Edebiyat,  Gundem Arşivi Klasikleri,  Kitaplar

İçilmemiş Çayın Hesabı

Mümtaz Temiz’in 12 Eylül sürecinde bizzat yaşadıklarını anlattığı anı -öykü diyebileceğimiz “İçilmemiş Çayın Hesabı” adlı kitabını okuyalı birkaç gün olduğu halde bir türlü etkisinden kurtulamıyorum. Annemin, “Allah kimseye dayanabileceği kadar dert vermesin, başıma gelenleri düşmanıma dahi göstermesin, insanoğlunun dayandığına manda gönü dayanamaz,” şeklindeki sözleri geliyor aklıma sık sık… Yüreğimin yandığını, duyarlıklarımın alev aldığını hissediyorum.

Prag’da bulunduğum bir sırada işkence aletlerinin sergilendiği bir müzeyi gezmek isteyip istemediğim sorulmuşu. İnsanlığın böylesi yeteneklerine yeniden tanık olmak istemiyorum diyerek reddetmiştim. İçilmemiş Çayın Hesabı’nı okumaya da belki bu nedenle cesaret edemedim bir süre. Sonra elimin altında bulunan Ömür Balcı’nın Ben Rodina, Dilek Değerli’nin Kozadan Karadeliğe, Oğuz Tümbaş’ın Dingin Sözler Avlusu, Bülent Güldal’ın Zambak Kapısı, Hakan Dilek’in Söz Bitti, Sami Ülker’in Aydınlığın Bedeli adlı şiir kitaplarından cesaret aldım. O kitaplardaki sevdiğim şiirler, altını çizdiğim dizeler yardımıma koştu her boğulacak gibi olduğumda. Yani bir şiir ordusuyla çıktım korkumun karşısına.

Ben yazamadım 12 Eylül’de yaşadıklarımı… Mümtaz Temiz yazmış, yazabilmiş. Ağlaya ağlaya yazmış hem de. Sizler bu kitabı okurken hangi acılar yaşarsınız, nelerle yüzleşirsiniz, nelerden kaçarsınız, nasıl korunur, nasıl dayanırsınız onu bilemem. Bana öyle geliyor ki okumasanız da kendinizden bir eksik kalırsınız. Kitabın edebi ve estetik kaygılarla yazıldığını asla ileri sürmüyorum. Derdim bu değil. Nasıl anlatıldığından çok neyin anlatıldığının öne geçtiği bir duruma vurgu yapmak istiyorum. Görüntüye gelmesi gereken şeyle ilgiliyim bu kez. Kaldı ki bu kitapta acının estetiğini külçeler halinde bulabileceğinizden de eminim. Dile gelenlerin büyük, derin ve kapsamlı bir edebiyatın konusu olduğundan da…

Kitapta “konuşmasın; konuşmalarıyla, okuduğu şiirlerle kitleleri bir daha havalandırmasın” diye bayıltıldığı bir sırada boğazına kaynar su dökülerek sesi yok edilen Enver Karagöz’den de söz edilmiş… O yeryüzülü devrimciden, onun direncinden, Direnç Gülü’ne dönüşmesinden işkenceler karşısında… Şu an Enver Karagöz’ün yazılarımda sık sık yer verdiğim, “Rüyamda bir kitap dile geldi ve bana şöyle seslendi: Ben okundukça kitap sen okudukça insan olursun” sözüyle baş başayım. Huysuz, huzursuz ve mutluyum.

Bir şeyi unutmadan geçersem yanlış yaparım: İçilmemiş Çayın Hesabı, “Gelecek, beklenen bir şey değil, yapılan ve yaratılan bir şeydir” diyenlere sesleniyor daha çok. “Adil, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünyanın yaratılmasının bir bilgi, bir bilinç, bir birikim ve bir vicdan işi olduğunu” düşünenlere ve de… Belki de insan olmak için işe kendinden başlamak isteyen herkese. Kimsenin de geç kaldığı yok aslına bakılırsa. Kitap, yaşanan acıların üstüne çıkmayı ve bir ışığa dönüşmeyi başardığı için de böyle söylüyorum biraz. Acıttığı, dağladığı, yaktığı kadar yapıcı ve onarıcı olduğu için de.

Eğer 12 Eylül, bir sinema yapılacaksa işte senaryo. Bu kitap işte! İçilmemiş Çayın Hesabı! Bundan iyisini, sahicisini hiç de aramaya gerek yok bence. Kaldı ki kitap içindeki çoğu anı -öykü zaten başlı başına bir sinema konusu. Üstelik kurgusal bir gerçeklik değil bu kitap. Safi gerçeklik. Baştan aşağı, tepeden tırnağa… İnsan neden yapılırsa hepsi var içinde: Acı, sürgün, işkence, ölüm, korku, heyecan, sevinç, umut… Daha pek çok şey! Okuyunca bulacaksınız.

Öğretmen olduğu okulun 12 Eylül’le birlikte askeri kışla haline getirilmesi ve kendisine burada işkence yapılması başlarda dayanılmaz gibi gelmişse de Mümtaz Temiz’e, daha büyük acıların yolunun üstünde olduğunu sezivermiş bir süre sonra. Salt kendinsinin uğradığı haksızlıklar, hukuksuzluklar, iftiralar, suçlamalar, uğradığı işkenceler değil bunlar. Acıyı yüreğinde eriterek onu dirence, umuda, aydınlığa dönüştürmek ve tarihe not düşmek de diyebilirsiniz Öğretmen Mümtaz Temiz’in yaşadıklarına ve tanıklıklarına.

İçilmemiş Çayın Hesabı’nda anlatılan Çakçaka Sesi’ni özetlemeye kalkmam boş bir çaba olur. Ardahanlı Kara Zekerya Amca’nın çığlığa dönüşmüş sessizliğini duyuramam size bu mesafeden. Sesim zaten bed, Bozo’nun Hezal Hezal Türküsü’nü beceremem söylemeyi.“Vurulmuştu nefes nefes uyandı / Ölenlerden arta kalan tek candı” desem de size yabancı gelir. Tümay Durukan desem, “O da kim” diyeceksizin büyük bir olasılıkla… Küçük Şehirli’nin Mektubu var bir de. Küçük Şehirli Mümtaz Öğretmeninin öğrencisidir. Cezaevine mektup yollamayı başarmış 10-11 yaşlarında bir kız. O yaşta o mektubu yazabilecek öğrenci yetiştiren öğretmeni içeri atmasınlar da uyduruk 24 Kasım Öğretmenler Günü’nde başarı ödülü mü versinler Mümtaz Öğretmene? 12 Eylül mantığının doğrusu buydu çünkü. Mümtaz Öğretmen suçlu bence. Sakın acımayın ona! Çünkü çölü yeşertecek kuyunun yerini biliyor Mümtaz Öğretmen.

12 Eylül adil, demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü bir Türkiye özleminin ve bu anlamda verilen mücadelenin önünü kesme projesiydi bilindiği gibi. Toplumun topyekûn teslim alınmasını hedeflemişti… Düşünmesin diye insanlarımız, düş kurmasınlar diye; talana, yalana, soyguna, sömürüye karşı çıkacak güçleri kalmasın diye… Koruyamasınlar diye cumhuriyet değerlerini, demokratikleşme ülke gündeminden düşsün diye. Bugün toplumun en az bir yarısına çocuk tacizlerinin kötü bir şey olduğunu anlatmakta zorlanıyorsak, bu durumun 12 Eylül Projesiyle ilgisi olmadığını kim söyleyebilir?

İsterim ki gözbağıyla okuduğu okulun merdivenlerden gözü açıkmış gibi çıkan, bundan ötürü sen “Görüyor musun yoksa” diye azar işiten, bunun için tekme tokat yiyen Mümtaz Öğretmenin “Görmüyorum ama ben bu binayı ezbere biliyorum. Burada dört yıl okudum” yanıtını duyasınız siz de, kalbindeki yaşanası dünya özlemini ona nasıl ödettiklerini hissedesiniz.

Okumayı sevmeyenler için de İçilmemiş Çayın Hesabı yeni bir başlangıç olabilir bana kalırsa. Çünkü insan kendinden yeni kendine kitapsız ilerleyemez. Başlangıçlar iyidir her zaman.

Kitapta da okuyacağınız gibi Mümtaz Temiz tahliye olduğu sıralarda işkencecisiyle karşılaşır. Onu sesinden tanır. “Beni tanıdın mı” diye sorar. “Hayır” der işkencecisi. “Ben seni sesinden tanıdım da sen beni yüzümden tanıyamadın mı” diye çıkışır. Kitapta açıklamaz işkencecisinin kimliğini. Çocukları, anası, babası, komşuları mahcup olmasınlar diye. Zaten amansız acılarla aylarca cebelleştikten sonra geberip gitmiş. Kenan Evren de benzer bir şekilde öldü. İki yıldan fazla acılar içinde yaşadı, bir türlü can veremedi. Evet, evet! Ölümünden iki yıl önce öldüğü yolunda söylentilerin çıktığını sanırım anımsarsınız. Bu söylentiyi duyduğumda şu dizeleri yazmıştım:

Kenan Evren ölmüş diyorlar
Nisan bir şakası olmalı
Çünkü kolay kolay
Can veremez cellâtlar

Mümtaz Öğretmen, sana dair bir şey söylemeleye gerek var mı , bilmem ki? Öğretmenlik aşkının, ülkeyi ve insanları sevmenin, yaşanası bir dünya düşçüsü olmanın ödülü böyle verilir bizim ülkemizde. Bu, bugün bile böyledir. Can Baba gibi söylemek gerekirse, “Acıyorsam sana anam avradım olsun!”

(İçilmemiş Çayın Hesabı, Mümtaz Temiz, Yaşanmış Cezaevi Öyküleri, Pamiray Yayınları, Mart 2018, 184 Sayfa)

Hayrettin Geçkin

Siz de fikrinizi söyleyin!