
Modern Felsefe ve Edebi Barış İdeali
Modern felsefenin taşıyıcı sütunlarından ilki; Rotterdamlı Erasmus’tan bu yana “ebedi barış” olarak tanımladığımız, insanlığın kalıcı iç barış idealidir. Yukarıda işaret ettiğim gibi, ebedi barış kavramını özgürlük kavramı çerçevesinde almak gerekir. Aksi durumda barış, basit bir şekilde baskıcı bir “yasa ve düzen” uygulamasına dönüşebilir. Bu bakımdan barış kavramının, insan ilişkileri açısından ne anlama geldiğini iyice bilince çıkarmak gerekmektedir ve bu, kanımca en iyi Aristoteles’e dönülerek yapılabilir.
Birbirleriyle ilişkilerini barış ilkesi üzerine kuranlar, birbirleriyle karşılıklı kapsayıcı ve birbirlerini karşılıklı tanıyan ilişki içine girerler. Burada tanıma kavramını Hegelci anlamda, yani öznelerarasılık olarak, birbirlerini kendilerinin eşiti ve özgürü olarak kabul eden ve kendilerini diğerinin dolayımıyla kuran; birbirleriyle koşulsuz, diğer bir deyişle hiçbir karşılık beklemeden dayanışma içinde olan insanların ilişkilerinin ifadesi olarak almak gerekir.
Karşılıklı tanımada ifadesini bulan öznelerin kendilerini karşılıklı kurmasından farklı olarak savaş, diğeriyle kurulabilecek en olumsuz ilişki biçimidir ve diğerini iç ve dış dünyamızdan öteleyip kovmak, hatta sonunda gerekirse tamamıyla yok etmek anlamına gelmektedir. Bu bakımdan savaş, düşmanca bir tavır sergilemeye, hatta karşılıklı yok etmeye kadar götürürken; barış, dostluk ilkesi üzerine kurulu ilişkiler geliştirir. Aristoteles’e göre her insanın bedeninde dostu kadar ruhu vardır. Barış ve dostluk içinde yaşayanların her birinin bedeninde, toplumunun tüm fertleri kadar ruhu var demektir. Bu nedenle barış ve dostluk içinde yaşayanlar hemen her bakımdan zengindirler; neşe ve sevinç dolu olurlar.
Buna karşın savaş içinde olanlar, Thomas Hobbes’un başlıca eserlerinde, örneğin Leviathan’da gösterdiği gibi, hep yalnız; toplumsal ilişkiler bakımından sefil ve her bakımdan yoksul olacaklardır. Savaş durumunda neşenin yerini keyifsizlik ve sevincin yerini keder ve isteksizlik alacaktır.
Yeniçağ ve modernlik insanlık çağıdır. İnsanlık çağı ile kastettiğim, Yeniçağ ile birlikte tüm insanlığın tarihinde, insanlık bir bütün olarak dünya çapında ortak mekân ve zaman algısı oluşturmaya başlamış olmasıdır. Bu, insanlığın tüm insanlığı kapsayan ortak insanlık tarihi ve bu ortak tarihe dair bir ortak tarih bilinci oluşturmasının önkoşuludur. Bu evrensel kuşatıcı, fakat ayrıntıyı da gören bakış açısı felsefe ve bilim açısından kuşkusuz yeni değildir. Rotterdamlı Erasmus, Barışın Şikayetçisi adlı denemesinde, insanlığın iç savaşının sonlandırılıp iç barışının sağlanabileceğini söylemesinin üzerinden tam beş yüz yıl geçti. Aynı şekilde, insanlığa Ütopya adlı eserinde yepyeni bir ütopya sunan Thomas Morus, kendisine önerilen krala danışmanlık teklifini “İşi savaş sanatını geliştirmek olanlara, benim gibi barışı isteyen birisinin danışmanlık yapması mümkün değildir.” diye reddeder. Teklifi, barışçı olmasına karşın pragmatik düşünüp oportünist davranarak, statü, mevki ve kazanç nedeniyle kabul etmesini önerenlere yanıtı açıktır: “İnsan düşündüğü gibi yaşar. Barışı savunurken, savaştan beslenenlere savaş çıkarmaları için danışmanlık yapılmaz.”
Rotterdamlı Erasmus ne diyordu? Tüm inançlar eşittir. Hiçbir inanç diğerinden daha üstün değildir. Bu nedenle inançlar arası barış zorunludur, gereklidir ve mümkündür. Bu, nihayet insanlığın binlerce yıldan beri arzuladığı kalıcı iç barışını getirecektir. 17. yüzyıl İngiliz filozofu John Locke, Hükümet Üzerine İkinci Deneme’sinde, Erasmus’un ve Morus’un önerdiği insanlığın iç barışının ekonomik olarak da temellendirilmiş bir öneri olduğunu, sadece bir iyi niyet, bir arzu, bir temenni, bir dilek, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya olmadığını gösterdi. Ekonomik olarak tüm insanlık, içte en sıradan herhangi bir gereksinim nesnesinin üretimi için bile bağımlı hale gelmiştir. Bu ontolojik iç bağımlılık durumu, tüm insanlığın ortak özgürleşmesinin ön koşulunu oluşturmaktadır. Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’nde ve Karl Marx’ın Das Kapital’de, her birinin kendi çağında göstermeye çalıştığı tez budur: İnsanlık ya bir bütün olarak özgürleşip kurtulacak ya da hep beraber barbarlık içinde debelenip duracak.
Hegel, insanlığın tarihinin felsefesinin anlamını bu bakımdan özgürlük bilincinin dışavurumu olarak tanımlamıştır. Pandemi krizi, felsefenin ve bilimlerin beş yüz yıldan beri işlediği bu konuyu, günlük bilinç açısından da insanlık çapında algılanır kılmıştır. Bu algı, insanlığın nihayet iç barışının sağlanmasının da önkoşuludur.
Prof. Dr. Doğan Göçmen

