Edebiyat,  Kitaplar

“Kimse Ölmesin / Aşktan Ölene Kadar”

Sık sık gizli bir kimlik gibi içimizdeki çocuktan söz ederiz. O, her zaman yaşam iksiri gibi varlığını duyurur, arılığın duruluğun parıltısıyla yol gösterir en sıkışık anımızda.

Hayrettin Geçkin’in son yapıtı Yapı’m’ı⃰ okurken de rastladım o çocuğa. Ne var ki biraz diğerlerinden farklı… Büyümüş de küçülmüş gibi!.. Düpedüz günlüğünü tutuyor bir şeylerin. Arşivi, belleği, yanı yönü, ileri tutarı hepsi onda…

Evet, büyümüş küçülmüş, sonunda dünyanın dayanılır bir yer olmadığını kanıksayıp, yara bere içinde kenara çekilmiş çocukcağız. Kenara çekilmeyi bir şeylerden vazgeçme anlamında almayınız lütfen. Kendine özgü, korunaklı bir yer edinmiş tekrar çocukluğuna sığınarak. Belki bu yüzden kimi saptamaları bir çocuğun manifestosu gibi kabul edebilirsiniz vicdanınıza danışarak:

“çocuk kaldığım için kızın bana

işte samanlı defterim
kurtaracağınızı hiç zannetmem
isimlerinizi bir bir kaydettim
veresiye düşler listesine” (s:31)

“boş yere büyüme teklif etmeyin
kabul edecek değilim
babam mezardan çıksa bile” (s:33)

Şair de farkında olup bitenin. Zaten daha ilk şiirinde, bu yara/o zamandan/bir sevda altındayken/sırtımdaki bu kırbaç izleri” (s:9) itirafıyla bir yıkımdan söz ediyor. Belli ki büyüme yaralarından biri bu. Geniş anlamda ‘sevmek yarası’ diyelim! Sanırım bu yüzden Sevme Günü diye bir öneride bulunuyor şair,“kuşlarla selamlaş/gülümse çocuklara/seni kim kırmışsa/bağışla” (s:15) diyen içindeki çocuğun ışığıyla.

Sevmek bir yara olabilir mi? Oluyormuş demek!.. Yani dünyayı öyle bir hale getirmişler ki yaşadıkça kan damlatıyor. En çok da çocuklar kanıyor. Aslında kanadığı yerden sesleniyor çocuk, daha fazla kanın ve gözyaşının önüne geçebilmek için. Kanamalı bir arşiv elinin altındaki… Şiirle çocuk arasında bir içtenlik bağı var bu konuda. İkisi de aynı yaraya işaret ediyor. Masallarda şiirine bakarsak, büyümemek kararlılığının zamanla bir dil ortaklığına dönüştüğünü görürüz:

“büyümeyeceğim
çocuk kalacağım inadına

çünkü kendimi
ve dünyayı anlamanın
başka yolu yok

ve kötüleri yenmenin
en azından masallarda” (s:59)

Yaşamın doğal seyrinde büyümemek olanaksız elbette. Ancak biz kanayarak büyümekten söz ediyoruz. Çocuğun itirazı da buna. Yok öyle yağma!.. Bir şeyleri yoluna koymadan, dünyayı yeniden yapılandırmadan büyümeye çalışmak süreğen bir ağrıdan başka bir şey değildir ki! Önce kendimizi gözden geçirmemiz gerekiyor bu yüzden. Örneğin bir düş yolculuğuna çıkmaya hazır olmak… Üstelik böyle bir yolculuğun önderliğini içimizdeki çocuğun kumandasına bırakmak!.. Haliyle “öncelikle şiir olmam gerek/dedi/sözcük bulutu” (s:48) özgürlüğüyle ifade edilen şiirsel bir yolculuktur bu. Bir yandan yaşamın gerçekliğini tartar, bir yandan hayallerini gözden geçirir yolcumuz. Belli ki insan hayallerinden kopartılmıştır. Kendini yeniden bulması için düşsel yolculuklara gereksinimi vardır. Bu anlamda çocuk aklına uymak, -yabancılaşmanın getirdiği edilgenlikten olacak – ‘delilik’ gibi gelir şaire. Oysa içindeki çocuğun izdüşümünde, ”düşten gerçeğe adımlarım yetmezdi de/dağlar terkisine alırdı beni/fakat yine de harfler gelip geçerdi/sözcük sözcük birikirdi önümde”(s:13) yakınmasıyla iç döken kendi gerçekliğinden kesitler göze çarpar. Ancak yeniden kanatlarına kavuştuğu ortamda delilik baskın çıkar:

“delisin çocuk
delisin deli
sen delisin

çünkü buluttan gömleğinle dolaşıyorsun bütün gün
başında güneşten bir şapka
yıldız kokluyorsun sokak aralarında”(s:102)

Bu, aslında yaşama tutunma yolculuğudur. Yepyeni bir kavrayış içinde, “inadına bir gün fazla yaşama” isteğiyle ışıklı bir pencere açar şair kendine. O güne değin farkında olmadığı her kımıltı ya ayrıntı çok özel gizler bağışlar ona. Örneğin, “dünyanın dönerken ki çıkardığı ses/yol gösterir bize” (s:10) derken duyduğu sesten oldukça emindir.

