Edebiyat,  Gündem Arşivi Klasikleri,  Kitaplar,  Tarih,  Toplum

Hüseyin Irmak’ın Zara’dan Tatavla’ya Yolculuğu

Hüseyin Irmak’ın Zara’dan Tatavla’ya Yolculuğu: “Gidelim Tatavla’ya Görkemini Yitirmeyen Semt Kurtuluş”

Kadim kentler vardır. Bu kentlerin de kadim semtleri… Bu içerikte bir anlatıyla tanışmam sevgili dostum yazar Mehmet Kılıç’ın bir İstanbul dönüşü bana getirdiği bir kitapla oldu:
“Gidelim Tatavla’ya – Görkemini Yitirmeyen Semt – Kurtuluş”, İstos Yayını, 631 sayfa, Nisan 2025.

Kitap bir roman etkisi yarattı bende. Roman kahramanı da o kadim kentin bir mahallesi. Bir ömrü bir semte yaşamak, o semti bir kitaba sığdırmak, o semti bir kitapta yaşatmak tam da bu eserle anlamını bulmuş.
Çanakkale’de yaşayan bir Ankara meftunu olarak bilinsem de “İstanbul” benim her daim ilgi alanımda yer alan bir başka şehirdir.

Okumaya başlar başlamaz kendimi tarih ve bir ömürle karşı karşıya buldum. Bir semtin tarihi, sosyal yaşamı akıcı, duru bir dille aktarılmış; bir tarih, bir anıdan ziyade sürükleyici bir roman okuyormuşçasına hemen öbür sayfalara geçmek istedim. Merak uyandırıyor, pişmanlık da… Çok nitelikli, derinlik taşıyan bir çalışma. Her konuyu bulabilirsiniz içinde: din, dil, göçler, sürgünler… Her türlü macera var kitapta.

Bir Zaralının kaleminden Azatlılara, Kaptan-ı Derya’nın korumasındaki insanlara, savaş esiri Rus askerlerine, o askerlerin topluca ölümüne tanık olunuyor. Olaylar ve insanların hepsinin semt ile bir bağı, bağlantısı var.
Ciddi bir çalışmanın ürünü olduğu açıkça belli olan kitapta, insan kaynağının yanında, taranan onlarca belge ve kitaptan da yararlanılmış ve onlara atıfta bulunulmuş.

O mahalle koca bir kent aslında. Canlı tarih/sözlü tarih diyebileceğimiz bir kitap yaratmış Hüseyin Irmak, semtin kuruluşundan bugüne belgeler, yaşadıkları ve tanıklıklarla gelmiş.
Yazar bir sanat tarihçisi, bir arkeolog, bir sosyolog, bir tarihçi, bir kent planlayıcısı, bir mimar, bir gezgin gibi ilmek ilmek işlemiş yaşadığı semtini kitabına tüm alçakgönüllülüğüyle; sonuçta konunun uzmanlarına, bilim insanlarına göndermeler yaparak varsayımlarını sunmuş ve anılarda yaşayan yerlerin, olayların incelenmesi görevini ilgilisine bırakarak sosyal sorumluluğunu yerine getirmiş…
Hüseyin Irmak, bir ırmak gibi akıp gitmekte kitap boyunca…

Kitaptan, Tatavla’nın Şişli ilçesinin en eski yerleşim yeri olduğunu öğreniyoruz. Tarihi Kirazlıköy adıyla başlayan, yüzyıllarca Tatavla adıyla anılan, şimdi ise Kurtuluş adını alan semt; özgür ve özgüvenli kadınlarının varlığı ve o dönemde —bugün bu tanımlamayı hoş karşılamasak da— kadınlarının “sadakatsizliği” nedeniyle Karasohori adı, bir harf değişikliğiyle (Karatohori = Boynuzköy) olarak söylenirmiş.
Bu yargı ve bilgiye, Atina’da 1862 yılında yayımlanan bir kitaptan ulaşılmış.

