Deneme,  Edebiyat,  Kitaplar,  Toplum

Ama Bir Gün Bir Şey Olur

Huzursuz olmak ister misiniz? Cimri biri değilim merak etmeyin. Huzursuzluğumdan isteyene istediği kadar verebilirim. Dükkân sizin!

Başlıyorum o halde. Buyurun lütfen! Ben de hiç masum değilmişim: Olur olmaz yerde, rastgele ortamlarda, ona buna, hatta kimi zaman da değmez kişilere bir kova okuyup bir damla yazıyorum diyerek boşboğazlık ediyormuşum meğer. “Ama Bir Gün Bir Şey Olur” ve insan kendi durumunu fark ederse bunu da kazanç saymalı değil mi? “Bunlardan bize ne,” dediğinizi duyar gibiyim.

Anlatacağım olaydan sonra çuvaldızı önce kendime denedim. Sanıyorum bu durum sizi de acıtacak, incitecek. Huzursuz olacaksınız. Ama siz istediniz ne yapabilirim!

Bizim eve nerden baksanız ayda üç beş kitap, bir o kadar da edebiyat dergisi girer. Eşten dosttan ödünç olarak aldıklarımızı bunlara eklersek sayı daha da kabarır. Edindiğimiz kitap ve dergilerin içinde okumadıklarımız olur mu! Mutlaka olur! Oluyor. Hayat her zaman planladığınız gibi gitmiyor çünkü. Edebiyat ortamları da hayatımızın bir parçası. Ama buna rağmen…

Bir gece çok fena sancım vardı. Ağrı kesici falan derken dağıldı da dağıldı uykum. Kitaplığın bulunduğu odaya yöneldim. Sonra da vaz geçtim. Salonun değişik yerlerine içeriklerine göre bırakılmış kitaplardan birine uzandı elim. Bir öykü kitabı… Zeynep söz etmişti kitaptan. Hem de çok oldu. “Bir an önce bu kitaba başlamalısın. Kitap tam senlik” dediğini de anımsıyorum.

Kitaptaki birinci öyküyü can sıkıntısını gidermek, ağrılarımı unutmak, kendimi oyalamak için okuduğum belliydi. Hiçbir şey de anlamamıştım zaten. Ama yine de dikkatimi çeken bir şey oldu. Öyküye hemen girilemiyor. Adeta bir labirentten geçerek varıyorsunuz öykünün içine. Zahmet istiyor yani. İkinci öyküde ağrılarımın da azalmasıyla iyiden iyiye fark ettim bunu. Şimdiye kadar okuduğum öykülerin içinde, olayın ele alış biçimi, anlatım tekniği ve içerik yönüyle bambaşka bir öyküyle karşı karşıya olduğumu anlamakta fazla gecikmedim. Başka bir şey daha fark ettim: Öykü bir ajitasyon ya da bir propaganda metni değil. Safi öykü. Bir sonraki öyküye geçemedim bir türlü inanır mısınız? Sıkıldığımdan değil, uyku bastırdığından ya da ağrılarımdan ötürü de değil. Tutup aynı öyküyü bir kez daha okudum. Artık bende ne ağrı ne uyku… Acaba diğer öyküler de böyle mi? Diğerleri de bu derinlikte mi? Ya hayal kırıklığı yaşarsam! Bunu göze alamadığımdan mı yoksa aklım “Son Otobüs” adını taşıyan o öyküde mi kaldı, tam olarak bilmiyorum. Yine aynı öyküyü okurken buldum kendimi inanır mısınız! Şimdiye kadar benzer şeyler yaşamadım mı, yaşadım, yaşamadım diyemem. Murathan Mungan’ın Harita Metod Defteri adlı kitabını okurken de benzeri şey yaşadığımı anımsıyorum. Ama bu kadarla değil. Kitabın ilk on iki sayfasını bir türlü geçememiş, defalarca aynı sayfaları okuyup durmuştum. Bir tuhaflık var belki de bende.

