Deneme,  Tarih,  Toplum

Osmanlı’nın TÜRK’E Bakışı

Sultanların, liyakatten uzak ve beceriksiz yönetimleri, keyfi idareleri, borçla sürdükleri zevk ve sefaları neticesinde acze düşmeleri, Viyana kapılarındaki aylar süren başarısız kuşatmalar sonucu Avrupalıların “yenilmez” dedikleri Türkler; artık “yenilebilir” olduğunu anlaşılmıştı. Bu durum Avrupalıları karşısında karşı saldırılara geçmek ve intikam almak için cesaretlendirmişti. İlk başlarda saldırılar topla tüfekle yapılmadı. Osmanlının gereksiz saray harcamalarıyla ve lüzumsuz askeri harcamalarla bir çıkmaz içinde olan ekonomisini fırsata çevirmek isteyen sermaye sahibi Avrupa ülkeleri, Osmanlıyı borç batağına çekmeyi başardılar. Tüm sömürgelerinde olduğu gibi girdikleri ülkede sermayelerinin gücüyle nasıl söz sahibi olduysalar ve nasıl yönetimi ele aldıysalar, çıkarları doğrultusunda kurallarıyla, planlamalarıyla Osmanlı’da da yönetimin iplerini, ellerine aldılar. Artık kendilerine karşı yapılan en küçük bir direnişe, Osmanlı’ya bunun bedelini büyük yaptırımlarla, yüksek bedellerle ödetiyorlardı. Para, yönetimde tek söz sahibi oluyorken, rüşvet, riyakarlık, düzenbazlık, haksızlık ve adaletsizlik yaşamın her alanına yayılıyordu.
İmparatorluğun kurucu unsuru Türkler, yönetimden uzaklaştırılıyor, haklarından yoksun, tarlasına köyüne hapsedilip yoksul ve cahil bırakılıyor, yaşamın ve ülke yönetimin merkezine, türlü imtiyazlarla donanan yabacılar yerleşiyordu.
Dört kez sadrazamlığa gelen Kamil Paşa döneminde Edirne, savaşlara ve işgale her koşulda direnirken; “Şu Edirne’yi versek de borç alabilsek” gibi can yakan sözlerin Bab-ı Ali’de (sarayda) dolaşması, esarete gidişin habercisiydi. “Yedi gün sonra aç kalacağız; Bulgarların isteklerini kabul etmekten başka umarımız yoktur. Yine de ondan sonra borç alabilmek için içeride bir uygunsuzluk çıkarmamalıyız” diyen vekillerin oluşturduğu Meclis, kişiliksiz ve onursuz bir siyasete teslim olmuştu. (1)

Padişahlara erkek çocuk doğuran Haremdeki cariyeler Sultan oluyor, böylece Türk olmayan padişah anaları; padişahların haremine küçük yaşta kız ve oğlan çocukları temin eden hadım edilmiş Harem Ağalarıyla birlikte söz sahibi oluyordu.
Böylece, Türk örf ve geleneklerinden uzak, bir yalan rüzgarı içinde entrikalarla dolu ve çıkar ilişkilere dayalı ahlaktan ve itibardan yoksun Türk’ün imparatorluğunda Türk’ün adı siliniyordu. Başta padişahlar ve sultanlar, devşirme sadrazamlar sonra da imtiyaz sahibi yabancılar ve zenginler, Türk’ü ve Türklüğü aşağılama yarışı içine giriyorlardı. Türk’üm diyenler ayıplandı, Türklük yasaklandı, Türk ise Türklüğünden utanır oldu.
Son 250 yıllık Osmanlı dönemi yönetiminde, Türk’e yaklaşımın, ne derece aşağılayarak bakıldığını, aşağıdaki şu şiirin mısralarında da görebiliriz.
“Türk değil mi, Merzifon’un eşeği,
Eşek değil, köpekten de aşağı.” (2)

Türk’ün buna verdiği yanıtta ise ne derece ezildiğini görmek mümkün:
“Şalvarı şaltak Osmanlı, eğeri kaltak Osmanlı
Ekmede yok biçmede yok, yemede ortak Osmanlı” (3)

Osmanlıdaki yönetim birimleri, Türk halkının kurduğu imparatorluğun mirasına konmuş mirasyediler gibiydiler ve dağdan gelip bağdakini kovuyorlardı.
Son Padişahı Vahdettin’in yayımladığı bir bildiride:
“Türkler dini, kavmiyeti, vatanı meşkuk (kuşkulu…) ve mahlud beş-altı milyonluk cahil bir kitledir.”
Türkçesi şu demek:
“Türkler; dini, soyu sopu, yurdu belirsiz karmakarışık bir cahiller sürüsüdür”.
Osmanlı’nın “kavmi necip” yani “üstün ırk” dedikleri Araplar karşısında, 1912 yılında Sebilürreşt dergisinde çıkan bir yazıda Türk ulusuna; “Türk” deyiminin kullanılmamasını reva görüyor, aksi halde dinsizlikle ve kâfirlikle suçluyordu. (4)

Milliyetçilik akımının başlamasıyla imparatorluk tebaasında olan etnik kökenlilerin, Osmanlı yönetiminden kopuşunun başladığı 19. yüzyılın ilk yarısında ve sonlarında büyük toprak kayıpların yaşanmasında bile, Osmanlının Türk’e olan yaklaşımı değişmemişti. 1874 yılında “Dünya Tarihi” kitabının yazarı, Askeri Okullar Bakanı Süleyman Paşa, “Osmanlı devletin adıdır, milletimizin adı Türk’tür” görüşünü dillendirmesine rağmen, bu düşüncesini kendi kitabında bile kullanmaya cesaret edememişti.