MS 1267’de Bizans İmparatoru VIII. Mihael, Venediklilere kızdığı için burayı Cenevizlilere vermiş; onları Galata’ya yerleştirmiş. Cenevizli tüccarlar, atlarının barınma ve bakımları için uygun buldukları Kirazlıköy’e yönelmişler; atların ahırları burada yoğunlaşmış. Halk seyisliğe başlamış, atların bakımlarının yapıldığı yerlere “tavla” dendiği için, buranın adı “tatavlalar” anlamına gelen “Tatavla” olmuş.

Osmanlı döneminde, çayırlıkların Kâğıthane’ye kadar olan kısmı “beylik” statüsü ile saray atlarının bakımı ve barınması için ayrılmış. Bu nedenle çeşitli göçler başlamış.

Kanunî döneminde, Ortodoks Kasımpaşa halkı Azatlı savaş esirlerinden oluşmuş ve çoğu tersanede çalışmış. Bu dönemde tersanede çalışan bu insanların ve semtin, Barbaros’un hamiliğinde olduğu belirtiliyor.

İkinci göç, özgür kalan Azatlılarla gelmiş; özgür olmalarına rağmen tersanede çalışmayı sürdürmüşler. Bir göç de Ege, Akdeniz, İyon adaları, Mora yarımadası ile bu sularda seyreden korsan gemilerindeki savaş esirlerinden oluşmuş.
Üçüncü göçü ise Kaptan-ı Derya Piyale Paşa’nın Sakız Adası ağırlıklı savaş esirleri oluşturmuş.

Yazar, bazı konuları tarihçilere bıraktığını söylese de, bir tarihçi inceliğiyle birçok konuyu irdeleyip incelediği ve işlediği görülüyor. Örneğin; sosyal yaşamın gereksinimleri olan kiliseler, camiler, çeşmeler… Hepsini detaylı incelemiş ve her kesimin ilgisini çekecek şekilde aktarmış.
Kısaca, Tatavla’yı didik didik etmiş.

Birinci bölümde; kiliseler, camiler, karakollar, ayazmalar, karnaval, gazinolar, müzik, mezarlıklar, çeşmeler, sarnıçlar, hamamlar, okullar detaylı olarak anlatılmış. Bu bölümde ayrıca yaşanan felaketler, tulumbacılar, kabadayılar, dernekler ve kulüpler de yer almış.

İkinci bölümde ise Tatavla’dan Kurtuluş’a nasıl geçildiği yine olaylar ve sosyal yaşam üzerinden açıklanıyor. Burada da karnaval, bostanlar, gazinolar, sinemalar, tiyatrolar, lokanta ve meyhaneler, müdavimleri, mezeciler, topikçiler karşımıza çıkıyor.
Yine bu bölümde tanınmış esnaflar anlatılıyor. Kimler yok ki? Sabuncakis Çiçekçilik, Golden Çikolata ve Sakız Fabrikası, Mabel Çikolata, Vakko, Fredo Bebe Pudra, Odeon Plak ve Matara Fabrikası, Doyuran Lokantası… Bunlar, benim de gayet iyi bildiğim yer ve firmalar.

Sonra tarihi apartmanlar, simgesel binalar ele alınmış; buna bağlı olarak mimarlar ve önemli, sıra dışı simalar da kendilerine yer bulmuş. Tatavla’nın tanınmış simaları, kitabın çeşitli bölümlerinde yer almış.
Gerçekte, çok geniş zamanlara yayılan Tatavla tarihinde seçkin isimler o kadar çok ki burada yalnızca çok az bir bölümünü anabiliyorum:

