Edebiyat,  Kitaplar,  Toplum

Dalgalı Denizin Köpükleri – Sefa Taşkın

Yazarın ilk olarak “Pembe Sardunya” romanını okumuş, çok sevmiştim. Ardından ilk romanı olan “Kına Rengiydi Deniz”i de keyifle okumuş ancak yıllardır başka roman yazmamasını da yadırgamıştım. Ancak elbette boş durmuyordu. İnşaat Mühendisi olmasına karşın kendisini Ege özellikle Bergama tarihi konusunda uzmanlaştıran çok sayıda arkeolojik ve tarih konulu eser vermiş olması bu durumu açıklıyordu. Sonuçta bir Sefa Taşkın romanıyla buluşmak güzel… Üstelik sonu oldukça hüzünlü biten, okuyucuda yarım kalmış duygusu uyandıran 1910’lu yılları anlatan “Kına Rengiydi Deniz”in devamı olan ve bu kez İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarında geçen “Dalgalı Denizin Köpükleri”ni bir solukta okudum…

Doğrusunu söylemek gerekirse biçemi değiştirmiş Sefa Taşkın… İlk romandaki konu ve kişi bütünlüğünü bu kez bulamadım. Romanın ortalarına geldiğimde kahraman diye nitelediğim bütün kişiler birer birer sahneden çekilince “Kahraman kim?” sorusunu da kendime birkaç kez sordum. Sonunda ben kendimce kararımı verdim. Bu romanın bir tane, hatta bildiğimiz şekilde kahramanı yok. Alışık olmasak da roman kurgusu “Kasaba” üzerine yapılmış.

“Kına Rengiydi Deniz”i okurken “Kasaba” neresi olabilir diye çok düşünmüş, yazarla da konuşmuş, “Her okur nereyi kendine yakın görürse orası olabilir” yanıtını almıştım. Gerçekten öyleydi, Turgutlu, Urla, Bergama, Ayvalık, Dikili hepsinin anlatıma uyan özellikleri vardı. Ancak bu kez yazar küçük ipuçları vermekten çekinmemiş. Dikkatli okur artık “Kasaba”nın neresi olduğunu anlayacak. Özellikle bazı yer isimleri, yaşanmış tarihsel olaylar birkaç satır en çok bir paragrafla da anılmış olsa bu adı neredeyse kesin olarak ortaya koyuyor.

“Kasaba” ana kahraman olunca kişiler ister istemez ikinci plana düşüvermiş. Olmazsa olmaz diye düşünülen kişiler bir biçimde ortada kayboluveriyor ya da uzunca bir süre görünmüyor. Bu arada gelişen olaylar elbette okuma sürekliliğini değiştirmiyor, okur romanı elinden bırakamıyor. Merak öğesi bir biçimde kendini duyumsatıyor.

Ayrıca ilk iki romanda karşımıza çıkmayan bir cinsellik konusu var. Zaten henüz basım aşamasındayken bir sohbetimizde “Bu sefer işin içinde biraz müstehcenlik var” demişti. Hayatın içinde ne varsa o kadar var. Her şey olması gerektiği kadar, olması gerektiği yerde diyeceğim de; bir örnek var ki, “Haydi canım, sen de mi?” dedirtiyor ama biraz düşününce, “Neden olmasın o da diğerleri gibi kanlı canlı bir insan değil mi?” demeyeceğimiz kesin. Üstelik Anadolu’yu anlatan yazarların büyük çoğunluğu bu konuya gerektiği kadar yer vermişlerdir, Sefa Taşkın da o kadar vermiş.

Bir biçem farklılığı da yazım tekniği. Yazar romanı seksen yedi bölüm halinde yazmış. Tamamı üç yüz sayfa olunca ortalama her bölüm de üç dört sayfayı geçmiyor. Genellikle bölümlerin çoğunda da konu değişince alıştığımız roman akışının dışına çıkılmış. Pek karşılaşılmayan bir teknik olmasına karşın çoğu zaman okumayı da hızlandırıyor. Tek sakıncası okumaya kaptırdığımız bazı bölümlerin çabucak bitivermesi…

Kişi sayısı oldukça fazla olmasına karşın her biri yeterince okura tanıtılmış. Bazı kişiler neredeyse romanın ortalarından sonra akışa katılıyor ancak ustaca anlatımlar sayesinde yine okur yabancılık hissetmiyor. Hatta girişte devam romanı olduğu okura anımsatmak için neredeyse satır aralarında (ilk romanı yakın zamanda yeniden okumuş olmama karşın) rahatsız etmeyen minik geri dönüşler yapılmış. İlk roman okunmamış olsa bile okuma kolaylığı açısından okurun önünü açan bir bilgilendirme olmuş.

Kimi kişiler döneme ve ortama çok uygun işlenmiş. Komünist Mustafa, Kaymakamın “Kasaba”yı beğenmeyen karısı gibi… Çok dikkat çeken sahneler de var. İdamı köfte ekmek yiyerek izlemek, Komünizm karşıtlarının bir insanı yakması gibi.

Roman boyunca aklımda kalan tümceler de var:

“Dokun bu topraklara, sesini duyarsın.”

“Nedense kurulu düzen isyana göz yummuyor, şiddetle bastırıyordu ama bir süre sonra isyan eden hayretlik bir saygı kazanıyordu.”

“O, kasabaya tutsaktı. Ne olursa olsun bu gizemli topraklardan ayrılmayacaktı.”

“Eve ziyaretçi kabul etmiyordu. Değerli yolcusu vardı geçirilecek. Sessizlik içinde hazır olmalıydı yola.”

Elbette bu tümceler tadımlık. Mümkünse ilk romanla birlikte, değilse ilk sayfalarda verilen bilgilerden yararlanarak bu romanı keyifle okumak gerekli.

Son olarak arka kapak yazısından bir bölümü vermek isterim:

“Batı Anadolu’da efsane çoktur. Adına Tithanos dedikleri genç adam, çektiği sevda acısı yüzünden ufalmış ufalmış, ağustos böceğine dönmüş. Onu, kapısı penceresi olmayan, her yandan açık, küçük bir evin içine koymuşlar. O da yıllardır burada kendi şarkısını söylüyormuş.

Ancak bir türlü binadan çıkmıyor, çıkamıyormuş. Zamanın akışına uygun şarkılar söylüyormuş durmadan. Çoğu hüzünlü, azı sevinçli şarkılar. Kargalar meraklı, ulu kavaklar gözlemci, ipek kanatlı kumrular tanıkmış buna.

Anadolu tragedyalar ülkesidir, olaylar hep yol ayrımına sürükler insanı. Günah ya da ceza yazgısal mıdır? Belki de yazgı denilen, yaşananlardır.”

Sefa Taşkın’ı Ege ve Bergama araştırma kitapları ile de tanımak önemli ve değerli. Bu kitaplara örnek verecek olursak; “Ağaçlar Ağlar mı Bergama’da”, “Baukis ile Filemon”, “Bergama Hümanizması”, “Bergama’da Abacıhan Sokak”, “Bergamalı Kadri”, “Ege Rüzgârları İzmir’li Kör Ozan Homeros”, “Luviya 1”, “Luviya 2”, “Luviya 3”, “Luviya 4”, “Mysia ve Işık İnsanları”, “Pergamon Kadınları”, “Siyanürcü Ahtapot”, “Sürgündeki Zeus”…

Uzun bir aradan sonra araştırmalarının dışında bir romanla buluştuğum için çok mutlu olduğum Sefa Taşkın dostum, kalemine sağlık…

M Osman Akbaşak

Siz de fikrinizi söyleyin!