Deneme,  Toplum

Tiyatrocu Cemal Melemşe’ye ve Zarfların Üstündeki Dostluğa…

Ilık bir rüzgârda hatıralarını tartarken mücadele arkadaşlarını hatırlarsın, kavgada yitirdiklerini, dönüp dönüp ardına bakarsın. Bir şarkı vurur yüzüne, ılık bir ses vurur; unuttuğun bir fotoğrafa dönüp bakarsın, bakmak yetmez, gözlerine tutunursun…

Adını “uğurböceği” koydukları bir parkın karşısında durup artık senin olmayan bir geçmişe doğru gidersin, sırtını bir mezarlığın anılarına dönüp akşamın nasıl olduğunu öğrenirsin, parka koşan köpeklere bakıp kahır dolu bir sesi hatırlarsın, mezarların resmigeçitlerdeki gibi durmalarına bakarsın, arka balkona koşarsın, düşersin ayağının altındaki balkon demirleri koparken.

Bir dostundan, uzaktan bir dostundan Rizeli haberler alırsın, sonra Rize’de kadınların ağır sesli karşı koyuşlarını anlatır biri, koylar, nehir ağızları, dere yatakları o bir başka sesi getirir sana, bir dağ evindeki söz verilmişliği hatırlarsın…

Gözleri gülmekten yeşil olmuş, yemyeşil olmuş bir dağın hatırasına dönersin.
Durmadan aynı şarkıyı tekrar tekrar dinlersin, “bir günahtı o” der şarkıda, şiirde de bir utanmazlık diyor bazıları; işte böyle böyle yapıp sanatın sırtından aldığınız yalnızlığı örtüyorsunuz kendinize.

“Canından çok seven” diyen bir şarkının dizesi, kim canından çok sever, çok kaybedenler mi hep bu şarkıyı dinlerler acaba, en son bir balıkçı barınağında dinlemiştim bu şarkıyı, dört yıl önce… O vakitler kendimi denize atmak için, eski de olsa, bir gerekçem vardı. Çok uzakta kıymet bilediğim, hiç dokunmadığım eski bir yalnızlığım vardı, eski ama güzel, eski ama sabahları bana seslenen bir yalnızlıktı…

Unuttuğum mektuplara döndüm, bir daha el sürmem dediğim eski yalnızlığıma döndüm.

Çok eski bir düğün hatırasına gidiyorsun, ağzında düğüm düğüm olmuş sözlerle bir kadının ağladığı günlere, intihar eşliğindeki köpeklerin sesi kulaklarına vuruyor.

Koşuyorsun evin arka tarafındaki yalnızlığa doğru; mezarlığa bakıyorsun, topraktan mezarlığın üstüne yapraktan bir kadının elleri düşüyor, ağır elleri toprağı sıyırıyor, yolda büyüyor sözcükler göğsüme un ufak olup.

İhbar olarak eski bir kadının adını veriyorum durakta beklemekten eskiyen bir adama.

Adama, evlerin arkası hep yalnızlıktı diyorum.

Kadın ihbarımda bir gün oluyor, ellerimde bir yalnızlık, “af et çok geç anladım” diyor, şarkı devam ediyor geceye akıp.

Sonra bir zarf geliyor, çok uzaktan bir gri zarf, büyük boy, eski bir dostluğun anısı, acısı olmuş eski bir zarf…

Yürüyorum seni hatırladığım o caddeden aşağı doğru, aramak istiyorum seni, korkuyorum; eski dostlarına yazmak istiyorum, bana anlattıklarını hatırlıyorum, eski sevdiklerine dair dediklerini, sonra vazgeçiyorum!

Gönderilen zarfın içine ilk defa bakmadan dönüyorum sana, böyle büyük zarfların içi hep ürküttü beni, sana uzatıyorum eski bir dostumu uzatır gibi, elimdeki zarfı uzatıyorum sana.

Aslında bizim tek sıkıntımız gözlerimizden vurulmuş olmamız…

Suyu anlatıyorsun bana, suyun o kederli akışını, o yosunlara takılan hallerini anlatıyorsun.

Ben arka balkona koşuyorum, ay doğmuş olabilir diye, sense; “insan kendi içine ait bir yalnızlıktır” derken, “sana ait her zarfın üstüne benim adımı yazabilirler” diyorsun.

Bu nasıl demektir!
Bu nasıl bir duymaktır!

Bu nasıl bir Allah’tır!

Ellerini tutuyorum, sana ay’ın hallerini anlatıyorum, devrim diyoruz ama sen ellerin diyorsun durmadan, Rize’de bir direnişçi kadını anlatıyorsun; sonra, zarfın üstüne adı yazılı adamın radyo tiyatrosu halleri;

Birinci adam: Sahnede

İkinci adam: Siyaset abisi, herkesin abisi, büyük devrimci ama

Üçüncü adam: İstanbul havalimanında bavul taşırdı, sevdiği herkes unuttu, o da…

Dördüncü kadın: Sabah erken uyanır, çok erken unuturdu, unutmadıklarını arardı hep, bir başkasını sevdiğini söylerken bile, ömründe üç yalan etmişti; ikisini Felemenkçe birini Türkçe; sahnemdeki bütün ağırlığın ortak bileşkesi.

Mazlum Çetinkaya


Siz de fikrinizi söyleyin!