Rasih ayakkabı tamircisi. Küçük bir dükkânı var. Ayakkabısının kırık topuğunu onartmak için geldiğinde tanışmışlar Zuhâl’le. Ayakkabı tamirciliğini bırakıp bir süre sonra kahveciliğe bulamış Rasih. Kumar oynattığından iş yoğunluğu artmış ve evine ha diyende gidemez olmuş. Evde bir ihtiyaç var mı yok mu baksın diye ara bir çırağı Kadri’yi göndermeye başlamış. Mahalleli bir süre sonra bir dedikodudur başlatmış ki sormayın. Aklını yuvasından uçurmuş Rasih’in. Milletin ağzı torba değil ki büzesin. Şüphe üzerine eve gelen Rasih, Kadri’yi ve “su damlası” karısını bir çırpıda öldürmüş. Üstelik kızı Nihâl’in gözü önünde.

“… ‘Ben” dedi; ben… seni hiç aldatmadım.’ Sonra başı devrildi. ‘Meral’ diye haykırıp ağlıyorum, ama ne fayda… Nihâl?! Güzel kızım, kapının önünde öylece durup bakıyor… O gözleri unutabilir miyim? Hiç! Bakışını, bakışındaki o derin anlamı…”

Olaylar öylesine çarpıcı, öylesine dokunaklı geri dönüşlerle anlatılıyor ki öyküde… Doğru söyle, diye soruyorum kendime. Doğru söyle Hayrettin, böylesine derinlikli kaç öykü okudun hayatında? Okumadım diyemiyorum. Ama okuduklarım yüzlerce, binlerce değil.

“Bugünü de sayarsam tamı tamına yirmi yıl olmuş Nihâl’e dokunmayalı.” Nihâl devlet dairesinde çalışmaktadır. “Beni affetmeyecek, yaşadıklarımızı unutmayacak mısın?” diyecek eğer Nihâl kendisini dinleyecek olsa. Rasih, bunun için önce kızının işyerine gitmeyi düşünüyor. Vaz geçiyor sonra. Son otobüsle kızının evine gitmek için, saatler öncesinden durakta beklemeye başlıyor.

“Ben bu akşam iyiyim böyle… Bu hüzünlü ampulün altında. Karar verdim bir kere; son otobüsü kaçıracağım! Yarın ne yapıp edecek, umutsuzluktan umut doğuracağım… Ben bu akşam. İyiyim böyle!”

Son otobüs de gidiyor böylece.

Bir daha bir şey okuyamam diye düşünmeye başladım öyküyü bitirince. Tutuldum adeta.
Neyse ki üçüncü ve dördüncü öyküyü de okumayı başardım belli bir süre sonra. Şaşkınlığım daha da artmış, bundan daha güzel bir öykü olur mu derken, daha güzelleriyle karşılaşmıştım. “Öbürkü” adını taşıyan dördüncü öykü 2019 yılında Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması’nda birincilik ödülü almış. “Öbürkü” mü? Mahalleli tarafından yalnızlaştırılan Henri’nin öyküsü… Nasıl güzel, nasıl güzel anlatılmış. Nasıl burkuluyor, nasıl seviniyor insan.

İçimden böyle öyküler bizde değil, dünyada da az yazılıyor dedim. “Hele “Başka Bir Günün Hikayesi,” adlı öykü. Pes doğrusu. Bu nasıl bir anlatım be adam! Dilin olanakları ve insanın hayal gücü bir öyküyü böylesine mi yedirilir? İnsaf yok mu sende? Bir öykü böylesine mi büyüler bir insanı? Diyelim bu öykü sahnelenseydi, ya da sinemaya aktarılsaydı, ortalık sarsılmaz mı, gişe rekorları kırmaz mıydı, diye geçiyor aklımdan. Sözünü ettiğim öyküler, Metin Turan’ın “Ama Bir Gün Bir Şey Olur” adlı kitabında. Kitap hakkında daha önce bir yerde bir şey okumamış, duymamıştım, Kendime ne diyeyim şimdi? Ama zaten bir yerde veya bir dergide de söz edilmemiş. Kendi eksikliğimi kapatmak için böyle bir bahaneye sığınayım mı?