Beykoz Spor Kulübü’nde kaleci Garo Hamamcıyan.
Köz Yayınları kurucusu Masis Kürkçügil — onun yayımladığı Yurt Ansiklopedisi’ni hepimiz biliriz.
Gazeteci Mıgırdıç Arzivan (Mugo), Beşiktaş gazetesinde fotoğrafçı.
Murat Ezer, belgeselci; Anadolu’nun Son Çığlıkları belgeselini 54 yıl sonra çekmiş. İstanbul Ermenileri belgeseli de var. Hâlen Agos’ta çalışıyor.
Hanriet Topuzyan Başoğlu, Anadolu ve İstanbul Ermeni mimarisi ve mirası üzerine çalışıyor.
Tülin Büyükkürkciyan, dans sanatçısı-yazar.
Ünü Kafkasya’dan İran’a, Suriye ve Irak’a ulaşan Diyarbakırlı marangoz Nişan Bederyan (Dikran Nişan) — yani ünlü Bilurçî Nişo Usta, bir kaval ve zurna ustası; kavalda ekol olmuş bir isim.
Tunç Boyacıyan — hepimizin bildiği adıyla Onno Tunç — ve kardeşi Arto Boyacıyan, kilise korosunda müziğe başlarlar; sonrası malum.
Diyarbakırlı Coşkun Sabah ve kardeşi Taşkın Sabah; babaları Ermeni, anneleri Süryani sanatçılarımız.
Cenk Taşkan olarak bildiğimiz Majak Toşikyan, Dr. Vahe Alliciyan Halacyan, Hayko (tavernalar kralı olarak anılır), Nubar Terziyan ve sinema yazarı-eleştirmen Alin Taşciyan da kitabın sayfalarında yer alıyor.

Çok kapsamlı bu çalışmayı anlatmak için sanırım sayfalar dolusu yazmam gerekir. Kitapta, benim de ilgi alanıma giren ve dikkatimi özellikle çeken bazı kısımlara değinmek isterim. Kendisini ilgilendiren bölümlerin seçimini ise okurlara bırakıyorum.

Semtin insanlarından Büyükada Yetimhanesi Müdürü Marika Hatsu, emeklilikten sonra Atina’ya yerleşmiş. Orada “Yetimhane’nin Tarihsel Süreci ve Sonu” kitabını yazarak buradaki öğrencilerine ithaf etmiş. Kurtuluş’ta öğretmenlik yaptığı sırada kızlar için ev mektepleri açarak, kırk kişilik sınıflarda dikiş-nakış, okuma-yazma dersleriyle Tatavlalı kızları eğittiği anlatılıyor.

1920’den önce kurulan “Karagözyan Yetimhanesi” ve bunun Atölye Okulu’nun bir asırlık tarihi, Sarkih Güreh tarafından yazılmış; Paros Yayıncılık tarafından 2009 yılında yayımlanmış. Kitapta ayrıca Nor Zortonk Tuzla Yetimhanesi’nden de bahsedilmektedir.

1837 yılında Sup Agop Hastanesi açılmıştır. 1839 yılında ise “fırsatlar şehri” olarak nitelenen İstanbul’a akın akın yabancılar gelmeye başlar. Gelen bu insanlar için müstakil evler yapılmaya başlanır. Sultan Abdülmecit, Fransa Kralı ve Avusturya İmparatoru bu işe destek olurlar.

Daha sonraları, bu insanların işsiz, güçsüz kalmaları ve bakıma muhtaç olmaları olasılıkları düşünülerek barınacakları bir yere ihtiyaç duyulur. Sanatkârlar evi / zanaatkârlar evi anlamında “Artigiana” kurulur. 1867’de Yabancıların Mülk Edinmesine ilişkin karar ile Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamit, bu binanın inşaatına para yardımı yaparlar.
Sonunda huzurevi yapılır. İlk kuruluşta rahibeler hizmet verir. Hâlen de din, dil ve ırk farkı gözetmeden Müslüman, Hristiyan ve Musevilerin barındığı bu huzurevi hizmetine devam etmektedir.
Artigiana, Sultan Abdülmecit’in de para yardımı yaptığı bir kurum olarak, Osmanlı’da bir yabancı kuruluşa tapu verilmesinin ilk örneği olarak dikkat çekmektedir.

