Deneme,  Edebiyat,  Kitaplar,  Şiir,  Toplum

Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı – Güven Tunç

Güven Tunç’tan artık yeni romanını heyecanla bekliyoruz.

Yine de “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı” romanını sizlere tanıtmak istiyorum. Bu romanı tanıtmayı bir görev, bir insanlık görevi olarak kabulleniyorum tıpkı yazılması gibi. “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı”, Güven Tunç’un 2019 Ağustos’unda Ürün Yayınları tarafından yayımlanmış 361 sayfalık romanıdır.

Güven Tunç romanını “Derelerin ve Kadınların Onuruna” adamış, ben de onur duydum onun bu davranışı ve bu romanından. Okuma boyunca acılara tutunmuş, acılara ve yaşama direnen saygın kadınların tedirginliğini yaşadım. Sularından içtiğim, akışını izlediğim derelerin, nehirlerin coşkusunu gördüm. Bu coşkun ırmakların, kadınların yaşadığı, dolandığı coğrafyadaki tedirginliklerini yaşadım.

Romanın geçtiği kurgusal coğrafyada yaşananları bu kadar naif, bu kadar zarif işleyen Güven Tunç’u içtenlikle kutluyorum. Konuyu, yaşananları şarkılarla, türkülerle besleyen, ören yazar; ne denli iç içe girdiğimizi, hiç kimseyi kırmadan, ayırmadan, ötekileştirmeden, ajite etmeden işlemiş. Aynı duyguları paylaşmanın hüznü ile romanı ağır ağır, her elime alışta biraz daha geriye giderek okudum; hiç bitmesin istedim. Ve bitmedi, içimde devam ediyor.

Derelerin şırıltısını içimde duyarak, hissederek okuduğum “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı”; şarkıların, türkülerin o ince duygularıyla örülmüş. Okudukça, içine girdikçe insanı kendine çekiyor; alıp götürüyor.

Öyle bir bütünleşmiş, öyle bir iç içe girmiş ki her şey; hiçbir önemi kalmıyor o kimdi, bu kimdi… İsimlerimiz Müjgan’ı, Meftune’si, Adran’ı, Tamar bacısı, Enne Hatun’u, Leon amca, Sara, Elmas, Meryem’den Maro, Sara’dan Selvinaz, Samuel’den Samo, Rabia, Pambuk anlatmak istediğim duyguyu ne güzel yansıtıyor!

Romanı okurken şarkılar / türküler beni şiirlere yönlendirdi. Sık sık Ahmet Kutsi Tecer’in “Orda bir köy var uzakta/ O köy bizim köyümüzdür” dizeleriyle Cahit Külebi’nin “Benim doğduğum köyleri / Akşamları eşkıyalar basardı” dizeleri dilime dolandı durdu. Elbette bu çağrışımlarda Güven Tunç’un şiirsel betimlemeleri başroldeydi. İşte bir bölümü okurken dillenen bir şiirden dizeler:

Yüce dağların doruğundan,
Yamaçlardaki kaynaklardan
Göllerden
Püfür püfür esen rüzgâr
Eteklerindeki çiçeklerden aldığı
Temiz ve güzel havayı
Sırtlayıp ovaya taşımaktaydı
Mis gibi bir akşamüstüydü
Öyle bir buğu çökmüştü ki toprağın üstüne
Koca ova parlıyordu sanki
Üzerine altın tozu dökülmüşçesine
Giden güneşe nispet yapar gibi
Alları moruna karışarak

Desem de inanmayın. Romanı okuyanlar fark edecektir, bu şiir kimsenin değil, zaten şiir değil; bir bölümün girişi. Güven Tunç’un kaleminden çıkan şiirsel betimlemeleri alt alta yazınca böyle oldu. Oysa Güven Tunç şöyle yazmıştı:

“Püfür püfür esen rüzgâr, yüce dağların doruklarındaki göllerden, yamaçlarındaki kaynaklardan, eteklerindeki çiçeklerden aldığı tüm temiz ve güzel havayı sırtlayıp ovaya taşımaktaydı. Mis gibi bir akşamüstüydü. Öyle bir buğu çökmüştü ki toprağın üstüne, kocaman ova sanki altın tozu dökülmüş gibi parlıyor, alları moruna karışarak giden güneşe nispet yapıyordu.”