Yazarın başka kitaplarına da ulaştım kısa sürede neyse ki. Çoklu okumalarımı seyrekleştirerek okudum her birini: Siyah Gökkuşağı (öykü), Başka Türlüsü (öykü), Her İnsan Bir Zamandır (Roman), Parçalanmayı Bekleyen (roman). Favori Yayınları’ndan çıkmış her biri. Son üç beş yıl içinde hem de.

Gezi Olayları, Anayasa, hukuksuzluk çok konuşuluyor ülkemizde. Keşke Gezi’yi bir de Parçalanmayı Bekleyen’in adlı romanın kahramanı Rıza’dan dinleseydiniz. Rıza Toşik’ten… Eminim rüyalarınızı başka türlü bir dünya mümkündür sesleri basardı… Çığlık olurdunuz siz de. Gezi kesilirdiniz. Yetmez vicdan arayışına çıkardınız; kendinizden başlayıp komşunuzda, ülkede, yöneticilerde arayıp dururdunuz… ”Hukuk”, “Adalet”, “insan hakları” diye bağırırdınız. “İnsan neresi?” karşılaştığınız kimselere… Don Kişot bir kez daha yeni anlamla çıkardı karşınıza.

Huzursuzluğumu bulaştıramadım size biliyorum. İzin verin devam edeyim anlatmaya. Belki başarırım.

“Öbürkü” adlı öyküye birincilik ödülü veren Ümit Kaftancıoğlu Öykü Jürisi’nin üyeleri büyük vebal altındalar bana göre. Bu öyküye birincilik ödülü vermek yeterli mi? Eğer bu ödül için jüri üyeleri özenle seçilmiş, onlar da bu jüride hakkıyla yer almışlarsa hiç olmasa öykünün yer aldığı kitabı okumazlar mı? Onların da hayatlarında böylesine derinlikli pek az öykü okuduklarını düşünüyorum. Düşünüyorum ve başka türlü düşünemiyorum çünkü.

Sakın bana okuduklarını söylemeyin. Çünkü jüri üyesi dediğimiz bu insanlar sonuçta birer yazar, birer öykücü… Okumuş olsalardı en azından bir yerlerde birincilik ödülü verdikleri öyküden, öykünün yer aldığı kitaptan, hatta yazarın başka kitaplarından bir şekilde söz ederlerdi. Duyardık bizler de.

Vebal altında kalan başkaları da var: Yazara, Özkan Mert Roman Ödülü veren Jüri üyeleri, hatta daha başka jüri üyeleri de… Sayayım mı daha? Yaratıcı yazarlık atölyelerini yöneten yazarlar. Onlara, “İşte yazmak isteyen öğrencilerinize örnek gösterebileceğiniz bir yazar,” diyen biri de çıkmamış örneğin. Öykü yazarlarıyla veya öykü kitapları üzerine söyleşi yapanların da aklına gelmemiş böyle şeyler.

Bu gerçeklik, yazarın içinde bulunduğu durumla ilgili olsa gerek. Metin Turan yirmi yıldan fazla bir zamandır cezaevinde. Cezaevlerindeki “Hayata Dönüş Operasyonu” ve açlık grevleri sırasında görme yetisini kaybetmiş büyük ölçüde. Tedavisinin cezaevi koşullarının dışında yapılmasına ilişkin elinde doktor raporu da varmış. Buna rağmen 16 puntoluk yazı karakteriyle ve adeta gözlerini cama dayayarak öykü ve romanlarını üretmeye devam ediyormuş. Böyle bir duruma kayıtsız, böyle bir duruma sessiz kalan ülkede neresi içerisi, neresi dışarısı pek kestirmek zor. Bilebildiğim kadarıyla Türkiye Yazarlar Sendikası ve Pen Yazarlar Derneği de Metin Turan’la ilgili bir bilgiye sahip değilmiş.

