Biyografi,  Edebiyat,  Şiir,  Toplum

Nazım Hikmet (1)

(Daha önceki yıllarda Nazım Hikmet’le ilgili yapılan konuşmalardan biri.)

Merhaba kardeşlerim!

Yaşar Kemal der ki bazı insanlar mecbur insanlardır. İnsanlığa mecburdurlar… O mecbur insanlardan biridir Nazım… Tıpkı Pir Sultan gibi, Che Guvera gibi, Denizler gibi…

Nazım’ın ifadesiyle:

“Dostların arasındayız / Güneşin sofrasındayız”

Sizlerin huzurunda Nazım üzerine konuşmak zor. Kaldı ki onun, çileli cezaevi ve sürgün hayatını, bıraktığı külliyatı ve sosyalizm uğruna verdiği mücadeleyi benden daha iyi biliyorsunuz. Ustanın pek çok şiiri de eminim ki hafızalarınızdadır. Bu yüzden, Nazım’la yeniden tanışmak başlıklı konuşmam, onun üzerine kronolojik veya ansiklopedik bilgi vermek şeklinde olmayacak. Birkaç değininin dışında anlatmak istediğim hayat hikâyesi de değil…

Olabilirse, dilde yarattığı tufanla, Türk şiirinde geleneği alt üst eden ve yeniyi kuran çok katmanlı şiiriyle, arka çıkılmamış düşüncelere arka çıkan; bilinir olmayanı bilinir hale; görünür olmayanı görünür hale getiren ve öte gerçekleri uyandıran Nazım’ı, edebiyatımızda, bugün de sürdürmeye devam ettiğimiz demokrasi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinde nereye koyacağımız, onu pratiğimize nasıl katacağımız, nasıl anlayacağımız ve ne şekilde başucu yapacağımız hakkında bir düşünce paylaşımı olacak… Biliyorsunuz, her buluşma, yeni bir tanışmadır. Yine olabilirse Nazım’la bu konuşma aracılığıyla yeniden tanışacağız…

“Sevgilim / Bu ayak sesleri bu katliamda /Hürriyetimi, ekmeğimi ve seni kaybettiğim oldu / Fakat açlığın ve çığlıkların içinden / Güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan / Gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman”
Dizeler onun. Konuşmam boyunca da yer vereceğim ustanın dizelerine…

Yükselen “alçak değerlerin” karşısında bizlere boyun eğmemeyi salık veren, popüler kültürün reyting yaptığı bir ortamda bizleri kararlı duruşa çağıran, şiirleriyle ve şiirinin içinde erittiği dünya görüşüyle bizleri umutlu ve iyimser kılan Nazım Türk Şiirinde koca bir dağ. Şiirimizi etkilemeye de devam ediyor. Aşkın, edebiyatın ve sanatın incelttiği bir dünya düşüyle tanışmamıza katkısını asla yadsıyamayacağımız Usta’yı özlemle anıyor, sizleri saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Nazım, hayatının 12 yılını hapislerde, 13 yılını sürgünde geçirdi. Çok uzun bir süre yadırganıp, yasaklandı ülkemizde. Oldukça zor koşullarda üretmesi bir yana, yaşamı boyunca ve yasaklı olduğu süre içinde tek bir eserinin kendi dilinde yayınlanmasına izin verilmedi. Yani hep uzak tutmaya çalıştılar onu bizlerden.

“Eserlerim 30-40 dile çevrilir / Türkiye’mde Türkçemle yasak…”

Nazım, daha iyi şartlarda ve kişisel olarak hiçbir sorununun olmayacağı bir hayat yaşayabilecekken, hayatı pahasına halkının yanında yer almış, kendisini ileri bir insanlığa ve gelecek güzel günlere adamış bir şairdir. Hasan beyin vurdurduğu Irgat Osman’ın ve kırkı çıkmadan tarlada çocuklayıp ölen Ayşe’nin kimsesidir o… En geniş anlamıyla Nazım insanlığın oğludur. Ve ileri bir insanlık için mücadele etmeye yazgılı bir hayattır onun hayatı.

Nazım daha işin başındadır. Gençtir, yakışıklıdır. Bildiğiniz gibi paşa torunudur da… İstediği takdirde elde edemeyeceği hiçbir şey yoktur. Para mı dersiniz, milletvekilliği mi dersiniz… Her şey nerdeyse elinin altında… O, parti üyesi bir şair olmayı seçmek ister. Derler ki; “Ama sağlığın bozulur, işkence görürsün”… Düşünür, “kabul” der. “Cezaevi, sürgün…” Yine “kabul” der. “Kör olursun” diye üstüne giderler… Azcık duraksar… Ve der ki: “Ben bu topraklardaki adaletsizlikleri bu gözlerimle gördüm, bu topraklar üstünde yaşayan insanlar için gördüğüm düşü de onların gözlerine bakarak anlatmak istiyorum.” Neyse, kör olmayı da kabul der.

Gördüğü bir rüyayı anlatır onlara Nazım! Rüya şu: Geniş bir avlu vardır. Avlunun etrafında avluyu gören ve avluyu açılan odalar vardır. O odaların birinde bir yatalak adam… Tanrı o adamı belli şeyler için yetenekli kılmıştır. Örneğin o geniş avludaki insanlar için iyi dilekler dilediğinde, bu dilekler kabul edilecek. Kötü bir dilek dilese de kabul edilecek… Ama iyi veya kötü dileklerden birini kendisi için dilediğinde bu yeteneği elinden alınmış olacak. Der ki, “O odalardan birinde yatan o yatalak adam benim işte.” TKP üyeliği böyle başlar Nazım’ın… Evet Nazım, hayatı pahasına insanlar için iyi şeyler dileyerek ve dilediği şeyler için mücadele ederek yaşamış bir büyük şairdir.

“insanlar için ölebileceksin / hem de yüzünü görmediğin insanlar için / hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken / en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde….”

Eğer Nazım’ın şairliği üzerine konuşacaksak, öncelikle bir konuya açıklık getirmek gerek: Zaman zaman kamuoyunda Nazım’la Necip Fazıl’ın kıyaslaması yapılır. Bu oldukça saçma bir şey. Nazım’ın Türk ve dünya şiirinde ve kendi dönemi içindeki yeri belli… O, bir dünya şairi… Necip Fazıl’ın şairliğine de kimse bir şey söylemiyor. Üstelik bu kıyaslamanın Nazım’dan koparacağı hiçbir şey yok. Ancak Türkçenin, Ahmed Arif, Ahmet Uysal , Atilla İlhan, Cemal Süreyya, Ece Ayhan, Kemal Özer, Ruşen Hakkı diye bir başlayıp devam ettiğimde saymakta zorlanabileceğim pek çok şairinin görmezden gelinmesine ve o şairlere haksızlık yapılmasına yol açar ki bu da asla kabul edilir bir şey değil.

Bir şiirin öncelikle şiir olması gerekir. Tamam! Fakat bir şairin şiirlerinin toplamı daha güzel, daha yaşanası bir dünyayı çağrıştırmıyorsa, o şairin şiirlerinin toplamı, bir eksiler ya da eksikler toplamından başka bir şey değildir.

Bu anlamda Nazım, şiirimizde hem geçmişin bilgisi, hem şimdinin bilgisi, hem de gelecek bilgisidir. Dünyanın en büyük şairlerinden biri olduğu kabul edilen Pablo Neruda’ya, “Eğer dünyanın en büyük 10 şairinden bir antoloji yapacak olsanız Nazım’ı böyle bir antolojiye alır mısınız”, diye sorarlar… Nazım’ın şiirinin sağlam bir içeriğe, sağlam bir biçime ve derinlikli bir bilince oturduğunu bilen, Türkçenin olanaklarıyla dünyanın en güzel şiirlerini yazdığına inanan Pablo Neruda, hiç tereddütsüz: “Eğer bir antoloji yapacak olsam ve bu antoloji yalnızca bir kişilik olacaksa, böyle bir antolojiye yalnızca Nazım’ı alırım” diye karşılık verir.

Nazım söylediklerini şiiriyle söyledi. Onun dünya görüşünü, insana bakışını şiirlerinden öğrendik. Dolayısıyla şiirleri aynı zamanda onun siyasi kimliği ve dünya görüşüdür. O, düşlerinin ve yüreğinin dağlarından topladığı çiçekleri şiire dönüştürüp bizlere sundu. Bütün bir insanlığa… O böylece bu toprakların soyundan olmakla beraber bütün bir insanlığın şairi oldu. Yeryüzülü en iyi hemşerimiz oldu o bizim.

“Bulut mu olsam / gemi mi yoksa / Balık mı olsam / yosun mu yoksa / Ne o , ne o, ne o / Deniz olunmalı, oğlum / Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.”

İyi ki Nazım sıcaklığıyla, şiir sıcaklığıyla bir aradayız… Teşekkürler Nazım! “Teşekkürler türkülerle yaktığın ateş için…” Karşılıklı iyimseriz. Bakın düşlerimizden kopmamışız. Aşka ve özgürlüğe dair, dilimizdeki sözcükler… Her şeye rağmen içimiz hala çiçekte… Dünyayı kasıp kavuran, kan gölüne çeviren, insanı insan olmaktan çıkaran, onu kendisine yabancılaştıran ve doğayı mahfeden sistemin karşısında itaatsizliğimiz sürüyor hâlâ… Ve sürecek de… Muhalif duruşumuzun içinde nasıl bir dünya istediğimiz var. Tartışıyoruz da bunu. Ve üstelik gelecek güneşli güzel günlere bugün Nazım’dan daha yakınız.

Eğer kitaba, edebiyata ve sanata yönelebilirse, silahların arkasına sığınmış cesaretinden ve sürmekte olan ilkel iletişimlerinden kurtulup barış ve aşk yüzlü bir dünya kurabilir insanlık. Yeryüzü her düşünceden, her kültürden ve her renkten bir çiçek tarlasına dönüşebilir. Nazım’ın âşık olduğu, özlemini çektiği, uğruna hapislerde ve sürgünlerde çürüdüğü dünya işte böyle bir dünyadır.

Böyle bir dünya mümkün! Ama böyle bir dünya istemek öncelikle bir bilinç işi… Bir birikim işi… Ve en çok da vicdan işi… Böyle bir dünya için ellimizi uzatsak, sanki dalda elma, koparıp alabiliriz, fakat şimdilik kollarımız yetişmiyor.

Nazım’ı böyle bir dünyaya inandığımız için anıyoruz. Böyle bir hayata âşık olduğumuz için… Düşlerimizden kopmadığımız için… Ve bir akarsu gibi iyimser olduğumuz için…

“Yaşamak ne güzel şey Taranta Babu / yaşamak ne güzel şey… / Anlayarak bir usta kitap gibi / bir sevda şarkısı gibi duyup / bir çocuk gibi şaşarak yaşamak… /
Yaşamak / birer birer / ve hep beraber / ipekli bir kumaş dokur gibi… / Hep bir ağızdan / sevinçli bir destan okur gibi yaşamak… / Yaşamak / ne acayip iştir ki / bu ne mene gidiştir ki Taranta Babu / bugün bu / bu inanılmayacak kadar güzel / bu anlatılmayacak kadar güzel şey / böyle zor / bu kadar dar / böyle kanlı / bu denli kepaze”

Nazım’ın adil, demokratik, yaşanası bir ülke ve ileri bir insanlık düşü bu gün de insanlığın ortak düşü olmaya devam ediyor. “Gündüzlerinde sömürülmeyen ve gecelerinde aç yatılmayan bir dünyayı” çağıran, onun için sokağa çıkan bir şiirdir Nazım’ın şiiri.

Şiirimizde; Karacaoğlan, Yunus, Pir Sultan ve Dadaloğlu damarına sağlam bir halka olarak eklenen Nazımbu toprakların ortak bilincinden damıttığı imgelerle, içine bırakıldığımız zamandan başka bir zamana gitme arzusudur. Ve bugün artık o, bizler için, içinde bulunduğumuz ruhsal yoksulluğumuzu giderecek bir ütopyadır.

“sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin / hürriyet sözcüğünün resmini… ama yalansızının”

Onun şiiri, felsefenin özünden doğan, onunla yoğrulan, verili gerçeği sorgulayan ve dünyayı bütünlüğü içinde kavrayıp dönüştürmeyi temel alan bir şiirdir. Gelecek güzel günlerin şiiridir. Böyle bir dünya için verilen kavganın şiiri…

Nazım’ı anlamaya çalışmak, sosyalizmin bir dönemini geri çağırmak değil kuşkusuz. Onu güncel konularımızın işbirlikçisi haline getirmek, kendi farklılıklarımızın hikâyelerine yardım ve yataklık ettirmek hiç değil.
Çoğumuzu politik kimliğimiz kadar etkileyen, propaganda ve ajitasyonumuzda, cezaevlerinde, direnişlerde, moral günlerimizde hep yanımızda olan Nazım, aynı zamanda dünyadaki bütün muhaliflerin de şairidir. Nazım, kısaca tek kişilik bir devrimdir. Yaşadığı 20. asırla övünen Nazım; cezaevlerinde, sürgünlerde, hayatının her alanında vicdandan bir kaledir adeta.

“ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya / ona sorsanız: lafı edilmez, mikroskobik bir zaman / bana sorsanız, on senesi ömrümün / bir kurşun kalemim vardı ben içeri düştüğüm sene / bir haftada yaza yaza tükeniverdi / ona sorsanız, bütün bir hayat / bana sorsanız, adam sen de, bir iki hafta”

Bir şeyin altını çizmeden geçemeyeceğim: Bir dönemin sosyalizm kavrayışından ötürü Nazım’ın şiirinden estetik haz almak yerine çoğu kez ondan program ve propaganda malzemesi olarak yararlanıldı ne yazık ki… Ve adeta onun şiirleri birer ajitasyon ve propaganda metnine indirgendi. Bu özellikte olmadığı için Nazım’ın şiirinin doruğu sayılabilecek “Saman Sarısı” ve “Severmişim Meğer” gibi şiirleri ve yine bu özellikte olmayan Türkçenin diğer şairleri özel meraklıların dışında pek fazla ilgi görmedi. Yani biraz da Nazım’ı yanlış sevmiştik. O yüzden, bu ve bundan sonraki Nazım anmalarının geçmişimizle yüzleşmek için de bir vesile olması gerektiğini düşünüyorum. Yani şiiri devrimden sonraya bırakmayalım demeye getiriyorum.

“Üstümüze yazdıklarımın hepsi yalan / onlar olan değil olmasını istediklerimdi aramızda / onlar ulaşılmaz dallarında duran hasretimdi / onlar susuzluğumdu düşlerimin kuyusundan çekilmiş / ışığa çizdiğim resimlerdi onlar…”

Türkçenin, aşkın, barış için kavganın ve gelecek güzel günlerin büyük şairi yeryüzülü hemşerimiz Nazım, bizler için düş bilgisi ve gelecek bilgisi demektir aynı zamanda. Onun Kurtuluş Savaşı Destanı’nı doğru kavrayabilmek bile tek başına bu coğrafyada geçmişin ve şimdinin bilgisini edinmemize ve insanımızı doğru tanımamıza yardım eder. Yine onun Şeyh Bedrettin Destanı, şimdiye kadar pek de bilinmeyen bir tarihle yüzleştirir bizleri. Ve yine Aydın Ortaklar’da, Nazım’ın “yârın yanağından gayri” diye ifadelendirdiği, bir zamanlar birlikte üretilen, kardeşçe bölüşülen bir hayatın izlerine götürür bizi. Kuşkusuz oradan da mümkün bir hayata ve mümkün insan ilişkilerine, yani başka türlü bir dünya düşüne teyeller düşlerimizi. Salt bunlar bile geleceğe sağlam halkalar atmamız için kolaylıklar sağlar bizlere.

Başka bir şey daha söyleyeyim.

 Yazının Devamı İçin…  

Nazım Hikmet (2)

Siz de fikrinizi söyleyin!