Deneme,  Kurgu

Kum Taneleri

Henüz 2003 senesinde, ben daha 39 yaşımda iken Almanya’da tanıştığım arkadaşım Osman’ın bana gönderdiği bir mektubu size aktarmak istiyorum.

Ömrümün ortasında tanışmış olsak bile onunla benzer hatta eşit şeyleri yaşadığımızı fark ettik ve o dönemde aynı anda başımıza gelen musibetlerden dolayı dert ortağı olduk. Hal böyle iken ikimizin sohbetleri uzun sürer ve derin konular üzerine olurdu. Son olarak beş sene evvel görüşmüştüm Osman ile.

Merhaba Nizamettin

Çocukluğumda Kumburgaz’da plajda denize girer ve kumsalda çok oynardık. Ellerimle sıcak kumu kepçelerdim ve kum tanelerinin parmaklarımın arasından su gibi akmasını çok severdim. Tekrar tekrar ellerimi kumla doldurur ve ellerimden akmasını izlemeyi çok severdim. Bazen kumu ıslatırdım ve o ıslak kumdan ellerimle köfte, top veya çeşit çeşit şekiller yapardım. Ancak onlar da akşama kadar bozulurdu. Ya güneş o köfteleri, topları kurutur ve onların kum taneleri rüzgarla beraber her istikamete savrulurdu ya da plajda oynayan diğer çocuklar onları büyük bir zevkle parçalardı. Güneş, rüzgâr ve çocuklar etkisini göstermese bile denizden savrulan kabarık bir dalga bütün eserleri yerle bir ederdi.

Bugünlerde, bu gözlemlediğim kum akıntısının ve benim ıslak topların vesaire akıbetinin derin bir anlamını fark ediyorum.

Elli üç yaşına gelene kadar neler geçti hayatımdan.

İlk önce annem ve babam ellerimden sızdı. Ben daha altı yaşında iken önce annem Almanya’ya gitti. Bir sene sonra Babam da gitti oraya. Yine bir sene sonra da kardeşim ve ben Almanya’ya gittik. O yaşlarda bugünden daha çok önem verdiğimiz vatanımız, çok sevdiğimiz dede, anneanne, teyzeler, enişteler, dayılar, yengeler, kuzenler ve mahalle arkadaşlarımızdan bir gün içinde uzaklaştırıldık. Vatandaş ve insan iken bir anda “İşçi Ailesi” olduk. En azından Türk Pasaportumuz bizi artık öyle tanımlıyordu.

Almanya’da yıllar hızlı geçti. İlk iki sene de kardeşim ve ben Almancayı rahat ve aksansız konuşmayı başardık ve kelime hazinemiz Türkçemizdekinden çok daha genişti. Anne babamız ve hatta Türkiye’deki akrabalarımız ve akranlarımız ile konuşurken, Türkçesini bilmediğimiz kelimeleri Almanca söylerdik ve herkesin onları anlayacağından hiç şüphemiz olmazdı. Hey gidi günler hey.

Almancayı “iyi” bilmemden dolayı 9-10 yaşlarında başlayıp bugüne kadar devam eden, ebeveynlerimin ev sahibi, işveren, resmi daireler veya doktor ziyareti gibi resmi ve önemli görüşmelerine “tercüman” olarak refakat etmek mecburiyetimdeydim. Çocuk aklı ve dilimle elimden ve aklımdan geldiği kadar çeviri yaptım, ancak anlatılanların öneminden ve bununla beraber yanlış bir çevirinin nelere mal olacağından tamamen bihaberdim. Bu fırsatlarda emeklerim için hiçbir övgü ve takdir almadığım gibi, bir yanlışım ortaya çıkınca bir sürü de azar işittim.

Oku da adam ol derlerdi büyüklerimiz hep. Ben de bunu ciddiye aldım, biliyor musun? Okudum, hem de bolca ama Almancamı geliştirmek için. O yıllarda Almanya’da Türkçe kitap bulmak imkansızdı. Nereye vardı bu gelişmeler? Almancam gelişti, okulda, futbol kulübünde, mahallede arkadaş çevrem yüzde 99 Almandı. Türkçem tamamen geriledi. Lise son sınıflarında iki kelimeden fazla Türkçe konuşma mecburiyetinde kaldığım zaman kekelemeye başlıyordum. Anlayacağınız, ana dilimde de elden gitti.