Koçu Bey, 4. Murat’a sunduğu risalesinde (küçük kitap) Türkler hakkında şunları yazıyordu:

“…mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı, Türk, Çingene, Tatar, Kurt, Ecnebi, Laz, Yörük, Katırcı, Deveci, Hamal, Ağdacı, Yol kesen, Yankesici ve diğer çeşitli kimseler…”
“… harem-i hümayuna kanuna aykırı olarak, Türk ve Yörük, Çingene, Yahudi, Dinsiz, Mezhepsiz, Nice Kallaş ve Ayyaş Şehir Oğlanları girer oldu…”

İşin acı tarafı ise, bu sözlerin yazılarak, Türk olduğu söylenen, Türk’ün ecdadı kabul edilen Osmanlı Padişahına veriliyordu. Namı değer, Sultan Abdülhamit Han Hazretleri’nin (!) Araplara ve İslamiyet’e dayanan siyaseti, Türk’ü ve Türkçülüğü baş düşman olarak ilan etmekten geri durmamıştı. Onun zamanında “Türküm demek, Türk’ten söz etmek büyük suçtu”.
Devletin dayandığı kendi halkına bu denli yabancılaşmasından olsa gerek; Osmanlı devletinde kamu ile ilgili belgelerde, Türkçe sözcüğe 1876 Anayasasına kadar hiç rastlanmamıştır. Hem dini hem de dili değişime uğramış bir ulusa, Osmanlı devletinden dışında başka bir ülkede rastlanmış mıdır yeryüzünde?
Kendi yöneticisi tarafından aşağılanan, üst üste gelen yenilgiler sonucunda benliğini, kişiliğini yitiren ve varlığını yitirmek üzere olan Türk halkı, tarihinin belki de en zor dönemlerinden birini daha yaşıyordu. Osmanlı aydınların arasında uyanma belirtileri gösteren çok az sayıda da olsa bazı kişiler vardı. Bunların arasında en önemli kişilik elbette Ziya Gökalp bir öncüydü ve şöyle haykırıyordu:
“Sorma bana oymağımı boyumu,
Beş bin yıldır millet gibi yaşarım…
Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı,
Türküm, bu ad her unvandan üstündür”. (5)

Öte yandan, özgür düşüncenin olmadığı bir ortamda, kendi ulusal çıkarlarını savunma olanağından yoksun olan bir avuç kişi, yurt dışında özgürlük arıyorlardı. Bu aydınlar, yurt özlemi ile, ülkelerinden aldıkları yüz kızartıcı haberlerin ve kötü gelişmelerin ezikliği içindedirler. Onlardan birisi, o günlerin koşullarını, şu duygusal satırlarla günümüze aktarmaktadır:
“… Bir mayıs sonu ya da bir haziran başı idi. Bağımsız fakat, bütün kalbiyle ittifak devletlerinin zaferini kutlayan bir Avrupa şehrinde, başım eğik, gözlerim yaşlı dolaşıyorum. Yüreğim bir derin uçurum, kafam bir cehennemdir. … Gün geçmiyor ki, bir mağazada bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir alay edilme veya ağır bir hakaretle karşılaşmayayım. … Lakabımız ‘makak’tı (bir çeşit şempanze maymun türü). … Gönül verdiğimiz genç kızlar, Türklüğümüzü sezince bizden iğrenip kaçıyordu.
İşte, o şehrin bu cehennem atmosferi içinde, bir gün yılgın ve çekingen dolaşırken, gözlerim, ansızın, bir gazete satıcısının sergisinde, bir sürü gazete adı ve başlıkları arasında, iri harflerle dizilmiş şu satırlara ilişiverdi:
“BİR TÜRK GENERALİ İTİLAF KUVVETLERİNE KARŞI, YENİDEN HARBE HAZIRLANIYOR!..”
Titreyerek gazeteyi aldım. Yürürken okuyorum;

“Mustafa Kemal Paşa isminde bir Türk generali.'” 
İşte o Mustafa Kemal önce bölgesel, sonra ulusal toplantılarla Türk’e, Türklüğünü, dünyaya insanlığını anımsatacak uğraşısını başlatmadan önce geldiği İstanbul’dadır. (6)

Osmanlı padişahların kökenlerine bir kez daha göz atarsak 3. padişah olan 1. Murat’tan başlayarak padişah analarının kökeni öğrenilecek, Türk ulusunun kanı ve canı üzerine kurulan saltanata karşın, Türk’e düşman oluş nedeni daha iyi anlaşılacak, “ecdat” özlemi çekenlerin “ecdatları” daha iyi tanınmış olunacaktır.

Yüce Türk Ulusuna saygıyla…

Mehmet R Aşar

Kaynaklar;
(1) Celal Nuri, “Tarih-i İstikbal, Mesail-i Siyasiye, 1331, sf. 37-47
(2) Özer Ozankaya, a.g.y., sf.121
(3) Sadık Erenler, “Şalvarı Şaltak Osmanlı’dan Acılar Diyarı Dersim’e
(4) Mustafa Coşturoğlu, a.g.y., s.278, 279.
(5) 1915 (Yeni Hayat) Ziya Gökalp
(6) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, istanbul, 1971, s.24, 25

Siz de fikrinizi söyleyin!