Edebiyat,  Güncel - Aktüalite,  Şiir,  Siyaset,  Tarih,  Tartışma,  Toplum

Başka Bir Açıdan

1- Bilimin yol göstericiliği❗

2- Bilimsel laik eğitim❗

3- Hak ve adalet❗

4- Emeğin değerini bilmek❗

5- Liyakate önem❗

6- Ahlâk ve vicdan❗

7- Bağımsız yargı❗

8- Bağımsız denetim kurumları❗

9- Düşünce ve kanaat özgürlüğü❗

10- Yazılı ve görsel basın ve eleştiri özgürlüğü❗

12-Bunları içselleştiren bilinçli yurttaşlar ve yöneticiler❗

Yukarıda maddeler halinde gördüğünüz, benim de sosyal medyada dikkatimi çeken; “Deprem Sonrası Türkiye’nin Acil İhtiyaç Listesi.” Listeyi Asım Beşikçi hazırlamış. Merakla ve çok da ciddiye alıp inceledikten sonra keşke insanlarımızı ölüme götüren, depremi bir doğa olayından çıkarıp felakete dönüştüren şeylerin hiçbirisi yaşanmasaydı diye düşünürken Orhan Pamuk’un “Veba Geceleri” adlı romanının giriş yazısında yer alan şu paragrafa gitti aklım: “1901 yılındaki veba salgını sırasında adada olup bitenleri araştırırken, bu kısa ve dramatik sürede kahramanların öznel kararlarını anlamaya tarih biliminin yetmeyeceğini, bunların roman sanatının yardımıyla daha iyi anlaşılabileceğini hissetim ve bu ikisini birleştirmeye çalıştım.”

Kafamda bu paragrafı ve kaç günden beri dilime yapışmış; “Nesini söyleyem canım efendim /Gayrı düzen tutmaz telimiz bizim /Arzuhal eylesem deftere sığmaz / Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim” şeklindeki Aşık Serdar-i’nin dörtlüğünü öteleyip yakın geçmişimizi, özellikle de ülkemizin çeşitli yerlerinde son 30-40 yılda yaşanan depremleri bu bakış açısıyla ele almış bir toplum hayali kurdum bir süreliğine kafamda. Bu hayalle ülkemizin bugününü getirdim gözümün önüne. Bu hayale uygun kentler, yurttaşlar, sivil toplum örgütleri ve yöneticiler geçti doğasıyla birlikte gözümün önünden… Sonra da başımı önüme eğdim.

Veba Geceleri’nin giriş yazısından alıntıladığım paragrafa bakarak sanatı ve edebiyatı, toplumları doğrudan yönlendiren, kısa sürede her şeye deva olabilecek bir güç olarak düşündüğümün sanılması canımı acıtır. Ama böyle olmakla birlikte, yaşadığımız depremin sonucunda Türk toplumunun siyasi kadrolar düzleminde düştüğü bataklığa, örneğin bir Fransa’nın düşmeyeceğini ileri sürmekten de geri duramam açıkçası.

Çünkü Fransız toplumunun sanayi toplumu olması kadar, onun da ötesinde Balzak’ın eğitiminden geçmeyi başarmış bir toplum olduğu gerçeği yatar. Belki Balzak, onca romanına karşın kendi dönemindeki Fransız burjuvazisinin sömürü tutkusunu ve ahlaksızlığını erdem sayma eğilimini ortadan kaldıramamıştı, ama çürümelerin yinelenme olasılığını en aza indiren eleştirel tutumunu da inkar etmemiz mümkün değil. Her sarsıntıya hazırlıksız yakalanan Türk toplumuyla Fransız toplumunun farkını belki de bu ayrıntıda aramak gerekir. Bizim toplum örneğin bir Aziz Nesin, bir Yaşar Kemal, bir Sebahatin Ali, ya da bir Sait Faik ve veya bir Yakup Kadri eğitiminden geçmemiştir. Öyle olduğu içindir ki 10 ilimizi vuran depremden ve on binlerce insanın ölümünden sonra bile, toplum bilinci “celladına aşık” olma bilincini bir tık ileri geçememiştir. Umutsuzluk olsun diye söylemiyorum ama iktidarın “asrın felaketi” olarak takdim ettiği depremi “asrın ihmali” olarak değerlendirebilecek düşünce gücünden fersah fersah uzaktır şimdilik.

Kalkıp herhangi bir yurttaşa “senin cahilliğinin faturasını ben çekiyorum” demenin de; bir kuyunun dibindeki kurbağalar gökyüzünü kuyunun ağzından ibaret sanır demenin de pek bir karşılığı yok toplum katında. Çünkü geçirildiği eğitim sonucu Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman bir hale getirilmiştir toplum. Gerçek anlamda akıldan ve bilimden uzak mantıkla kuşatılmış, sınırlandırılmıştır. Rehberi imam, eylemi duadır. Türkiye’nin ilerici, devrimci, demokrat sayabileceğimiz, bilimselliği öne almış az sayıdaki dinamik yapıları ise toplumdan da yönetimden de itinayla uzak tutulmaya çalışılmaktadır.

Deprem sonrasında olanlara şöyle bir göz atalım:

Yapıları ve işlevleri giderek bozulduğu, farklı amaçlar için kullanıldığı için AFAD’ın da Kızılay’ın da deprem bölgesine ancak bir iki gün sonra ulaşması, sivil kuruluşlardan çok sonra ulaşması, askerin oraya ancak tepkiler üzerine gönderilmesi, gizlenmesi mümkün olmayan organizasyon bozukluğu, sivil inisiyatiflerce yapılan arama kurtarma çalışmalarına AFAD ekiplerince “biz geldik size gerek kalmadı” dercesine engel çıkarmalar… Sivil toplum örgütlerinin, bir takım yardım gönüllülerinin ve muhalefet partilerinin topladığı yardımları deprem bölgesine götüren tırlara yol kesip iktidarın emirleri doğrultusunda el konulması. Depremden zar zor canını kurtaran insanlara psikolojik desteğin psikologlara, psikiyatristlere değil de Diyanet’e bırakılması…

Albert Camus’un; “bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın,” sözü geliyor aklıma. Ürperiyor insan. Bir şairin; “korkuyorum insanın vahşetinden” dizesini duyar gibi oluyorum. Ölü sayısı ve yıkılan bina sayısı saklansa da giderek arttığı çok da gizlenemiyor. “Yıkılan binaların nerdeyse tamamı bizim iktidarımızdan önce yapılmış binalardır” söylentisi dolaştırılıyor insanlar arasında. Depremle birlikte olup bitenlerin hepsi kadere bağlanıyor.

1999 Depremine ilişkin ihmalleri, beceriksizlikleri hemen depremin ardından Yeni Şafak Gazetesi’nin “Devlet çöktü” şeklinde manşetten vermesini, son seçimlerde kendisinin “imar barışı” sözü vererek Hatay’dan ve Kahramanmaraş’tan bir hayli oy devşirdiğini unutan Cumhurbaşkanı’nın; depremle beraber devletin içine düştüğü aczi, organize eksikliğini, deprem bölgesine yetişmekte geç kalınmasını eleştirenlere parmak sallıyor; “şerefsizler, namussuzlar” diyerek tehdit ediyor… Bununla da kalmıyor, eleştirenleri teker teker deftere kaydettiklerini söylüyor ve topluma korku salıyor. Hiç kuşkusuz “devlet nerde” diye çığlık atan depremzedeler için de açıktan bir gözdağı oluyor bu sözler. Bütün bu olanlarla birlikte iktidarın borazanı durumuna gelmiş kanallara; depremde yaraları saran, arama kurtarma çalışmalarına katılan, acıları serinleten sivil toplum kuruluşlarına, gönüllülere, muhalefet partilerine, belediyelere ağza alınmayacak şeyler söyletiliyor. Yol kesip depreme yardım götüren tırlara el konulmasına gerekçeler uyduruluyor. Daha depremin üçüncü beşinci gününden arama kurtarma çalışmalarını durdurup enkaz kaldırma çalışmaları başlatılmak isteniyor. Depremden sağ kurtulan yurttaşlar enkaz altındaki yakınlarına, ölü ya da diri ulaşmak isterken veya enkaz altında kalan parasını pulunu “mal canın yongasıdır” diyerek kurtarma çabası içindeyken, enkazları kaldırma görevlerini belli kimselere vermek için düştükleri telaş şaşırtıyor insanları. İktidarın yurttaşa İBAN numarası uzatması ile birlikte 1999 Depremi’nden bu yana toplanan deprem paralarının hesabı soruluyor. İktidar sözcüleri; “duble yol yaptık” diye kolayca yanıt veriyor bu soruya. İyi ama depremle birlikte yapılan duble yolların 3-5 cm kalınlığında olduğu gerçeği de ortaya çıkıyor ne yazık ki. Bir an önce enkazları kaldırma, ülke ve ülke dışından gelen yardımların bir kısmıyla depremzedelere konut yapma aceleciliği “iktidar ölü soyuculuğuna mı soyunuyor” sorusunu düşürüyor akıllara. Seçimleri bir yıllığına ertelenmesi sokuluyor hemen ardından gündeme. Hiçbir gereği yokken, yabancı düşmanlığı başta olmak üzere birtakım uyduruk gerekçelerle ilan edilen OHAL başka bir soruyu daha getiriyor akla: “Yoksa bu deprem iktidar için Allah’ın bir Lütfü mu olacak?”

Ama bunlardan daha önemli bir soru da yanıt arıyor kendine: Bu örgütlü kötülük nasıl yenilecek, ülke bilimle, özgürlüklerle, demokrasiyle, hukuk ve adaletle nasıl buluşacak? Dert çok, sorunlar çok, sorular çok. Söylenecek şeyler de çok aslında. Ama umut yine insanda.

İyisi mi yazıyı, biraz da güncellenmiş Tarihe Düşülen adlı şiirle bitirelim.

bir kez daha mahcup düştü
yeryüzü
gökyüzüne

cahilliğe yenildi
bir kez daha

sular çatladı
dağlar aktı

on binlerce insan
on kentin enkazında
ne uçabildiler
ne kaçabildiler
ölüden bile sayılmadı çoğu

iki bin yirmi üç
Şubat’ın altısı
İsa’dan sonra

Hayrettin Geçkin

Kirpiğinden Düşen Rüyâ

Merhaba

Siz de fikrinizi söyleyin!