Düşlemek, hayal etmek uçarı bir ruh haline dönüşse de gerçekliğin seyri kalıcı izlerle belli eder varlığını. İçimizdeki çocukla uzlaştığımız noktada, büyümek istemeyen çocuğun meramı başka bir söylemle açığa çıkabilir deneyimlere bağlı kalınarak:

“kitaplar nasıl büyütür
çocukken anne olan kızları

şimdi memeleri sur
kolları zincirden
tutmaz dizleri” (s:40)

Hatta Savaşın Hukuku, daha doğrusu hukuksuzluğu, susarak kahrolduğumuz ağır koşulları gündeme getirebilir:

“gözaltı/işkence/sürgün/ölüm
diyorum ki ben ona
bunlardan daha beteri de var
susarak yalan söylemek sevgilim” (s:45)

Böyle bir ortamdan kurtulmanın çıkış yollarını aramak için, neredeyse komaya giren insanlığı sağaltıp yeniden dünyaya ait kılmamız gerekir. Bu da insani değerlerin savunusunu yapacak, ateşten bir gömleği giymekle olasıdır. Şair, burada yine çocuksu bir eda ile yol açıcı öneriler sunar. Örneğin, “çok şey değil/çocuklar düşünme derslerine alınsın” (s:31) demekle sanki çocuklardan öğrenme gereğini duyurur gibidir. Ardından bir dizi öneriler daha gelir ki, her biri insanı sevgi katına yükseltmeyi amaçlar. Bir bakıma–beyin dilinden kalp diline doğru evrilen- “kalbim benim / vazgeçilmezim / ruhumun çiçek bahçesi” (s:34) tanımıyla işaret edilen hallihamur yapılanmadır duyurduğu. Zamanla ayakları yere değen dünyevi bir ütopyaya bırakır yerini “ay ve güneş/şiir ve devrim/kitap ve müzik/su ve şarkı/gülmek/düşünmek/bizimken//insan olmak bir haktı” (s:37) şeklinde özetlenen geleceğin ideolojisiyle mayalanmış düşünceler.

Kuşkusuz sevgi katına taşınmak karşılıklı iletişimin sağaltıcı gücüyle olasıdır. Sorunsala eşanlamlı saydığımız ‘yara’ izleğindeki “kırbaç izleri”nden hareket edersek, “birbirimizde/sevecek şeyler bulmalıyız/ sevgilim//her gün/yeniden//çünkü yaralıyız/ve üstelik çaremiz de yok/birbirimizin yaralarında/iyileşmekten başka” (s:79) diyen bilge bir sese kulak kesiliriz ki; o ses, dayanışma çağrısının hemen ardından acılardan öğrenmenin yöntemini açıklar bize sakin bir tonla:

“fazlalıklarını at ama
bildiklerini unut/boş ver
çünkü insana yüktür
paniğe kapılmana hiç gerek yok
acılardan yeni şeyler de
öğrenebilirsin mesela” (s:19)

Acılardan öğrenmek, bir yerde hüznü kullanmak, insanı bireysel bir olgunluğa eriştirir ister istemez. Sözünü ettiğimiz sakinlik, oturmuş bir kişiliği de haber verir. İşte o kişilikten yansıyan her davranış, her düşünce kırıntısı oldukça değerlidir:

“kaç harfin dilini biliyorsan
devrilmeyen bir kalem gibi
sivriltip inadını
işte o kadar gülümse…” (s:67)

Gülümsemek eylemden sayılmalı ki ileride bir şiire başlık bile olur tek başına. Şair, sanki bir inanç tazeliği gibi yineler gülümsemeyi:

“alnının taç yaprağından öperim
erken konuğu bahçemin
başımın tacı/aha kalbim/tutun
gülümse yeter ki” (s:94)

