Din,  Psikoloji

Hz. Muhammed’in Akıl Sağlığı

Bir insana “akıl hastası” tanısı koymak için onda, bir ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı refakatinde, bir dizi psikiyatrik bozukluğun belirtilerinin bir arada gözlenmiş olması gerekir. Bu kurala elbette Hz. Muhammed de dâhildir.
Bir insana akıl hastası tanısı koymak için: Anormal davranışlar göstermesi, çevresiyle sağlıklı iletişim kuramaması, aşırı kaygı ve yersiz korkuları nedeniyle iş veriminin düşük olması, gerçeklik duygusunu yitirmiş olması ve kişilik bozukluğu gibi belirtilerin o insanda bir veya birkaçının gözlenmesi gerekir.
Bu belirtilerin bir insanda olup olmadığı sonucuna da, yine bir psikiyatri kliniğinde, uzmanlar nezaretinde, hasta üzerinde yapacağımız araştırmalardan elde edilecek bulgular sonuncunda varabiliriz.
Elbette on dört asır önce yaşamış Hz. Muhammed için sözü edilen araştırmaları yapma şansına sahip değiliz. Fakat ortada kendini “Tanrı’nın elçisi” sanan bir vaka var.
Bulunduğumuz an itibariyle diğerlerini gözlemleme şansımız olmadığından biz daha çok Hz. Muhammed’in gerçeklik duygusunu yitirip yitirmediği üzerinden teşhis koymaya çalışacağız.
Bu konuda ilk bakacağımız yer; Siyer-i Nebi denen ve içerisinde Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemdeki ruh hali ve bu ruh halini şekillendiren çevresel koşulları bir arada bulabileceğimiz tarih kitapları olacaktır.
Ayrıca Kuran’dan da Hz. Muhammed’in ruh hali ile ilgili belli birtakım donelere ulaşmak mümkün.
Şimdi dilerseniz hep birlikte Hz. Muhammed’in çocukluğuna geri dönelim…

Hz. Muhammed, 20 Nisan 571 yılında Mekke’de Amine ve Abdullah çiftinin son çocuğu olarak dünyaya gelir. Doğumuna iki ay kala babasını, 6 yaşına geldiğinde de annesini yitirir. Artık hem yetim hem de öksüz bir çocuktur Hz. Muhammed.
İçine kapanık bir çocuk olan Hz. Muhammed, çocukluk yıllarını amcası Ebu Talib’in yanında geçirir.
Derken yıllar yılları kovalar, sessiz ve sakin geçen çocukluk yıllarını geride bırakan Hz. Muhammed, ergenlik çağına geldiğinde akranlarından ziyade olgun bayanlara ilgi duymaya başlar. Yaşadığı bu cinsel sapmada öksüz büyümesinin payı büyüktür, erken yaşta kaybettiği annesinin eksikliğinin yol açtığı travma ruhunda onarılmaz yaralar açmıştır çünkü.
Çocukluğunda yaşayamadığı anne sevgisinin eksikliğini ona ancak olgun bir karşı cins verebilirdi. 25 yaşına geldiğinde aradığı özellikte bir kadınla tanışma fırsatını yakalar Hz. Muhammed. Bu kadın; kendisinden 15 yaş büyük olan, 40 yaşındaki, zengin ve tüccar bir ailenin kızı olan Hz. Hatice’den başkası değildir.
Hatice, Şam’a ticaret kervanları gönderiyordu. Hz. Muhammed, Hz. Hatice’nin ticaret kervanında kendisine iş bulur. Bu iş ilişkisi, zamanla yerini duygusal bir ilişkiye bırakır.
Derken Hz. Hatice’yle Hz. Muhammed sade bir düğünle evlenirler. Ardından Hz. Muhammed, kocası olması hasebiyle, Hz. Hatice’nin işlerini de devralacaktır.
Hz. Muhammed artık toplumda sosyal statüsü olan bir bireydir. O ezik, içine kapanık Hz. Muhammed gider yerine bambaşka biri gelir. Sınıf atlayarak ekonomik alt yapısını değiştiren Hz. Muhammed için artık sıra, kültür üst yapısını değiştirmeye gelmiştir.
Ticaret kervanları sayesinde dünyaya açılır, çeşitli dinlere mensup insanlarla temaslarda bulunur. O tarihlerde Hz. Muhammed’in de mensubu olduğu Kureyş kabilesi henüz puta tapmaktadır. Doğal olarak yeni tanıştığı Hıristiyan ve Yahudi kültürleri Hz. Muhammed’in kafasını karıştırır. Zihnini toplamak için sık sık Hira mağarasına gider orada derin tefekkürlere dalar.
Hira mağarasına gidip gelmeler sıklaşınca, karısı Hz. Hatice durumdan endişe etmeye başlar.
Hz. Hatice’nin endişesi boşuna değildir. Hastalık virüsü artık Hz. Muhammed’in tüm bedenini sarmıştır. Hastalığı ilerler ve gittiği mağarada halisünasyonlar görmeye başlar. Gördüğü bu sanrılar zamanla azalmaz, aksine şiddetini daha da artırır.
Ve nihayet 610 yılında 40 yaşındayken peygamberliğini ilan eder Hz. Muhammed.
Kırk yaşındaki Hz. Muhammed, artık “Tanrı’nın elçisi” olduğuna inanmaktadır. Görevi, Tanrı’nın kendisine Cebrail adlı melek vasıtasıyla gönderdiği vahiy denilen “mutlak, değişmez ve genel geçer bilgileri” insanlara ulaştırmaktır.
Başlarda, insanların söylediklerine hemen inanacaklarına ve kendisine tabi olacaklarına inancı tamdır Hz. Muhammed’in, fakat çok geçmeden yanıldığını anlayacaktır.
İslam tarihçilerinin “cahiliye dönemi insanları” diye küçümsedikleri insanlar, şimdiki Müslümanların yaptıkları gibi hemen inanmak yerine, Hz. Muhammed’in söylediklerini mantık süzgecinden geçirip sorgulamaya başlarlar.
Sorulardan çok bunalan Hz. Muhammed, inkârcıları(!) şöyle tehdit eder:

“Sizden öncekiler, ancak peygamberlerine çok soru sormaları ve onlara muhalefet etmeleri yüzünden helak oldular.” (Muhammed)

Her devrimci gibi Hz. Muhammed’i de zor günler beklemektedir artık. 620 yılında önce, kendisine iman etmediği halde daha çok hamasi duygularla en büyük desteği veren amcası Ebu Talib’i; ardından da kendisine ilk iman edenlerden olan, yirmi beş yıl evli kaldığı başta Fatıma olmak üzere altı çocuğunun annesi sevgili eşi Hz. Hatice’yi kaybeder.
Bir yıl sonra (621 yılında) ise, bütün bu acıların ve yenilmişlik duygularının üzerine yaşadığı “miraç” olayıyla teselli bulur.
Miraçta; bir gece Cebrail, Hz. Muhammed’i Burak isimli fantastik bir ata bindirerek önce Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya oradan da yedi kat göğün üstündeki Tanrı’ya götürür.
Bu yolculukta Hz. Muhammed’e sidretül münteha (son sedir/göğün son katı)’ya kadar eşlik eden Cebrail, daha fazla ileri gidemeyeceğini, söyler. Ardından Hz. Muhammed yolculuğu tek başına ve yaya olarak sürdürür ve göğün yedi kat üstündeki Tanrı’yla yüz yüze görüşmeler yapar.
Buradaki asıl amacımız miraç olayını uzun uzadıya anlatıp tebliğ yapmak değil elbette, hikâyenin diğer detaylarını okuyucuya bırakıp biz miraçla ilgili ilginç bulduğumuz ve asıl konumuza da ışık tutabilecek olan bazı olaylardan söz edelim.
Tanrı, miraçta Hz. Muhammed’e (ve elbette onun ümmetine) 50 vakit namaz-50 rekat değil- hediye eder. Hz. Muhammed, bu hediyeyi ümmetine bir an evvel yetiştirmenin telaşıyla dönüş yolundayken deneyimli bir peygamber olan Musa ile karşılaşır. Ona yanındaki hediyeden söz eder. Musa da, “50 vakit ümmetine ağır gelir, git Tanrı’yla konuş, azaltsın” der. Hz. Muhammed de dönüp tekrar Tanrı’yla sıkı bir pazarlığa oturur ve böylece namaz beş vakte düşürülür.
Bu sıkı pazarlığın ve Tanrı’nın içine düşürüldüğü durumun yorumunu okuyuculara bırakarak geçiyoruz bir başka detaya…
Hz. Muhammed miraç dönüşü taraftarlarına anılarını anlatmaktadır:

“Miraçta bana cennet ve cehennem gösterildi. Gördüm ki, cehennem ahalisinin çoğunluğu kadınlar ve fakirlerdi.” (Hz. Muhammed)

Bu hadis “uydurma” bunun bir de “sahih” olanı var. Onda “fakirlerdi” ibaresinin yerinde, “zenginlerdi” yazıyor. “Bir hadis hangi ölçüye göre sahih (doğru), hangi ölçüye göre yalan olur?” bunun herkesçe kabul edilen genel geçer bir cevabı olmadığına göre ben şahsen akla ve mantığa daha yatkın olan birincisinin sahih olduğuna inanıyorum.

“Miraçta bana cennet ve cehennem gösterildi. Gördüm ki, cehennem ahalisinin çoğunluğu kadınlar ve fakirlerdi.” (Muhammed)

Demek ki, kadınlar ve fakirler bu dünyada yaşadıkları ayrımcılığın ve yoksulluğun mükâfatını öteki dünyada cehennemde yanarak alacaklar. İslam’ın adalet(!) anlayışı bu olsa gerek.
Diğer bir taraftan bu hadis bize bir sosyolojik gerçeği, İslam’ın yaratacağı mağdur kesimleri de haber veriyor aslında farkında olmadan: kadınlar ve fakirler.
Zaman geçtikçe muhaliflerin baskısı artar. Artan bu baskılara daha fazla dayanamayan Hz. Muhammed, 622 yılında taraftarlarıyla/sahabelerle beraber Mekke’den Medine’ye hicret (göç) eder.
Muhacirlerle Medine’nin yerli halkı Ensar kısa sürede kaynaşır. Müslümanlar kendilerine Medine’de bir getto kurarlar.
Fakat Hz. Muhammed’in Medine’de yakaladığı huzur, “Müslümanların Mekke’deki mallarının Müşriklerce yağmalanıp, Şam’da satıldığı” haberi üzerine kısa sürede bozulur.
O da, buna misilleme olarak adamlarına, Şam’dan dönen Mekkelilere ait ticaret kervanının önünü kesme, talimatı verir.
Bu olay üzerine 624 yılında Müslümanlarla Mekkeliler arasında ilk sıcak temas yaşanır: Bedir Savaşı. Bu savaş Müslümanların kesin zaferiyle sonuçlanır.
Hiç beklemedikleri bu yenilgiye çok içerleyen Mekkeliler, savaş hazırlığı yapıp 625 yılında tekrar Medine üzerine yürürler. Uhud Savaşı denen bu savaşı Müslümanlar kaybederler. Çağrı filminden hatırlanacağı üzere bu savaşta Hz. Muhammed’in amcası Hazreti Hamza da şehit düşenler arasındadır.
Hz. Muhammed, bu savaşın faturasını Yahudilere keser. Yahudiler Medine dışına sürülür.
Sürgündeki Yahudilerin Mekkelileri kışkırtması sonucunda 627 yılında Müslümanlarla Mekkeliler arasında bu sefer de Hendek savaşı yaşanır. Bu savaşın galibi yoktur, fakat Müslümanların son savunma savaşları olmuştur, diyebiliriz.
628 yılında Hz. Muhammed Kâbe’yi ziyaret etmek ister, fakat Mekkeliler buna müsaade etmezler. Karşılıklı görüşmeler neticesinde Mekkelilerle Müslümanlar arasında “seneye Müslümanların Kâbe’yi ziyaret etmelerini” de içeren Hudeybiye anlaşması yapılır.
Bu anlaşmayla arkasını sağlama alan Muhammed, 629 yılında Mekkelileri kışkırtarak Uhud savaşının çıkmasına sebep olan Yahudilerin yaşadığı Hayber’i işgal eder ve buradaki Yahudileri haraca bağlar.
Böylece içerde güvenliği sağlayan Hz. Muhammed, Bizans’a savaş açar. 629 yılında yaşanan Mute savaşında Müslümanlar, Bizans’a herhangi bir üstünlük sağlayamazlar. Ancak sonuçları İslam dünyasında uzun süre tartışılan ve savaştaki askerlerin cinsel ihtiyaçlarını gidermek için kısa süreli kıyılan nikâh anlamına gelen Muta nikâhı da yine bu savaşta gündeme gelir.
630 yılında Hz. Muhammed, Hudeybiye anlaşmasına uymadıklarını ileri sürdüğü Mekkelileri on bin kişilik bir kuvvetle kuşatır. Ciddi bir direnişle karşılaşmadan Mekke’yi ele geçirir.
Ardından, Mekke’den kaçan Müşrikleri yanına alan Taiflilerle Müslümanlar arasında Huneyn Savaşı yapılır ve Taif kalesi kuşatılır (630).
Bir ay süren kuşatmadan netice alamayan Hz. Muhammed Medine’ye geri döner. Bizans üzerine düzenlenen Tebük Seferi Hz. Muhammed’in son seferi olur (631).
Medine’ye dönen Hz. Muhammed, 632 yılında Mekke’ye hacca gider. Burada “veda hutbesi”ni okur. Daha sonra 8 Haziran 632 yılında 63 yaşında vefat eder.
Hz. Muhammed’in bu çalkantılı ve destansı yaşamının içerisinde kadınların hep özel bir yeri olmuştur. Ancak bir kadın vardır ki, o hepsinden farklıdır: Hazreti Hatice. Hz. Muhammed, Hz. Hatice’ye korkuyla karışık saygı duymakta ve onda, annesinin eksik kalan sevgisini bulmaktaydı.
Hazreti Hatice öldükten sonra Hz. Muhammed’in karşı cinse olan ilgisinde bir kırılma görülür. Hazreti Hatice gibi kendisinden yaşça büyük bir kadınla birlikte olmak, zaman içinde Hz. Muhammed’i farklı arayışlara itmiştir.
Yeni arayışlarından en ilginci altı yaşındaki Hazreti Ayşe ile olan evliliğidir. 620 yılında 50 yaşındaki Hz. Muhammed, 6 yaşındaki, Ebu Bekir’in kızı Hazreti Ayşe’yle evlenir. Evlenir ama cinsel birliktelik için kızın dokuz yaşına girmesini beklemesi gerekecektir.
Olgun-sübyan derken Hz. Muhammed, onları korumak ya da dini yaymak gibi kendince haklı gerekçelerle, yaşamı boyunca toplam 11 bayanla birlikte olur.
Hatice’nin vefatından sonra kendisi on kadınla birlikte olur ama çifte standart uygulayarak kendisinin ölümünden sonra eşlerinin başkalarıyla evlilik yapmasına ise müsaade etmez.

“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın Kitabına göre, (mirasçılık bakımından) birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız müstesnadır. Bunlar Kitap’ta yazılı bulunmaktadır.” (Ahzab Suresi, Ayet: 6)

Hz. Muhammed’in yaptığı bu evliliklerden biri ise çok enteresandır, en saf Müslümanın bile kafasında şüphe uyandıracak cinsten.
Bir vakit Hz. Muhammed, evlatlığı Zeyd bin Harise’nin karısı Zeynep’e ilgi duyar ve fakat Hz. Muhammed, bu ilgisini bir türlü açığa vuramaz. ‘Kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı’ Tanrı’sı, elbette Hz Muhammed’in bu ilgisine kayıtsız kalmaz, onun arzusuna uygun ayetini gönderir.

“(Resulüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: “Eşini yanında tut, Allah’tan kork!” diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlatlıkları, karılarıyla ilişiklerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.” (Ahzab suresi, Ayet: 37)

Hz. Muhammed Allah’ın emrini tereddütsüz yerine getirir, evlatlığının karısı Zeynep’le evlenir. Evlenmesine evlenir ama çok geçmeden de çevreden tepkiler gelmekte gecikmez. “Bırakın peygamberi sıradan bir baba, evlatlık da olsa, oğlunun karısına göz koyar mı?” gibisinden tepkiler gelmeye dursun bu haklı tepkileri bertaraf etme görevi yine ve her zaman olduğu gibi Tanrı’ya düşer:

“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzab Suresi, Ayet: 40)

Tamam, Hz. Muhammed hiçbirimizin babası değildi de peki, karıları nasıl anamız oluyordu?

“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır…” (Ahzab Suresi, Ayet: 6)

Cinsellik içeren konularda Hz. Muhammed teoriyle asla yetinmez mutlaka ayetlerin pratik uygulamasını da ümmetine gösterir(!).
Biz asıl konumuza geri dönelim. Hz. Muhammed, 63 yıllık aslında kısa denilebilecek yaşam serüveninde bazen sağlık belirtileri gösterip yaşadığı şeylerin vahiy mi, yoksa halisünasyon mu olduğu konusunda çelişkiye düşer.

“Hayır, bu sadece karışık bir rüyadan ibarettir.” (Enbiya suresi, Ayet: 5)

“Sana indirdiğimizden kuşkun varsa, senden önce kitap okuyanlara sor. And olsun ki, sana gerçek Rabbinden geldi. Sakın kuşkulananlardan olma. Sakın Tanrı’nın ayetlerini yalanlayanlardan olma. Yoksa hüsrana uğrayanlardan olursun.” (Yunus Suresi, Ayet: 94-95)

İşte tam da bu noktada Hz. Muhammed, bir konuşmasında, Cebrail’in kendisine Dıhye el Kelbi isimli bir adamın kılığında geldiğini, söyleyerek şüphelerimizi iyice artırmaktadır: Gerçeklik algısını yitiren biri pekâla halisünasyonla gerçeği birbirine karıştırabilir.
Dahası kimi tefsir kitapları, “bazı ayetleri Cebrail değil de şeytan indirdi” diyerek bizim iddiamızı daha da güçlendirmektedir:
“Mekke’de zulüm gören Müslümanlardan bir kısmının Habeşistan’a göç ettikleri esnada geride, Mekke’de kalan Muhammed, Mekkeli müşriklerle görüşerek onlarla uzlaşmanın yollarını arar. Görüşme esnasında Necm suresi iner. “Gördün mü Lat ve Uzza’yı ve üçüncüsü Menat’ı” (Ayet: 19-20) ayetlerinden sonra şöyle devam eder konuşmasına/vahye Muhammed:
“Bunlar yüce kuğu kuşlarıdır (Tanrıçalardır) ve elbette şefaatleri umulur.”
Bunu duyan Mekkeli müşrikler, Muhammed tezlerinden vaz geçti, geri bize döndü, sanarak arkasından secdeye kapanırlar. Ve bu olay duyulur duyulmaz Müslümanların bir kısmı Habeşistan’dan geri döner.
Bunun üzerine Cebrail araya girer ve aşağıdaki ayeti indirerek Muhammedi uyarır.

“Senden önce gönderdiğimiz elçi ve peygamberler, bir şey arzuladıklarında (vahiy beklediklerinde) şeytan onların arzularına da bir şeyler karıştırmıştı. Tanrı, Şeytanın (vahye) karıştırdığı sözleri ya unutturur ya da ortadan kaldırır.” (Tarık suresi, Ayet: 13-14)”

İslami literatürde “Garanik hadisesi” olarak geçen ve Şeytan’ın Hz Muhammed’e vahiy indirmesini anlatan bu olay, pek çok tefsir kitabında üç aşağı beş yukarı yukarıdaki haliyle geçmektedir.
İşin ilginci bu olayı kitaplarında yobazlar işleyince sorun olmuyor, ama Hintli yazar Salman Rüşdi gibi bir aydın “Şeytan Ayetleri” kitabında işlediği zaman sorun oluyor.
İran İslam Cumhuriyeti kurucu dini lideri Ayetullah Humeyni, Salman Rüşdi hakkında idam fermanı çıkararak, İslam dünyasında düşünceye tahammülsüzlüğün bir başka örneğini sergileyebiliyordu.
1 Şubat 1979’da, 14 yıldır sürgünde olduğu Fransa’dan dönen Ayetullah Humeyni’nin önderliğinde bir halk hareketiyle devrilen Şah Rıza Pehlevi’nin ardından İran’da kurulan İran İslam Cumhuriyeti, çok geçmeden gerçek yüzünü gösterecek ve Ali Şeriati gibi kendi güzide evlatlarını da yiyecektir. Elbette konumuz, rotası ortaçağ olan İran İslam Devrimi değil, o devrimin de manevi babası sayılan Hz. Muhammed ve onun akıl sağlığı.
Hz. Muhammed’e dair eldeki verileri incelediğimizde, iç içe geçmiş şizofreni ve paranoyadan söz edilebilir kanımca.
Çünkü gördüğü “Cebrail” sanrıları tipik bir şizofreni belirtisi olabileceği gibi keza kendini “Tanrı’nın elçisi” ilan etmesi de bir tür paranoya belirtisini andırıyor.

“Peygamberlik iddiası bir akıl hastalığıdır. Bir kişinin ‘cebrailden kendisine vahiy geldiğini’ iddia etmesi ise, bu hastalığın belirtisi olan bir tür halisünasyondur.”

(İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kerem Doksat) Bkz. 20 Nisan 2002 tarihinde atv’de yayınlanan Hulki Cevizoğlu’nun hazırlayıp sunduğu tartışma programı Ceviz Kabuğu

Akıl Hastalıkları

İşin özü şu: Tanrısal/ilahi kavramlar, tam olarak Tanrı tarafından kavranır. İnsanların Tanrı’nın kendilerine bahşettiği aklı kullanarak; Tanrı’dan, peygamberlerden, kutsal kitaplardan, öteki dünyadan, meleklerden, şeytandan, cinlerden ve doğaüstü güçlerden şüphe etmeleri son derece normaldir. Bilim adamı olmanın da bir gereği olan “şüphe içgüdüsü”nü ölçü alarak Tanrı, insanları cehenneme atmaz, hele hele de ebedi cehenneme hiç atmaz.
Bizim Hz. Muhammed’in şahsı ile ilgili bir sorunumuz yok. O, yaşadığı rahatsızlığın etkisiyle gördüğü sanrıları gerçek olarak algılayan ve bu algının doğal sonucu olarak da kendisini Tanrı’nın elçisi sanan ve bunu, görev bilinciyle, insanlarla paylaşan biri.
Biz sadece Hz. Muhammed’in peygamberliğine değil Hz. Muhammed’in şahsında diğer tüm peygamberlere, hatta “peygamberlik” makamına karşıyız.
Dini inanç gibi çok hassas konuları “ben peygamberim” diyen bir insanın güvenilirliğine indirgeyemeyiz. Üstelik, “Ben Tanrı’nın elçisiyim, size Tanrı’dan mesaj getirdim!” diyen bir insanın söylediklerinin doğruluğundan nasıl yüzde yüz emin olabiliriz?
Nasıl ki, akıl hastaları yaptıklarından sorumlu değilse insanın peygamberi de kendi aklından başkası değildir.
Tabi ki dini konuların ilmi ve felsefik açılardan tartışılmasına karşı değiliz. Herkes kendi bakış açısından içinde yaşadığı evreni, sonsuzluğu ve öteki dünyayı tartışabilir; bu kavramlar hakkında düşündüğünü söyleyebilir.
Eğer mutlaka Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanacaksak, o zaman tutarlı davranıp Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi “peygamberler” koğuşunda yatan diğer güzide peygamber adayı kardeşlerimizin de iddialarını en azından ciddiye almalıyız.

Osman Akyol

Osman Akyol Osman Akyol, 31 Ekim 1972’de Adana’da doğdu. Yemişli Köyü Yatılı Kuran Kursu’nu (1985), Adana Baraj Lisesi’ni (1991) ve Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Matematik Bölümü’nü (1996) bitirdi. Asıl mesleği öğretmenlik yanında öykü yazarlığı, oyunculuk ve amatör olarak internet gazeteciliği de yapan Akyol’un; Varlık, Posta Gazetesi, Yordam, Şehrengiz, Ekin Sanat, Yaz Kalemim, Aşkın e-Hali, Sanat Cephesi, Öykü Teknesi, Çağdaş Yaşam, Afrodisyas Sanat, Berfin Bahar, Fayrap, Lacivert, Yaba, Edep, Deliler Teknesi, Mühür, Tmolos Edebiyat, Kurgu Düşün-Sanat-Edebiyat, Kardelen, Galapera Öykü, Kültür Mafyası, Düşünbil, Hayal, Zula, Güney, Natama, Patika, Dil ve Edebiyat, Ada, Yaşam Sanat, Zarf, Evrensel Kültür, Hece, İnsancıl, Eliz Edebiyat, Halk Edebiyatı, Zil, Sarmal Çevrim, Edebiyat Nöbeti, Şiiri Özlüyorum, Kharon, Ketebe Piyan, Karakedi, Delikliçınar, Kalemlik, Şiirden, Akatalpa, Gökmavi, Altıyedi, Erik Ağacı Öykü, Çini Kitap gibi gazete ve edebiyat dergilerinde; hikâye, şiir, deneme ve sinema yazıları yayımlandı. Öyküde “betimsiz kurgu” yazım tekniğinin de mucidi olan yazar, Zil adında İstanbul orijinli bir de dergi çıkarıyor. Eğitim, edebiyat, inanç, işçi-sendika gibi konularda yaptığı haberler ağırlıklı olarak; Aydınlık Gazetesi, Yeni Akit Gazetesi, Evrensel Gazetesi, Mir Haber, KamuGazetesi.Com, Demokrat Haber, on5yirmi5, Oda TV, Dipnot, bianet, Timeturk, soL Haber Portalı, Mürekkep Haber, SanatLog, insanokur.org, Kızıl Bayrak, Mücadele Birliği, TV 5 Haber, Gazete RED, Yorumca Haber, Welg Medya, Marmara Gazetesi, T4 Haber, İstanbul Gündemi, Dünya Bizim, Çayyolu Haber, Özgür Gelecek, Nokta Haber Yorum, Açıksöz Gazetesi, Gündem Arşivi gibi gazete ve internet haber sitelerinde yayımlandı. Evli ve bir çocuk babası olan Akyol, yazar olarak yedisi öykü, biri araştırma/inceleme, beşi şiir türünde olmak üzere on üç kitaba imza attı. Kitapları 1. Sorumlu Müdür (Öykü), Ekin Sanat Kitaplığı, Ankara, Nisan 2012 2. İlahi Adalet Komünizm (Araştırma/İnceleme), Kurgu Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, Ağustos 2012 3. Yükselen Yeni Devrim Dalgası (Öykü), Kurgu Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, Kasım 2012 4. Gezi Raporu (Öykü), Kanguru Yayınları, Ankara, Kasım 2013 5. Marks Radiyallahu Anh’ın İzinde (Öykü), Elpis Yayınları, Ankara, Eylül 2018 6. Hüznümün Direği (Şiir-Sinema), Elpis Yayınları, Ankara, Ekim 2019 7. Ah İstanbul (Şiir-Metin), Elpis Yayınları, Ankara, Temmuz 2020 8. Kelimeler Göçtü (Şiir-Metin), Elpis Yayınları, Ankara, Mart 2021 9. Küp Kokusu (Öykü), Elpis yayınları, Ankara, Haziran 2021 10. Ürkek Güvercin (Şiir), Elpis Yayınları, Ankara, Ekim 2022 11. Sil Baştan (Öykü), Elpis Yayınları, Ankara, Aralık 2022 12. İlahi Adalet Komünizm (Araştırma/İnceleme), Liman Yayınevi, Genişletilmiş ve Gözden Geçirilmiş 2. Baskı, Ankara, Nisan 2023 13. Çiy Tanem (Şiir), Liman Yayınevi, Ankara, Eylül 2023 14. Reyiz’i Devirmek, Liman Yayınevi, Ankara, Şubat 2024

Siz de fikrinizi söyleyin!