Yine ilgimi çeken bir olay da bir dünya rekoru. 1906 Olimpiyatları’nda kırılmış ve ilk altın madalyamız buradan gelmiş. Hem de hiç bilmediğimiz bir dalda: artık olmayan “ipe tırmanma” yarışında.
İlk olay da bu madalya töreninde “bayrak çekme” sırasında yaşanmış. Olimpiyat Komitesi, Yunanistan bayrağı kullanmak istemiş ama ısrarlar sonucu Türk bayrağında karar kılınmış.
Yurt dışına giden ilk basketbol antrenörümüzün Yakavos Bilek olduğu belirtilmektedir.

Kurtuluş’un, Tatavla’nın tanınmış simaları içinde çok farklı insanlara rastlanmaktadır. Fransa’nın onur nişanı “Légion d’honneur” alan iki kişi, İngiltere’nin “Sir” unvanını alan bir kişi; ayrıca önemli mimar, ressam, şair, yazar ve kabadayıların, fakir bir semt olarak nitelenen Tatavla’dan yetiştiği belirtilmektedir.

Tüm bunlardan yola çıkarak, Tatavla’nın bir semt değil, koca bir tarih — koca bir kent olduğu kanısına varıyorum.

1914–1923 arası göçlerle süren yaşam (devam eden düzen), 1929 yangını sonrasında yeni göçlerle devam eder. Başta Erzincanlılar olmak üzere Anadolu’dan göç almaya başlar.
1941’de “Yirmi Kur’a Askerliği” (seferberlik ilanı ile gayrimüslimlerin askere alınması) ve 1942 Varlık Vergisi semte kan kaybettirir.

1954’e kadar Beyoğlu ilçesine bağlı olan semt, sonra Şişli’ye bağlanır. Böylece ikiye bölünür.
1970’lere kadar Rumlar ağırlıklarını korumuş; sonra Ermeni, Musevi, Türk, Arnavut, Kürt ve Süryani nüfus sırasıyla yoğunlaşmıştır.
Romanlar ise Feriköy ve Dolapdere’ye yerleşmeyi seçmiş.

Halkın konuşma dilinde “Rum, Ermeni, Yahudi” kalıbı, değişen demografik yapıyla **“Ermeni, Rum, Yahudi”**ye dönüşmüştür. Türkler 1930 itibarıyla var olsalar bile, bu semte rengini bu ifadedeki topluluklar vermiştir. Hâlâ da öyle devam etmektedir.

Kuruluşundan bu yana “Rum ağırlıklı” bir bölgede yatır ve türbe bulunması ilginçtir. Yazar da bu konuya özellikle değinmiştir:
Uşşakî Türbesi, Uşşakî Vakfı, Pir Seyyit Hasan Hüsamettin Türbesi.
Ebürrıza Dergâhı Sokağı’ndaEbürrıza Şeyh Seyyit Mehmet Efendi Türbesi”, suyu olmayan Ebürrıza Sebili ve bu sebilin üst katında bulunan “Şeyh Seyyit Ebürrızâ El-Bedevi” levhası dikkat çeker.
Türbe kapısına veya camına mum yakmayın uyarı yazısı da asılmıştır.
Tezveren Baba’nın, mütevazı bir Roman türbesi olduğu belirtilmektedir.
Bektaşi yatırı Cura Baba Türbesi, Ahmet Bedevi Hazretleri Türbesi gibi örnekleri veren yazar,
…Bu yatırların bir Rum mahallesinde yer alma sebebini ve padişah kadınlarının bölgeye çeşme yaptırmaları ya da tamir ettirme nedenini…
böyle açıklayarak araştırılmasını tarihçilere bırakmıştır.

Bizans Çöplüğü” olarak nitelenen bölgede tarlalar, genelevler, kaçak sigara, hap vb. satan Romanların varlığı, Laz Hatice’nin evinde trans kadınların çalıştığı, Kör Meryem’in evinde de benzer bir durum olduğu belirtilmiştir.
Kör Meryem’in tombalacı oğlu, o dönemlerde çok aranan mavi bandrollü Marlboro ve Kent sigaralarını satarmış. Bu gibi özellikler nedeniyle yaşlıların buraya “Bizans Çöplüğü” dedikleri ifade edilmiştir.

Mezarlıklar anlatılırken, 130 bin kişinin öldüğü kolera salgınından (1876) sonra kilise avlusuna defin işleminin yasaklandığı, o nedenle yeni mezarlıkların açılmaya başlandığı belirtilmiştir.
Bu dönemde ilk yeraltı mezarlığının da yapıldığını öğreniyoruz: Aya Lefter Mezarlığı, Helvacı Dede Mezarlığı vb.

Bu mezarlıklarda;
dört dil konuşan temizlik işçisi Garip Güler,
ünlü kabadayı Dündar Kılıç’ın kızı Uğur Kılıç,
Türkiye’ye ilk olimpiyat madalyasını kazandıran Yorgo ve Niko Alibrandis kardeşler,
film ve tiyatro oyunlarına konu olan namlı belalı Hiristo Anastadidis Ahilya (Hrisantos),
müzik dünyasından Yorgo ve Aleko Bacanos kardeşler,
ve Meyhaneci Despina ile Meyhaneci Niko da istirahat etmektedir.

Atina, Paris ve Girit’te yaşayan Kurtuluşluların, Tatavla’ya ait lezzet noktalarını yaşattıkları ifade edilmiştir.
Atina’da hâlâ çalışmaya devam eden “Tatavla’nın Köşesi” lokantasının müdavimleri arasında İstanbullular ve Kurtuluşlular da vardır.
Burada Marika Hanım’ın (Hamlacı / Malama) duvarda gençliğinde atletizm yaptığı günlerin fotoğrafları, madalyaları ve sertifikalarının asılı olması dikkat çekmiştir.
Tula Pastanesi, Tünel Şarküteri ve diğerleri de anlatılmıştır.

Atina’da bazı semtlere dağılmış olan Kurtuluşluların, birbirleriyle ilişkilerini kesmeden yaşadıkları, Anavişsos–Plaia Fokaia’daki (Eski Foça) Kostantinaupoleos Caddesi’nde yer alan İstanbul İhtiyarhanesi’nde yaşayan hemşerileriyle birlikte, Aya Dimitri Rum İlkokulu mezunlarının yıl dönümlerinde buluştukları anlatılmış.
Kurtuluş Gençlik Kulübü ile de ilişkilerini sürdürdükleri belirtilmiştir.
Yazar, 2014 Rum İlkokulu mezunlarının buluşmasına da katılmıştır.

Hüseyin Irmak, Kurtuluş’un karakteristik iki katlı binalarından ana caddede yalnızca bir tane kaldığını belirtir. Ara sokaklarda bulunanların da akıbeti, yazarın “…işleyen hızlı süreçlerde yerlerini kesinlikle kimliksiz apartmanlara bırakacak… çünkü tamamı özgün mimari biçimlere ve ruha sahip olan bu evlerin hiçbiri irtifalarında çıkılabilecek ek beş kat hayalinin yarattığı rantçı hırsın önünde direnemeyecek…” öngörüsüyle, acı gerçeği ve tarihe acımasızlığı yüzümüze bir tokat gibi vurur.

Bahsi geçen bu evlerden birinde tek başına yaşayan, her gün balkonundan yoldan geçenleri izleyen yaşlı, zarif bir Rum kadının ölümünden sonra uzun süre kapısı kilitli kalmış; çürümeye terk edilmiş evinin bir işletmeci tarafından restore edilmesini, binanın eski güzelliğinde bir işletme hâline getirilip yaşatılmasını ben de kutluyor, sevinçle karşılıyorum. Ancak bu güzel bilgileri veren Hüseyin Irmak’ı da kınıyorum (!) Bu güzel eseri ortaya çıkaran bir “insan” olarak bir **“Tatavla Müzesi”**ni organize edebilmenizi umut ederdim (çok zor olduğunu da biliyorum).