Haksız mıyım? İçimden gidiyorum, hem de nerelere “…söylenmemişi söylenmiş kılan türküler…”le başlıyoruz kitaba ve içindeki yaşama. “…öyle bir aşamaya gelinmişti ki herkes sadece insandı ve herkes yoğun duygular içinde tınılara karışıp o tınılarla hemhal olup gidiyordu…” diye devam ediyoruz, anlatımın güzelliği karşısında döne döne karışıyorum halaya, hayallere. “…ince akan bir dere gibi sıralanmış gençler… halay başının ciddiyetiyle küçücük salonu çemberleye dursunlar; “…ve ateş parçası kızlar, bıçkın oğlanlarla dar alanda uzun halaylara kapılıp kapılıp gittiler… böyle zarif bir anlatımla yerinde duramayıp siz de katılıyorsunuz bu ciddi coşkuya…

Birçok yerde böyle alıp götürüyor insanı. “Güneş, en derin köşesine kadar ışığa boğarak seriyordu kendisini tüm yöreye”, “sanki o göl sularının üstünü süt buğusu kaplamış. Sanki sular kaymaklanmış” gibi benzer örnekleri sıralayabilirim. Ama o zevki biraz da okura bırakayım.

Yine bir başka örnek: “… Hayat artık kocaman bir iç sıkıntısı. Bir yenilmişliğin bir kırıklığın acısıydı. Bir görevler silsilesi, bir yapılacaklar listesiydi.” Müjgan’ın bu değerlendirmesinde günümüz yaşamına da güzel bir gönderme var. Nasıl sıradanlaştık böyle?

“Çocuklarla birlikte kendi çocukluğunun sesini duyuyordu.”Bu da Adran’ı çocukluğunun acılarıyla yüzleştiriyor, “Büyük kötülük uyandı, cehennem ateşi harlandı…” Çektiklerini anımsayarak nenelerini, dedelerini korumayan Tanrı’ya sitem edip bari çocukları koru diyor. Ya Müjgan? O da amcasının korkuları dışında “Yaşamadığı bir geçmişle karşılaşmaktan korkuyordu, eskilerin peşine düşmekten korkuyordu.”. Eğer düşerse yeni hayattan iyice kopacağını düşünüyordu. Yine de kendisini alamıyor, arıyor ama bulamıyordu. Gürül gürül akan sular yoktu artık, HES’ler alıp götürmüştü onları. “Sesi kesilmiş, gücü zincirlenmiş, kıstırılmıştı…İçi ezildi.”, bu durumu kendisine benzetti. Bir de “olur da bağlanırım”korkusu yaşıyordu Müjgan, bence bağları hiç kopmamıştı ki!

“…Ankara benden gideli çok oldu. Şimdi bende ondan gidiyorum…” bu anlatım beni aldı götürdü. Aynı duyguları paylaşmak bu olsa gerek. “Gittiğin Gün, dündü / Bugün, bir yıl olmuş” Facebook paylaşımımda “ANKARA’DAN GİDEBİLMEK” adlı şiirimde: “Ankara’dan gidebilmek / Gidemedik / Gidemedim…” diye başlamıştım. Yazarın anlatımından anladım ki; Ankara benden gideli çok olmuş.

Ardımızdan gelen çocukluk şehirlerimizden” diye imzaladığı kitabında yazar günümüzden geçmişin peşimizi hiçbir zaman bırakmayan eski yaşamlarında dolaştırıyor. Öyle ki:

“…Çocukları, kadınları, işçileri sevmeyen bir çağa denk geldi ömrümüz…”

“…Bir aşklık ömrün vardı. Ömrümü tükettim…”

“…Herkes kendi içinde kendi hasretinin kuyusuna gömüldü…”

“…bir nabız gibi atıyordu bedenleri…”

“…Onurlu bir ihtilalcinin cesareti ve çocuksu bir saflığın inancı ile tarih sahnesine çıkacak olmanın ateşi dolanıyordu damarlarında…” betimlemeleriyle de bundan daha fazlasını da başardığını görüyoruz ve birlikte yaşıyoruz.