İnsanın insanı araması için işe kendisinden başlaması lazım. Çuvaldızı önce kendime doğrultmamın nedenini sanırım anladınız . Becerebiliyorsanız siz bari benim durumuma düşürmeyin kendinizi. Huzursuz olmayın yani. Önemli işleriniz vardır belki de ne bileyim! Nâzım Hikmet içeride çürütülmedi mi? Sabahattin Ali kadim devlet kültürünün bir gereği olarak öldürülmedi mi? Kolayı var: “Nasıl olsa bu toplumsal sistem insan yeteneklerinin mezarlığıdır,” deyip çıkın kenara. Nasıl olsa muhalifliğinizi de göstermiş oldunuz işte. Kim size ne diyebilir! Hatta bana şöyle bir öğütte bile bulunabilir, “Suçluyu övmek de suçtur,” diyebilirsiniz. Yok mu öyle Taş Devri aydınları sanki!

Metin Turan ne suç işledi, neden yatıyor bilmiyorum. Benim için fazla önemi de yok. Bildiğim bir şey var, o da şu: Onun şu an ki bilgi, bilinç ve yetenek durumu onca yıl hapiste yatmayı gerektirecek durumun çok üstünde ve çok ötesinde. Taş Devri aydınlarının, devlet adamlarının ve hukukçularının dışında kimse de bana “suçluyu övdüğüm” gibi saçma sapan bir şey söylemesin. Söz konusu olan belki de dünya çapında bir yazarın yazma koşulları ve onun görme sağlığını kaybetmekle yüz yüze olduğu.

Diyeceğim şu: Görme yetisini tümüyle kaybetmekle yüz yüze olan Metin Turan belki de bir Sait Faik, Ernest Hemingway, Edgar Allan Poe, Stefan Zweig, Honoré de Balzac, John Steinbeck, Jack London, Fyodor Dostoyevski ya da Lev Tolstoy…

Çuvaldızı önce kendime deniyorum demiştim yazının başında. Ben de geç fark ettim Metin Turan’ı çünkü… Benim Metin Turan adında edebiyatçı, folklor araştırmacısı bir arkadaşım var. Çok da beğenirim. Ruşen Hakkı Şiir Jürisi başkanlığını yürüttüğüm dönemde tanımıştım kendisini. Suları Islatan Mecnun adlı kitabıyla ödül vermiştik ona. Ama Bu Metin Turan, o Metin Turan değil.

Sorumluluğumdan ve ihmalin üzerime yüklediği yükten bir yere kaçmıyorum. Şimdiye kadar öğrenip bir şeyler yapmak ve böyle bir yazarın özgür bir ortamda yazması için elimden geleni yapmadığım için kendimi aklama şansım hiç yok. Bir yazar ya da bir okur aynı zamanda iyi bir yazar araştırmacısı olmalı. Bu yazı bir çığlık. “Ama Bir Gün Bir Şey Olur” diyerek attığım bu çığlıkla önce kendimi protesto ediyorum.

Bu yazı aynı zamanda bir çağrı. Çağrım herkese! Çünkü bir şeyler yapmalı! Yapacağımız şey bilgimiz, bilincimiz ve vicdanımız kadar olacak elbette. Kim kimden daha fazlasını isteyebilir ki!
Yazımı, V.Volf’’un sözleriyle bitiriyorum: “…basit sözcüklerle konuşalım gelin… ne ağdalı sözler olsun, ne özenti. Vezni bozalım, unutalım kafiyeyi. Kendimize bakalım serinkanlılıkla. Kimimiz cılız, kimimiz şişman (…) Çoğumuz yalancı. Hırsız ayrıca. Yoksullarımız da zenginlerimiz kadar kötü yürekli. Belki daha beter. Öyleyse paçavralara gizlenmeyin (…) Kurşun saçanlara, oraya buraya bomba atanlara bakın bir. Bizim sinsice yaptıklarımızı açıkça yapıyor onlar…

Hayrettin Geçkin

Türkiye’de İşçi Hukuku

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir