Güncel - Aktüalite,  Tartışma,  Toplum

Almanya’da Yeni Yılı Karşılama Çılgınlığı…

Şimdi de eskisi kadar biliyorum.
Fakat daha derin, daha olgunlaşmış bir şekilde.
Yoksa öğrenmek ile bilmek aynı şey olurdu.

İbni Sina 

Her nedense beni çocukken Yahudilerin kötü insanlar olduğuna ikna edemediler. Toplumu toptan kuşatan, nefessiz bırakan, hatta kendisinden istifa etmiş birer basit nesne haline sokan dini öğretiye kendimi bir türlü teslim etmeyişime yalnızca şaşırabiliyorum şimdi. Kaldı ki Nazilerin, onları evlerinden toplayıp kamplara götürdüklerini, fırınlarda cayır cayır yaktıklarını o zamanlar öğrenmiş olsaydım tepkim her halde daha bir başka olurdu. Yahudilerin, iyiliğin ahirette değil, bu dünyada gerçekleştirilmesi gerektiğine inandıklarını, bu nedenle bu dünyanın fethine çıktıklarını, bir şeyleri sorgulamaya başladığım gençlik yıllarımın başında kutsal kitapları karıştırırken öğrendiğimi anımsıyorum.

Oysa, onların da “Hırvatlar gibi cahil, Levanten gibi açgözlü, Maltalı gibi nankör, Çingene gibi küstah, İngiliz gibi pis, Kalmuk gibi ikiyüzlü, Purusyalılı gibi buyurgan, Astili gibi dedikoducu ve aşırı şehvet yüzünden dizginlemeyen birer zâni olduklarını, zinaya düşkünlüklerinin nedeninin ereksiyonu kolaylaştıran sünnet olduğu” yönündeki gerçekliği Umberto Eco’nin Prag Mezarlığı’na varana kadar başka başka kitaplardan; destanlardan, hikâyelerden, romanlardan öğrenmek de mümkün. Keşke bir yolu olsa da herkes Andersen ya da Binbir Gece Masalları’na saklanmış insandaki iyiliği, kötülüğü, korkaklığı, bencilliği, canavarlığı, cahilliği, cesareti, sevecenliği ve daha bir yığın özelliği görebilse. Ve insan kendindeki özü de buna katıp, bu yolu takip ederek Marx’ın dediği gibi cehaletin, ayrıcalıklı sınıfın elinde ustaca kullandığı bir silaha dönüştüğünü kavrayabilse. Edebiyatın ve sanatın desteğiyle bilinç sıçramaları yaratabilse kendinde.

Yine Umberto Eco’nun sözünü ettiğim kitabında “Bir Fransız’ın herkesin vahşi olduğunu sanacak kadar abartılı bir şekilde kendini beğendiğini; tembel, dalavereci, kindar ve kıskanç olduğunu; bütün dünyanın Fransızca konuştuğunu zannetmesini, çıkarına gelse bile kendine benzer birini sevmediğini, kötü kalpli olduğunu, can sıkıntısını gidermek için can aldığını” söylemek kuşkusuz kaba ve kötü bir genelleme olabilir yalnızca. Ve yine “Bir İtalyan’ın yalancı, hain güvenilmez, kalleş, kılıçtansa hançerle kendini daha iyi hissettiğini, ilaç yerini zehri seçtiğini ya da rüzgâra göre bayrak değiştirme konusunda tutarlı olduğunu” söylemenin de Fransızlar için söylenenden bir farkı olmaz. Kitaba devam edersek “bir Alman için ne dediğini tam olarak bilmeyen, ne dediğindeki belirsizliği derinlikle karıştıran, kendini derin hissetme nedeninin dillerinin bulanıklığından kaynaklandığını ayrımsayamayan, aşırı tüketim yüzünden bayağılığının farkına varamayan, dolaysıyla aşırı tükettiği bira ve yuttuğu domuz sosisleri yüzünden sık sık mide fesadı geçiren, nefesi pis kokan” şeklinde ötekileştiren tanımlara girmek de yukarıdaki genellemelere benzer ve gerçekliğin çok büyük bir bölümünü dışarıda bırakır ne yazık ki. Yine bir genelleme daha yaparak; Türkleri güce tapan, celladının aşığı şeklinde tanımlayıp basit bir genellemenin içine soktuğunuzda nasıl Nazım’ı, Denizleri görmezden gelirseniz, aynı şekilde Alman işçi sınıfının direniş sembolü haline gelen kadın devrimci Rosa Lüxsemburg’u, Fransız sosyalist Jean Jaures’i ve farklı farklı özellikte dünyadaki binlerce, on binlerce, milyonlarca insanı da görmezden gelirsiniz. İşte bu olmaz.

Halkların kendine özgü ayırt edici yanlarının olduğunu kabul etmekle beraber inandığım şudur: Birisi bir başka halka ilişkin olumsuz şeyler söylerse bunun nedeni kendi halkını üstün görmesindendir. Fena bir yanılgıdır. İnsanı insanlıktan düşürecek bir yanılgıdır hem de. İnsanın insani özellikler taşıması, ya da kendisini insani erdemlere taşıyabilmesi için öncelikle kendini ırkçılığın ve dinin kötülüklerinden koruması gerekir diye düşünenlerdenim açıkça söylemek gerekirse. Kendimi keşfetmeme yardım eden kitapların, yazdığım şiirlerin, izlediğim filmlerin, karşısına geçtiğim tabloların, gezip gördüğüm yerlerin bana öğrettiği budur.