Ankara’da baba dostu bir esnaf lokantası vardı Samanpazarı’nda, adı “Abca” idi. Abca ölünce damadı işletmeyi sürdüremedi, kapandı. Şimdi o dükkânın tabelası Ankara Kalesi’nde Rahmi M. Koç Sanayi Müzesi’nde. Her gördüğüm ve duyduğumda Abca’nın ekmek kadayıfı, kuru fasulyesi ve diğer fırın yemekleri gelir aklıma; çünkü çok arkadaşımı götürmüştüm oraya. Onlar da müzeyi gezince anımsıyorlar ve bana haber veriyorlar. Anlatabildim mi? Apartman kapılarındaki anlattığınız o güzelim cam levhalar ve benzerleriyle ne güzel olurdu! Üzgünüm…

Yazar, Tatavla’nın evlerini ve müesseselerini tanıtırken önemli bir ayrıntıyı gözden kaçırmamış: Zaman içinde evlerin ve işyerlerinin değişen kapı numaralarının eski ve yenisini de belirtmek suretiyle yazmış. Bu önemli ayrıntı, geçmişine yönelip araştıran Tatavlalılar için büyük kolaylık ve yararlı bir bilgi olmuştur.

Ekmek teknelerini sırtında taşıyarak yaşayanları da es geçmemiş Sayın Irmak. O ne güzel bağırış çığırış: “Ro beynooo”, “Gay-makk!”, “Kırık tabak yamirem!”, “Sıcak simitler, sıcak sıcak simitler yanıyooor!” İlki seyyar beyin satıcısı; tabii topik satıcısı bile varmış o zaman. Çan çalarak dolaşan yoğurtçu Hasan, “kaymak!” diyerek satarmış yoğurdu. Eh, porselen tabak yamayıcısı da ilginç geldi bana. Meyve satan Arnavut Ali de var hikâyemizde. Simitçi Mehmet Ayışığı ise şikâyet edilmiş çok gürültü yapıyor diye. Oysa adam “Sıcak simitler, sıcak sıcak simitler yanıyooor!” diye bağırarak her tarafı dolaşır, hal hatır sorar, insanlar geçsin diye beklerlermiş. Tezgâhını alıp götürüyorlar. Bunun üzerine semtte sosyal medya ile örgütlenen elli kişi toplanıp aynı onun gibi topluca “Sıcak simitler, sıcak sıcak simitler yanıyooor!” diye koro hâlinde bağırarak eylem yapar ve Simitçi Mehmet’i tekrar tezgâhına kavuştururlar.

Diğer yerleşik, özellikli işletmeler: Pangaltı İşkembecisi, 1948’de kurulan kuşlar-kumrular simidiyle meşhur Harbiye Fırını. Bu simidin ortasında kumru, kuş motifi bulunur ve yeni yılın ilk günü yenilmesinin bolluk, bereket getireceğine inanılırmış. Kürekli Fırın (Hemşinli), Çukur Ciğerci, Mahir Lokantası, Kebapçı Çavuş, Taş Değirmenli Fırın ve Yaşar Kemal’in de devamlı müşterisi olduğu Doyuran Lokantası sayılabilir. Artin ve Baruyr Doyuran kardeşler, sanatçısından işçisine, esnafından futbolcusuna 15 dakikada bir boşalıp dolan masalarında birlikte yemek yedikleri; ilkin çorba, kuru fasulye ve salçalı etle başlayan menülerinin sonunda 100 ayrı yemeğe ulaştığı, İstanbul’da ilk enginarı da bu lokantada yaptıkları, ne yazık ki 1988 yılında kapandığı belirtiliyor.

Golden Çikolata ve Sakız Fabrikası 1940 yılında kurulmuş. Sokağı daima çikolata kokan kâgir iki katlı bir binada üretime başlar. Aleko Stefanilis, Sava Mellapailos ve Selim İskender’in kurdukları fabrika 1951’de Golden ismini alır. 1955’te saldırıya uğrayan yerlerden biridir. Fabrikanın Müslüman bekçisinin olayları duyunca çevreye yapışkan bir gıda maddesini dökerek saldıranların hareket kabiliyetlerini engellemesiyle hasarın az olduğu belirtiliyor. Mabel Çikolata ve Sakız Fabrikası da bu firmadan doğmuş. Hangimiz “Arap Mabel” etiketli sakızları çiğnemedik ki?