“…Bu şeher, o şeher olamaz Maro’m. Şimdi şeher dedikleri kocaman bir yangın yeri olmuş… O koca şeher yanmış bitmiş, kül olmuş… Nerde kalmış o git git bitmeyen çarşı? O dükkânlar? O sesler? O telaş? Suları, çeşmeleri kurumuş ki insanları, insanları niye kurumasın?
Yüzündeki dehşet Maro’nun içini acıtıyordu…

Daha nasıl anlatayım, aldığım tümcelerle roman zaten kendini anlatıyor.

Daha fazlasını okuyunca yaşayacaksınız.

“İstanbul’la Oynuyorum” şiirimin son dizesiyle bitiriyorum bu bölümü:

“…İçim kanar, yüreğim yanar
Bir güvercin uçar gider yanı başımdan.”

Ve Fırat koyuyor noktayı: “…Dünyadaki her yer, her insan, her kadın, her çocuk, her çay, her dere, her canlı kötülüğün doğrudan hedefinde artık.”

Türkülerimiz ve şarkılarımızın derleyeni / yöresi / şairi / ozanı ile ilgili bilgileri ayrıntılı biçimde yer alıyor romanın sonunda. Ancak özellikle belirtmek isterim ki her yörede farklı isimlerle anılan objeler, yemekler vb. de var romanda. Bunlarla ilgili bir sözlük de yer alabilirdi kitabın sonunda. Biraz çokça kullanılması çok güzel açıklanmıştı. Adran’ın annesinden, babasından öğrendiği her sözcüğü kullanmaya devam ederek onlardan hiç ayrılmamış, yaşam kaynağından koparılmamış olması güzel bir olgu ama kurgusal” coğrafyanın dilindeki özellikli sözcükleri herkes bilemeyebilir; yaşaması için ufak bir sözlük gerekirdi diye düşünüyorum.

Bir başka konu da “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı” içerisinde birkaç kuşaktan geçtik. Her kuşakta çok isim vardı, yukarıda bir başka nedenle andığım isimleri bir “soyağacı” üzerinde görebilseydik daha rahat çözümleyebilirdik. O zaman bir gerçekçi hava çıksa da altına “kurgusal” olduğu bilgisi eklenebilir. Yazarın kendisi için böyle bir soyağacı yaptığı ve bundan yararlandığını da düşünmekteyim.

Bahsettiğim bu iki konunun örnekleri de var edebiyatımızda. Anı ve tanıklık içeren kitaplarda sözlükler bulunmakta, aileler fotoğraflarla gösterilmektedir. Oya Baydar’ın “Yolun Sonundaki Ev” adlı eserinde örneğin; evde yaşayanlar kat kat, daire daire listelenmiş; okur istediği zaman bu kimdi diye dönüp bakabilme lüksüne sahip oluyor. Gerçi Ververan’da kişileri buldukça mutlu olmakta ayrı bir keyif veriyor ve sürpriz oluyordu, ama böyle bir soyağacının bulunması okura kolaylık olurdu.

Kaptırdım gidiyorum ben de Müjgan gibi. “Çocukluğuna gitmiş bir türlü dönemiyordu.”, ben de dönemiyorum Güven Tunç’un “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı”sından. Hayal’in umudu doğurdu bence, umudu da yaşatacağız.

Eline, yüreğine sağlık diyorum Güven Tunç’a.

Ve tabii Cahit Irgat’la bitiriyorum.

Korkuyorum

Her yerde aynı hava, aynı koku, aynı dert
Korkuyorum.
Sen de kaçma bu şehirden
Yalnız bırakma beni,
Gökler bile değişiyor lahzada.tşo8
Ardından geliyor bak
Güneşiyle, bulutuyla gökyüzü
Bütün şehir, bütün deniz, yeryüzü.
Sen de kaçma bu şehirden
Yalnız bırakma beni,
Ben fakir bir sahilin
Kahır yüklü çocuğu,
Korkuyorum.

Ali Erkan Güneri

(*) VERVERAN’DA BİR HÜZZAM ŞARKI – GÜVEN TUNÇ – Ürün Yayınları- 2019 Ağustos-361 Sayfa

Siz de fikrinizi söyleyin!