Komünistlerin; dinin, halkların afyonu olduğu görüşünü yaydıkları iddiası var bir de Umberto Eco’nun Prag Mezarlığı’nda . Doğrudur. “İster Hristiyan olsun, ister Müslüman olsun hiç fark etmez; kendi içinde kıyım yapmakla kalmayıp cepheye sürüldüklerinde ön safta ölmeye, bir kente girildiğinde kadınlara, kızlara tecavüz etmeye , ne var ne yok yağmalamaya uygun ordulara dönüşebilmeleri nasıl açıklanabilir! İnsanoğlu dinsel inanç söz konusu olmadan böyle büyük ve heyecanlı bir kötülüğü nasıl sergileyebilir?” Kafamı buna çok yordum. Dini tarikatın ileri gelenleri tarafından 6 yaşındaki çocuğa yılarca yapılan taciz ve tecavüze ses çıkarmayan, tarikatının yanında duran ve bu tarikatlar üstünden siyaset yapan ve iktidar olan partisine biat eden bir insanın bu düşmüş halini açıklamak için nasıl bir açıklama yapılabilir, öyle ya! Tarihte inanca dayanmayan, inanç yüzünden meydana gelmeyen savaşları, yangınları, katliamları araştırdım. Sanayi devrimiyle beraber bunlara eklemlenen milliyetçiliği de kattım buna. Sonuç mu? Özkan Mert’in Ben Savaşçı Değil Gül Yetiştiricisiyim şiirindeki

“Korkuyorum insanın vahşetinden
Savaşlardan, dinlerden” dizeleri kaldı elimde.

Almanya’dayım. Yukarıda yazıklarımı kendi bilinç koşullarımda ve kendi kafamda tartışırken yen yılı karşılamaya hazırlanıyor, her zaman yaptığım gibi kendi iç yolculuklarımın yanı sıra geçmişe ve geleceğe doğru yolculukların birini daha başlatıyorum saatler 24’ü gösterdiğinde.

Birden havi fişek sesleri. Balkona çıkıyorum. Göğe doğru akan ateşten ırmaklar. Hiçbir ressamın tuvaline düşüremeyeceği renk renk ışıklar. Gökyüzü kuşatma altında. Yıldızlar yuvalarına hapsedilmeden kuşatma bitecek gibi de gözükmüyor. Sokaklarda fazla gözükmeyen ve iletişimleri uzaktan uzağa “Hello” demekten ileri gitmeyen, birbirleri için kolay kolay herhangi bir fedakârlığa katlanmayan ve birbirleriyle dayanışmaya girmeyen Almanlar, saatler 24’ü gösterdiğinde çok önceden anlaşmış ve hazırlık yapmışlar gibi hararetli bir dayanışma içinde göğü ateşe verdiler. Yeryüzünden gökyüzüne doğru her yanı saran yangın. Yerden göğe doğru yağan ışık yağmurlarının çıkardığı ve insanı dehşete düşüren kör ve bulanık sesler… Almanlardan korktum… Onların Yahudileri diri diri yakabildikleri ruh hallerinden 70-80 yıl sonra bile arınmadıkları duygusuna kapıldım. İşte karşı olduğum bir yanlışa düştüm ben de. Bir önyargıya kapıldım. Bir savaşın, bir yağmanın, bir talanın içinde sandım kendimi. M.Akif’in “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” dizesi dilimin ucuna yığılıp taş kesildi adeta. Gökyüzülüleri düşündüm sonra… Gökyüzülü hemşerilerimi… Gecenin soğuğunda onları…

Almanya genellikle düzlük. Şehirler düzlüklere kurulu…Irmaklar hemen hemen her şehrin içinde kıvrıla kıvrıla ve gürültüsüz akıyor. Her yan, düzenlenmiş yeşil alanlarla kaplı. Konuk olduğumuz ev farklı bir konuma sahip: Bir tepeden, konuşlandığı bir ormanın kıyısından seyrediyor çevredeki şehirleri… Saatler 24’ü gösterene ve 2023’ü karşılayana kadar, tam iki aydır dünyayı bu evin balkonundan seyretmek bitimsiz bir şeydi.
Gecem çok kötü geçti: Öğretmenliğimin ilk yıllarında faşistler tarafından evim kurşunlanınca arkadaşlarımın ısrarıyla silah edinişim, nasıl kullanılacağını öğrenmek üzere bir kırsala gidip tam da güneş batmak üzereyken orda ulu bir ağacın gövdesine nişan alışım, ağaca yuvalanmış yüzlerce, binlerce kuşun karanlığa doğru birden bire havalanışı, kuşlara karşı mahcup oluşum, silahı oralarda bir yerlerdeki bataklığın derinliklerine bırakışım sabaha kadar geldi gitti rüyalarıma.

Hayrettin Geçkin

Siz de fikrinizi söyleyin!