Vakko Atölye/Fabrikası da buradadır. Vitali Hakko’nun üç kez askere alındığı, burada kardeşi Albert ile bu işletmeyi kurduğu ve Vitali’nin “V”si, Albert’in “A”sı ile soyadının son üç harfiyle “Vakko” adının doğduğu; Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun da uzun yıllar emprime baskı desenleriyle burada çalıştığı, ülkemizde ilk çevre eyleminin burada gerçekleştiği de ifade edilmektedir.

Baskı ve üretimde kullanılan fueloil ve mazot bulunamayınca katran yaktıkları, bu nedenle çevrede bulunan Aya Lefter Mezarlığı’ndaki mermer mezarların sararıp karardığı; çevredeki evlerin balkona ve bahçeye çamaşır asamadıklarından şikâyet ettikleri anlatılır. Dönemin Patriği Athenagoras, Vitali Hakko’ya düzeltilmesi talimatını verir. Çevre sakinleri de bundan cesaret alarak imza toplayıp Ankara’ya şikâyet ederler. Bunun üzerine gelen heyet, “insana, bitkiye, bostanlara ve hayvanlara zarar verdiği” gerekçesiyle işletmeye yedi gün kapatma cezası verir. Zamanın İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’a çıkan Vitali Hakko iznini alır ve düzeltmeyi yapar. Böylece gerçekleşen ilk çevreci eylemin başarıyla sonuçlandığını da öğreniyoruz.

İstanbul, yedi tepe ve bu tepelere kurulan semtlerle bilinen kadim bir kent. Bilmediğimiz ne çok hikâyesi var! Öğrenmenin, sevmenin, tanımanın sonu yok. Okudukça merakım artıyor ve yeni yeni bilgilere ulaşıyorum: Yeraltı mezarları, Tatavla’nın müziğinin Atina’ya gidişi, Tatavla’nın Kaptan-ı Deryalığa bağlı oluşu, kiliselerin ortadan kaldırılıp yerine yenilerinin yapılışı, Azatlıların yaşamları, Kırım Savaşı esirlerinin salgın hastalıktan ölüşü, cenazelerinin Tatavla’dan törenle uğurlanması, bu nedenle Rusya’nın semte desteği, Fukara Perver Cemiyeti, padişahların atış talimi için Rum Kız Lisesi ile Fukara Perver Cemiyeti arasındaki yoldan geçmeleri (1838) ve aynı yolu Aynalıkavak Köşkü’ne giderken de kullanmaları…

Bu kitap içinde dolaşmak, inanın çok güzel! Bu semtlerde yaşayan insanlar içinse bir hazine. Yazar Hüseyin Irmak’ı, okuyucuyu pek çok bilgiyle buluşturan ve okuyucuya pek çok duyguyu bir arada yaşatan bu yararlı İstanbul kitabı için kutluyorum. Okudukça, sayfalar arasında gezindikçe insan daha fazlasını istiyor ama dolaş dolaş bitmiyor. Atlanacak bir satırı yok. Unutulmayan anıları canlanıyor insanın. Semtin yabancısı bir İstanbul tutkunu olarak benim ne denli etkilendiğimi düşününce, orada yaşamış, yaşayan ve de semti, İstanbul’u, ülkeyi bırakıp başka diyarlara gitmiş insanların gözünde bir ışık gibi “Gidelim Tatavla’ya – Görkemini Yitirmeyen Semt – Kurtuluş” kitabı…

Dünyanın dört bir yanında yaşayan Tatavlalıların semte duydukları özlemi, duyarlılıkları; yazarın deyimiyle “hâlâ semtiyle birlikte nefes alıp veren” bu insanların bu duyarlılıkları, semtin insanlarının da kıvanç duyduğu bir olgudur. Bu güzellikleri okuyucu ve orayı yaşamış insanlarla buluşturan Hüseyin Irmak’a yürekten bir teşekkür de benden. Sağ olasın!

Ali Erkan Güneri
Sosyal Hizmet Uzmanı
Ekim 2025

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir