Deneme,  Edebiyat,  Kitaplar,  Toplum

Konağın Alfabesi – Elena Gavuraki

Bugünlerde elime hep masalsı, destansı kitaplar geçiyor. Yakın zamanda değerli dostum Aydın Şimşek‘le sohbet ederken bir romandan övgüyle söz etti ve okumam gerektiğini söyledi. Yine bir gece vakti başladığım 304 sayfalık romanı neredeyse elimden bırakmadan iki günde okuyup bitirdim. Hatta son elli sayfasını sindirebilmek için daha da yavaş okuyarak.

Dönem romanı demek mümkün, 1800’lü yılların Dersaadet’ini, Konstantiniyye’sini, İstanbul’unu bir konağın ağzından anlatıyor. Ben de başladığımda şaşırmıştım, anlatıcı bir konak! En yakın arkadaşı da bahçesindeki “Lakırdı” adındaki kuyu. Adından da anlaşılacağı üzere biraz konuşkan, belki de dedikoducu… Lakırdı, sular aracılığıyla her şeyden, bütün olan bitenden haberdar ve elbette bunları en yakın dostu konakla paylaşıyor.

Dönemle birlikte gelenekler, görenekler de bütün canlılığıyla anlatılmış. Roman İstanbul’da, Heybeliada’da geçiyor. Elbette 1800’lü yılların çok renkli kültürü, kişileri, yaşam biçimi dönemin olmazsa olmazı ve yerinde, tadında aktarılmış. Örneğin iki Müslüman genç aralarında konuşurlarken azizlerden söz açıldığında biri, “Sen Hristiyan değilsin ki!” sözüne karşılık diğeri şöyle diyor:

“Bunun ne önemi var? Bizim adada özellikle hiç yok… Buralar için bilmeniz gereken tek şey, kimse kimsenin dinine bakmaz. Kimse kimsenin ne olduğunu sorgulamaz. Tüm insanlara değer verilir, herkesin kutsalına saygı duyulur. O azizler de hepimizi korur…”

Cansız anlatıcının dışındaki kahramanlarsa oldukça kanlı canlı… Her sınıftan insanı kendi çevresi ve özellikleriyle birlikte okuyucuya aktarması çok değerli… Aslında anlatıcıya da “cansız” demek haksızlık olur. Anlatımları, verdiği mesajlar değme ana kahramanlara taş çıkartacak denli ustaca. Belli ki yazar düşüncelerini aktarmak için bir kahraman yerine hepsini birden gören yaşayan bir konağı seçmiş. Bu işi de çok da güzel yapmış. Yerine göre konak tam bir bilge, zaman zaman öyle sözler ediyor ki içimden gidip o konağı görmek hatta bir “Merhaba” demek geldi.

“Duvarlarımın içinde solgun enerjiler hâkim oluyordu, mevsim yazdı ama kış renksizliği yaşanıyordu.”

“Ayrıştırmak yeni doğmuşların değil kirlenmiş büyüklerin işidir.”

“Yeni senenin ilk sürprizini doğa yaptı yılbaşında. Sokak kapısının önüne bırakılan narlar üstüne basılıp etrafı ala boyamadan Dersaadet akla kaplandı.”

İstanbul denince hele de kahramanlardan biri saray katında görevliyse yani hali vakti yerindeyse mutfağından söz etmemesi eksiklik olurdu. Yazar yani konak da hakkını vermiş, önce yemek mekânını çok güzel anlatmış, sonra da sofraların güzelliklerini:

“Sofra deyip geçmemek lazım mide ile beraber kalpler de doyar. Sevgi dolu bir bakış, ufak bir tebessüm, bazen masum bir kahkaha sadece bedeni değil ruhu da besler. İstek oldu mu zeytin, peynir, zuladaki çirozlar, tavanda asılı pastırmadan birkaç dilim, dizilmiş turşular, tuzlanmış sardalye… Değerini bilsek de konuştursak şu bize ait olan mutfağın marifetini. Şu İstanbul denen mutfağın gerçeğini, o zamanlarda pişen doyumlukların güzelliklerini…”

Elena Gavuraki, sınıfsal ve toplumsal sorunları da romanına ustaca yansıtmış, cinsiyet eşitsizliğine de başkaldırmış. “Ört’ derler! Kızlar da göğüslerini, benim pencereme takılan demir parmaklıklara benzeyen sütyenlerin arkasında hapsederdi. Yüzlerini hava almayı engelleyen peçelerle örterlerdi. Üremesine neden olan aybaşını bile saklaması istenirdi… Doğum yapmasına neden olan dişiliği, bebeği dünyaya geldikten sonra yok olmuşçasına ortadan kaybolmuş gibi davranması üstlendiği rollerden biriydi. Validelik ile kadınlığın, biz taş yığınları aynı şey olduğunu bilsek de, insan kafalarında çoğunlukla aynı kefelere konuluyordu” örneği dinsel ve toplumsal yargıların kadın üzerindeki baskısını anlatmıyor mu?

Savaşların kahramanlık olmaktan öte acı olduğunu aktarmayı ihmal etmemiş. “Savaş sadece yaşandığında, okuldaki kitaplarda yazıldığı gibi fetih ve güçten ibaret olmadığı anlaşılır. Ruhsuzca telaffuz edilen bir sayıdan, elde edilen ganimetten, kazanmak ya da kaybetmekten ibaret değildir. Savaş demek, acı demek, ölen gencecik evlatlar, uzuvlarını kaybeden insanlar, rahimlerine ateş düşen analar, tecavüz edilen kadınlar, köle pazarlarında satılan esirler, eziyet çeken çocuklar, açlık ve sefalet demektir…”

Özellikle de çok eşlilik üzerine yaptığı vurgulamalar, o dönemin normali olarak görülse de en çarpıcı ve acı veren yanlarını ortaya koyarak romanın akışını, özellikle sonuç bölümünü bu konu üzerine yoğunlaştırmış diyebiliriz. Yine de son sayfalarda okuyucunun anladığı ve okumayı da beklediği bir gerçeği yine dönemin kurallarına uygun olarak kadının kabullenişi ile kapatması içimizi burksa da “O devirde başka türlüsü de olamaz her halde” dedirtiyor.

Başta yazmadım, bu kitap yazarımızın ilk romanı… Altı ay içinde iki baskı yapmış. Diğer baskılara ve yeni romanlara diyerek yazar Elena Gavuraki‘yi kutluyorum.

M Osman Akbaşak

Siz de fikrinizi söyleyin!