Sevgi katına taşınmak temel bir yönlendirmedir belki. Asıl hedefi aşk katına taşınmakta görür şair. Her türlü huzur, yaratıcılık, barış, kardeşlik gibi bir dizi erdemin bulunduğu benlik evidir aşk katı ya da aşk hali!.. Orada büyük sarsıntı ve coşkularla kendine gelir insan. Yeniden özgüven kazanır, empati kurar, kokuşmuş yalnızlığın kabuğundan sıyrılır, beklentilere koyulur. Bu açıdan,“ben aşka ve yollara yazgılıyım” (s:60) ekseninde dolaşan her türlü düş yolculuğunun son durağıdır aşka ulaşmak! Öyle ki aşk ve devrim, ikiz sözcükler kadar yakınlaşırlar birbirine:

“tomurcuğamı dönüşür
tohuma mı
hiç bilmem

aşk ve devrim olarak patlasa içimde
dağılsa yeryüzüne” (s:63)

Geçkin, düş ortaklığıyla ilgili olarak,“tutarlı bir düşçü ol eğer bir şey olacaksan/insanlığın insanlıktan düşmemesi gerek çünkü”(s:64) diye seslendiği Ödül şiirinde, düşçülüğün gerekçesini ilk ağızda belirtir. Buna ‘bir fazla insan olmak’ da diyebiliriz. Bir bakıma bizi insan kılığından çıkaran yabancılaşmaya karşı yürüttüğümüz hayal projesinin varoluşsal sancıya yakışır bir doğumu amaçlaması gerekir. Bunun için büyük düşünmenin yanılma payı ile ilgisi olmadığını sezinleriz Abartı şiirinde. “Hani şiirin oğluyum bilmem ki/hangi dizenin kardeşi/hangi sözcüğün sevgilisi” (s:80) gibi bir yüceltmenin ya da olağanüstü sıcaklığın sonucu ‘insan’dan ‘toplumsal’a doğru parıltılı bir umut yolculuğu çizer. Böyle bir görünümde, – tıpkı çocuksu sese karıştığı gibi- ‘bulut’ ile ‘sevgili’ birlikteliği, “sonra sevgilim girse devreye/sevgilim bulut/bir gelin gibi eşlik etse bana/yeryüzünü bin bir renge boyamak için/içimdeki çiçeklerle” (s:11) bütünselliğine erişir aşk içinde. “Öncelikle şiir olmam gerek“ (s:48) diyen ‘sözcük bulutu’ zaten kolektif bir dil yaratmıştır kendince. Bunu izleyen her gelişim son derece dönüştürücü ve çekicidir elbet:

“nereden nereye deme
söktüğün tırnaklar
değiştirdiğin kabuk
ve yaralarında büyüttüğün çiçek
aşkla yunmak için kalbini
kanat verecek sana” (s:25)

Yaşam gerçekliğinden yansıyan olumsuzluklar bir yana, yabancılaşmayı yazgısallığa bağlayan dinsel baskıya karşı da uyanık davranır şair dediğin. Sözüm ona her şeyi ters çevirmeye hazır ‘meczup’ hali böyle durumlarda çırılçıplak çıkar ortaya. “beni gökyüzüne gömseniz olmaz mı/sonra olanları ben size bir bir anlatırım” (s:90) diyen çocuksu edaya benzer bir öneriyle ‘tanrıyla yer değiştirme’ fikrini atar ortaya. Hatta “bir süreliğine” koşulunu ileri sürer kendi değişiminden emin. Niyeti, çok boyutlu tutsaklığa kavramsal anlamda son vermektir öncelikle:

“tanrıya dedim ki bir gün
birbirimizi anlayabilmek için
yerlerimizi değiştirsek
bir süreliğine” (s:72)

Ve uğultulu bir çağrışıma açık, “her yandan devrim sesleri geliyor/biz öpüştükçe” (s:91) dizeleriyle duyurulan aşk katındaki ciddiyet, öyle bir kalemde geçilecek bir şey değildir. Şair, belki de yapıtın ana fikri yerine geçebilecek son dileğinde içtenlik ve kararlığını iyice belli eder. Diyebiliriz ki, Yapı’m’la oluşturulmak istenilen yeni yapılanmada ’aşk’, hemen hemen her sözcüğün önüne geçer. Kim bilir, belki aşk kahramanlığıdır bizi yaşama bağlayan!… Bu anlamda sözü söze bağlayan şu dört dize, bir şairin meramını özetler niteliktedir:

“öyle ya
her şairin bir ahı var

kimse ölmesin
aşktan ölene kadar” (s:104)

⃰Yap’ım– Hayrettin Geçkin, Kaos Çocuk Parkı Kitap, 1, basım, Aralık 2018

(Çini Kitap, Mayıs/Haziran 2019, sayı:54)

Ahmet GÜNBAŞ

Siz de fikrinizi söyleyin!