Edebiyat,  Kitaplar,  Tarih,  Toplum

Bana Bir Resmini Yolla – Hidayet Karakuş

Deyim yerindeyse tuğla gibi bir roman nasıl kendini bir solukta okutursa işte öyle okudum beş yüz kırk beş sayfayıBir yazar nasıl olur da her eseriyle kendini her seferinde bu denli aşabilir diye şaşırarak, belki de yazarın adı Hidayet Karakuş olunca şaşırmamak gerektiğini anlayarak okudum.

Türkçem, güzel Türkçem, sen ne güzel ne varsıl bir dilsin… Yazar dilimizi öylesine ustaca kullanmış ki romanda… Akıcı, sade, duru, kendiliğinden geliveren… Daha önce hiç duymamış olsanız bile sözlük gerektirmeden tümcenin gelişinden kendini anlatan sözcüklerle bezenmiş… Ama elbette bunu aktaranın bir dil ustası olması birinci koşul. Sevgili dost Düriye Ayyıldız’ın aktarımıyla “Türkçem adresimdir.” diyen bir yazarın başarabileceği bir iş bu…

Yine Sevgili dost Mavisel Yener, imza günü fotoğraflarının altına yorum yapmış, “Yılın romanı bence. Muhteşem!” Aynı düşüncedeyiz…

Öncelikle, bir halk ozanının ağzından “Yol gelir, bel gelir; insan insana bol gelir. Deli olan çıkmaz dışarı, gurbet güle zor gelir. Yürü yürü, öleceğiz engürü, gözün gönlün açılsın ilk kez doğduğundan beri.” diye başlayınca bambaşka bir kurguyla başlıyoruz okumaya. Bir süre Âşık Hasan alıp gezdiriyor okuru diyar diyar. Sonra ana kahraman Tahsin giriyor sahneye, alıyor sözü o devam ediyor, âşığın bıraktığı yerden, ustaca, sanki hiç kesilmemiş gibi, sanki başkası anlatmıyormuş gibi. Bir ara mektuplar yazılmaya, okunmaya başlıyor, yaşanmışlıklar sürüp giderken… Nasıl da ustaca, nasıl da farklı, nasıl da merakla beklenerek…

Yazarın çok romanını okudum, ilk kez böyle bir biçemiyle karşı karşıya kaldım. Usta şairliği, usta yazarlığıyla birleşince mi böyle oldu diyesim var ama yine de dile hayranlığım çok anlatılacak gibi değil. Birkaç örnek vermezsem olmaz zaten:

“Akşam devinimlere başlamıştı köyde. Göğün batısı kızarıp kalmış, koyun melemeleriyle, tozlu gübre kokusuyla dolmuştu köy. Memiş siniyle geldi. Anası çorba, pilav pişirmiş. Yoğurt ezmiş kalaylı kapta. Soğan kesmiş yanına.”

“Kurusarı’nın içinde yürüdüm usul usul. Köy önüne doğru çıktım. Harmanlardan kalan çürük saman kokuları sardı burnumu. Ova karanlıktı. Uzaklardan gece kuşlarının sesleri geliyordu. Yakınlarda bir baykuş öttü. Bir köpek uzun uzun uludu. Bir başkası uzaklardan yanıtladı onu. Birkaç tanesi daha ağız dalaşına katıldı.”

“Her şeyin hayırlısı âşık. Hepimiz bir ekmek derdine düşmüşüz. Ekmek mi bizi güder, biz mi ekmeği kovalarız…”

“Gözü yatakta, aklı çarıklarında, gideceği yollardaydı… Artık oyalanmadan köyüne gidecekti.”

Aslında örnekler o denli çok ki hangilerini seçip paylaşsam diye şaşırdım. Üç beş tanesi böyle işte…

Romanın özü 1931 – 1938 yılları arasında bir Anadolu köyü ve kasabasında geçiyor ancak neredeyse tam anlamıyla Cumhuriyet devrimlerine halkın gözünden bakış… İyisiyle, kötüsüyle, sevabıyla, günahıyla, beğenenle, beğenmeyenle ve en önemlisi bütün saflığıyla… Aralarda tarihsel gelişmeler, (elbette devrimler de) romanın bütünlüğü, anlatım duruluğu asla bozulmadan, “Bak bu tarihte, böyle oldu, bu nedenle yapıldı” kuruluğuna düşmeden mektupların satır aralarında verilmesi tarih tuzağına düşen birçok yazara ders olacak özellikte…

Cumhuriyetimizin kuruluşunun ilk yıllarında yaşadığımız köylere ulaşılmazlık, hastalıklar sorununun işlenmesi son derece sahici bir dille işlenmiş. Biz hep savaş kazanıldı, Cumhuriyet ilan edildi, her yer, her şey güllük gülistanlık oldu diye bildik çoğu zaman. Aslında öyle olmadığı gerçekçi, çarpıcı ve yalın bir dille ancak bu şekilde anlatılabilirdi. Sıtma, kızamık ve diğer hastalıklarla nasıl mücadele edildiği ya da ilk yıllarda yokluktan edilemediğini okumak hatta yaşamak okurun gözlerinin nemlenmesine yol açıyor.

Yine biraz romana döneceğim, şiirselliğine, abartının nasıl yerinde kullanıldığına bir örnek:

“Bekledim. Bin yıl kadar bekledim. Gönlümde mevsimler geldi geçti, aklımda ömrüm bitti, türkünün burgacında gittim geldim. Battım çıktım. Yundum, arındım. Kirlendim, pirüpak oldum.”

Anadolu köylüsünün saflığını, temizliğini anlatan bir satır:

“Muharrem’in helali önümüze bir sini koydu ki… Nelerin olduğunu söylemeye dilim varmaz. Ayıptır.”

Oğlu hapse düşen bir babanın tepkisi:

“Sen canını sıkma. Oğlumuz içeriyi dışarıyı öğrenir. Bu ona akıl dayağı olur.”

Romanın her bölümü üzerinde bir halk deyişi var, ardından masalsı bir girişle başlıyor, gelecek bölümün önünü açan, yolunu çizen… Binbir gece masallarını andıran… Bizim, Anadolu’nun binbir gece masallarını… Bazen roman mı okuyorum, masal mı diyesim de gelmedi değil. Masalların bu denli güzel olduğunu yeniden anımsadığım için de çok çok mutlu oldum.

Dedik ya roman 1931-1938 yıllarını anlatıyor diye, Atatürk’ün ölümü de içinde dersem romanın sonları üzerine ipucu vermiş sayılmam sanırım. Bu bölümde insanların tepkisinin ne denli insancıl olduğunu görmek çok ilgi çekici. Ağdalı, bol ağlamalı sahneler değil, içten gelen, yüreklerden taşan acıların anlatıldığı hüzün satırları sadece ve elbette bu da bir başka ustalık…

Ne diyeyim, nasıl söyleyeyim sevgili Hidayet Karakuş ağabeyim…

Bu romanı dört yılda yazmışsın. Bundan sonrası için işin çok daha zor…

Ama sen büyük yazarsın, bekliyoruz…

M Osman Akbaşak

Editörün Notu: Bu kitap incelemesini okurken çok duygulandım ve gerçekten muazzam bir çalışma olduğu belli, Sn Hidayet Bey’in okuru bol olsun dileğimle birlikte, Sn Osman Bey’in kalemine de ayrıca sonsuz teşekkürler ediyorum. Muazzam bir anlatım…

Siz de fikrinizi söyleyin!