Deneme,  Felsefe,  Gundem Arşivi Klasikleri,  Sosyoloji

Kültür, Tartışma ve Tartışma Kültürümüz Üzerine

Ülkemizde tartışma kültürünün yeterince gelişmiş olmadığı herkesin malumudur. Yarım yüzyıl önce büyüklerimin de, bugün bizim olduğumuz gibi bu tartışma kültürümüzün olmadığından şikâyetçi olduğunu hatırlıyorum. Demek ki bu konuda, eğer biz bugünün kuşakları olarak hala şikâyetçi oluyorsak bir arpa boyu yol almamışız demektir. Neden?

Hemen hepimiz bu durumu rahatsız edici bulur ve eleştiririz. Ama bunun neden olmadığı, çok arzulanan bir tartışma kültürünün neden oluşmadığı, nelerin yanlış yapıldığı konusunda da pek bir şey söylemiyoruz, bir tartışma ahlakının ve kültürünün oluşması için bir şey yapmıyoruz. Eş deyişle bu konuda bir problemimiz olduğunu herkes biliyor, ama problemin çözümü için kimse, problemin olduğunu belirtmenin dışında bir şey yapmıyor.

Göstermelik nezaketle, yani eleştirilmesi gerektiği düşünülmesine ve yeri ve zamanı uygun olmasına rağmen kırılmasın, üzülmesin diye nezaket veya diplomasi gereği bundan geri durmakla; ‘iki kitap okudu’ diye herkesin kendisini eleştiriden muaf olduğunu sanması ile tartışma kültürü yaratılamaz. Eleştiri bir tercih değil, iletişimsel eylem çerçevesinde her konuşma durumunun zorunlu bir koşuludur. Diğer taraftan birbirimizi bir nizamdan, yöntemden, üsluptan, bilgiye saygıdan yoksun sözde eleştiri ile de bir tartışma kültürü yaratılamaz.

Bir tartışma kültürü yaratmak için gerekli bilinç ve en azından temel bilgi bakımından bir yoksunluk yaşamıyor toplumumuz. Toplumumuzda her ne kadar eleştiri kavramı üzerine ciddi bir felsefi, sosyolojik, psikolojik, mitolojik ve başka birçok bakımdan ciddi yaygın araştırmaların yapılması gerekiyor olsa da; bu konuda toplumda gerekli ve yeterli temel veya ilkesel bilgi vardır denebilir. Ama bu mevcut bilgiye sadakat ve disiplinli uygulama konusunda gerekli tutarlılık gösterilmez toplumumuzda.

Toplumumuz, Cumhuriyetin kuruluşu ile başlayan modern sosyalleşme sürecinin henüz çok başındadır. Toplumumuz, sosyalleşmenin “toplumsal bireyleri” yarattığı bir toplum olmaktan çok uzak henüz. Jean-Jacques Rousseau’nun tabiriyle toplumumuz en fazla bir yığındır, toplum değil. Toplum, güçlerini birleştirebilmiş bireylerden oluşur. Toplumsallaşmasını tamamlamış toplumlarda bireyler, toplumun en az toplamının gücü kadar güçlü, yani özgür olur. Toplumsal bireyler yetiştiren toplumu toplum yapan, en başta bu özelliğidir.

Ama hepimizin hepimize yabancı olduğu bir toplumda yaşadığımız da bir gerçektir. Bu durumda insanların birbirleriyle dolayımsal ilişkilenmesi, yani herkesin kendi içinde diğerlerine kendisini inşa etmesine müsaade ettiği ilişkilerin oluşması mümkün değildir. Cumhuriyetin ilk 10 yolunda bu konuda yapılan büyük atılımların kesintiye uğramasıyla ve toplumsal inşanın en geç NATO üyeliği ile birlikte giderek tersine döndürülmesi ve 12 Eylül darbesiyle birlikte bir yıkım programına dönüşmesiyle son bulmuştur – ki bu yıkım programı hala tüm hızıyla sürmektedir.

Tartışma kültürü için gerekli temel bilgi mevcuttur diyordum. Bu bilgi bana öğretmenlerim tarafından daha ilkokulun birinci veya ikinci sınıfında öğretilmişti: “Bilmemek değil, sormamak ayıptır”. Bu cümle hala birçoğumuzun ortak hafızasını oluşturuyor. Ama bugün soranın, bırakalım ayıplanmamayı, eleştirenin cezalandırıldığı bir toplumda yaşıyoruz.

Thomas Jefferson, tanrının varlığını bile sorgulamalısınız, eğer tanrı var ise akıl sizi zaten ona götürecektir, der. Sorgulama söz konusu olduğunda tek kutsal olan, kişinin kişilik haklarıdır, yani etiktir -ki bunun ne olduğunu bilmek için onu bile sorgulamamız, tartışmamız gerekiyor. Kutsal yoktur. Tabu mümkün değildir. Düşünme eylemi özgürdür, sınırlama, tabu ve kutsal tanımaz. Her şey varlığını eleştirel aklın karşısında gerekçelendirmek zorundadır.

Bilmemek değil, sormamak ayıptır, cümlesinde ne saklıdır? Sokratesçi, tek bildiğim şey, bir şey bilmediğimdir, kavrayışı saklıdır bu bilgi ve anlam dolu tümcede. Ama toplumumuzda insanlar bilgileri geliştikçe daha çok kibirli, kendini bilmez insan örnekleri olup çıkıyorlar. Öyleyse, kısa ve öz olarak, ‘neyi yanlış yapıyoruz tartışırken?’ diye sormalıyız.

Tartışmak, gerçeğin ne olduğunu karşılıklı tartmak demektir. Tartışmak. Karşılıklı tartmak. Bu karşılıklı tartma eyleminde beraber, yani karşılıklı olarak neyi tartıyoruz? Bilginin gerçek olup olmadığını. Bilgi neyin bilgisidir; bilginin gerçeğe uygun olması ne demektir?

Tartışmak gerçeğin ne olduğuna dair diyalektik bir karşılıklı ortak ve birbirine karşı bir argüman kavgasıdır. Tartışmak gerçek uğruna zorlu felsefi bir kavgadır. Bu nedenle tartışmada beraber, sonunda ne yenenin ne de yenilenin, ne kazananın ne de kaybedenin olduğu, fakat beraber gerçeğin ortaya çıkarıldığı zor bir süreç işler. Tartışma sabır ve dayanma gücü, çelişkilere dayanma ve tüm karşıtlıklara rağmen gerçek uğruna dayanışma gücü gerektirir. Bu ancak ciddi bir felsefi öğrenim ile mümkündür.

Fakat ülkemizde tartışmada kimsenin bilmediğini sormaya cesaret edemediği, basit itibar kaygısına düştüğü ve işin sonunda gerçek arayışından çıkıp, karşı(t)lıklı bilgi gösterişine dönüştüğünü gözlemliyoruz. Gerçek arayışı, ülkemizde, kimin daha iyi manipüle ettiğini gösterme çabasıyla bitiyor genellikle. Tartışma kültürü, Kant’ı da 300. doğum yıldönümünde bir kez daha analım, gerçeği ve gerçeğin bilgisini aramaya cesaret edenlerin yaratabileceği ve içinde bilgi, güzellik ve gerçek uğruna cesaret ile dolu bir kültür olabilir ancak.

Doğan Göçmen

Siz de fikrinizi söyleyin!