşlarla yüklü. Gözlerim, omzunu açıkta bırakan mavi
denizle çalkantılı. Sevgilim, gel koklayalım harflerin
değmediği tenha kasabalarını. Yıkıp yeniden yapalım
bugünü. Sonra aynada boğulan halkın ortasından yürüyüp
denize girelim, birbirimizin uçsuz bucaksız kalbine girer
gibi.” (S:77)

Şiir, öykü, roman, deneme, her neyse; elime aldığım, okumaya başladığım kitapta yazarın okurluk düzeyini, bilgi ve bilinç birikimini sezmeye çalışırım öncelikle. Aşk, bilgisi, düş bilgisi, düşünce bilgisi ve bunların nasıl bir felsefeye yaslandığını ararım.

Bir metni okuyup geçiyorsam, geriye dönüşler yapmıyorsam anlıyorum ki estetik bir derinlik yok metinde; dil tadı, dil derinliği yok… Bu nedenle kitapların bir kısmı bitmez; yarım kalır, devam edemem. Ya da kitap bana kendisini okutmayı başaramaz. “Kardeşim yazın, ne gördüyseniz, ne yaşadıysanız, ne hissettiyseniz, neden etkilendiyseniz, neyi anlatmak istiyorsanız yazın…” şeklindeki önerileri sığ bulurum bu yüzden. Bu tavsiyelere uyularak yazılan ne varsa onları da edebiyat dışı hiç kuşkusuz.

Yazan birinin, okur olması da yetmez aslını sorarsanız. Okuduğu metinlerle ne kadar cebelleştiği, tartışmaya girdiği, ileri gittiği, geri çekildiği de önemli. Yazara eleştirileri, önerileri, katkıları da… Ondan ne kadar ayrıldığı, onunla ne kadar buluştuğu vs. Çünkü bunlar olmadan yazarlık kıvamına gelemez bir kimse. “Okumaz ama yazar” olur olsa olsa. Yazdıkları da okur için eziyetten başka bir şey sayılmaz. “Okumaz ama yazar” olmaktan kurtulmaktır yazarlığın ilk koşulu bana göre. Yazma isteğinin yerini bir kova okuyup bir damla yazmak gibi bir alışkanlıkla doldurmaktır ve de. Okurluğunsa, herkesten bir anlama ve algılama eşiği istediğini “çok bilenlerin” dışında bilmeyen zaten yoktur.

“Dünya boşaltılmış, görelim diye uzakları
Çocuğun bir elinde nar, diğer eli sessizlik
gidenin bıraktığı boşluk
kalanın gözlerine dolar

Her şey yüktür
sözcüklerden başka yükü olmayana
yürürsün bir zaman
seni büyüten kırlara doğru iyi bak

Annenin sevincinde kan var” (S:20).

Şeref Bilsel’in Kâğıdın Ölümü adlı şiir kitabını uzun bir zamana yayarak okuyup inceledikten sonra kitaplıktaki yerine koyarken düşündüm bütün bunları.

“Kimdir pazarları ayıklayan tığ uçlarıyla
bıçaklanmış bir cumartesi arkasında
var bir sevgilim
bacakları açılmış bir gül makası
gibi aklımda” (S:44).

Sık sık geri dönüşler yaptım kitapta. İçindeki kimi şiirlerle, kimi dizelerle didiştim adeta. Anlam aralıklarını zorladım. Bazı kitaplar vardır ki ancak bir yığın okumalardan geçerek varabilirsiniz yanına. Size kalbini açar, kapısını açar o zaman. İnsanı, insanın sorunlarını bilmiyorsanız, coğrafyanızın acılarından haberiniz yoksa, onlara karşı kapatmışsanız kendinizi size asla yüz vermez. Dile hakimiyetinizi bile sınar hatta. Kâğıdın ölümü böyle bir kitap. Bunun böyle olduğunu daha elime alır almaz anlamıştım zaten. Şairin şiir toplamına ulaşmadan içimin rahatlatamayacağını biliyordum. Ama yetinmeyip, şairin edebiyatı üzerine yazılanlara da uzanmanın zorunluluğunu kavradım. Atila Yaşrin’in, alt başlığı, “Şeref Bilsel Şiirinde Yalın Olanın Anlam Yükü” şeklinde ifade edilmiş Şiir ve Hayret adlı çalışmasını çok ama çok değerli ve anlamlı buldum açıkça söylemek gerekirse. Şiir ve Hayret’i Kâğıdın Ölümü’nü okuma kılavuzu olarak değerlendirmek mümkün. Bütün katmanlarına, bütün oyaklarına adım adım inilmiş Şeref Bilsel Şiiri’nin. Adeta bir kazı çalışması. Çok işime yaradı doğrusu. Diğer yazılanlar üzerine de epeyce düşündüm, kendi düşüncelerimle örtüşen ve ayrışan yanları ayıkladım. Şeref Bilsel Şiiri için söyleyeceklerimi bu okumalardan sonra kurdum diyebilirim.

“Acıyı tut, ertele sevinci, dağı duy
seninle gelen seninle kalmıyor
telaşla çıkılan balkonlardan yağmura doğru
dünya dönsün sen bir yara gibi işle
ırmağın üstünde titreyen son yaprağı örtün
bir gün bu akarsular seni duyacak
insanın halleridir
yönelme, bulma, ayrılma
gör bu içli yürüyüşü, rüyana kat” (S:32).

Beni en çok sevindiren şey Şeref Bilsel’in edebiyatın içinde bir gezgin oluşu. Romanların, şiirlerin öykülerin, denemelerin… Ve benim bunu sezmem kendi adıma. Sezdiğimi hissetmem… Rahatlıkla söylenebilir ki var olanı, verili olanı gördükten sonra kulaç atmaya başlamış ve derin dalışlar gerçekleştirmiş sözcükler ummanında Şeref Bilsel. Özellikle de Kâğıdın Ölümüyle. Geleneğin devrimcileştirici olanaklarından yararlanmış. Belli ki onun şiirinin derdi var. Gitmediği yerler, çıkmadığı adalar var düşünde. Şeref Bilsel’in şiirleri daha çok bir yolculuk hali. Geçmişten şimdiye, şimdiden geleceğe…İnsan hallerinden geçirerek yüreği ile süzdüğü sözcükler birer leke gibi duruyor karşınızda. Dokunduğunuz anda da önünüze yeni dünyalar seriliyor. Geleceği anımsatıyor size. Duyarlıklarınıza bir çentik atıyor ve yaralıyor sizi. Öyle bir yara ki vicdanınızı geliştirirken, birikiminizi sağlamlaştırırken kullanabilirsiniz ancak o yarayı. Kafanızda yeni bir yolculuk fikri oluşuyor devamında, kendinizden kendinize…

Şeref Bilsel;

“Bana Moğolistan’ı gösterdi
kendi bedenine düşmüş atlastan
öyle uzun yol aldım
sımsıcaktı baktığım yer” (S:50).

Evet! “Her şey yüktür sözcüklerden başka yükü olmayana.” Anlaşılacağı üzere genel anlamda kaynağını acılardan almış Şeref Bilsel’in şiirleri. Ama acıların üzerine çıkarak seslenmiş okura. Yeni bir gerçekliğe ulaşmanın yolu olmuş. İmgelerin, anlamların… Sıkı okurların anlayabileceği…

(Kâğıdın Ölümü, şeref Bilsel, Şiir, Yitik Ülke Yayınları, Şubat 2023, 88 sayfa)

Hayrettin Geçkin

Siz de fikrinizi söyleyin!