Ondan sonraki yıllarda olması gerekenler oldu. İlk ve ondan boşanana kadar son kız arkadaşım bir Alman kızı oldu. Lise son yıllarında başlayan ilişki ve sevgimiz 6 seneyi doldurunca beraber nişanlanmaya karar verdik. Bu kararımızı annem ve bildirince babam kıyameti kopardı. Ben ona sormadan nasıl elin gavurunla evlenirmişim, gelinimi o seçecekmiş diye başladı, ağzına ve aklına geleni saydı. Babam bana 14 yaşında benden aldığı sözü yüzüme çarptı: Ben bir Alman kızınla evlenmeyeceğim. Birbirimizi seviyoruz dedim, fazla umurunda olmadı. “Altı senedir bayram, seyran her türlü fırsatta evimize gelirken hiçbir itirazın yoktu da şimdi mi var. Bizim uzak yakın tanıdıklara sizinle misafirliğe gittiğimizde oluyordu da şimdi mi olmuyor? Türkiye’ye bizimle beraber tatile gelirken neden itiraz etmedin de şimdi bu kadar karşı geliyorsun?” diyerek soruları sıralayınca sustu.

Son kozu zannettiğimi kullandı: Oğlu bir Hristiyan kızınla evlenirse çevresindeki insanların yüzüne bakamayacağını hatta rezil olacağını söyledi. Kız arkadaşımın bir Alman olmasına rağmen herhangi bir dine mensup olmadığını ve benim de onun da herhangi bir Tanrıya da inanmadığımızı söyledim.

“Beni ilgilendirmez. Benim oğluma gelin olacak kız Müslüman olması lazım, o Müslüman olmazsa seni onunla evlendirmem ben” dedi. Tepem orda attı: “Baba, benim nerem ne kadar Müslüman ki ben ondan Müslüman olmasını isteyeyim?” diyerek haykırdım. Karşılığında “Ben buna razı olmam” dedi. Ben de “Olmazsan olma! Ben altı senedir deli gibi sevdiğim kızı senin işine gelmiyor diye terk edemem” dedim ve sırtımı dönmek üzereyken avazı aldığı kadar “O zaman bundan sonra benim oğlum değilsin” sözlerini bana bağırdı. Üstüme kaynar sular dökülür gibi oldum. Gözlerimden yaşlar fışkırdı adeta. Yüzüne bakmadan “Nasıl istiyorsan öyle olsun” diyerek evi terk ettim ve öfkemde kapıyı var gücümle kapıyı çarptım. Meğerse bir babanın oğluna karşı son “kozu” veya “silahı” buymuş. O anda babamı ikinci kez ve onunla beraber insanlara olan güvenimi kaybettim.

Ben buna rağmen sevdiğim Alman kızı ile nişanlandım ve daha sonra da evlendim. Babam annemin baskısı ile nişanımıza ve düğünümüze de katıldı ve gelenek gereği üzerine düşenleri yaptı. Hele ilk torunu doğduktan sonra, babam bütün söylediklerini adeta bir anda unuttu.

Ben unutamadım ve ondan sonra güvenemedim, kimseye.

Evliliğimizin on ikinci, beraberliğimizin on dokuzuncu yılında kendi kurduğum ailem de o plajdaki kum taneleri gibi ellerimden sızdı gitti. Ayrıldık. Birkaç sene sonra da boşandık.

Sana geçmişimden anlattıklarımdan bildiğin üzere, benim hayatım sadece bu kayıplardan ibaret değildi. Başarılarım da vardı, mutlu ve çok mutlu olduğum dönemlerim de vardı. Örneğin iki çocuğumdan aldığım sevgi ve mutluluğu sana defalarca bahsetmiştim. Ama bu kayıplar her zaman bir kırmızı çizgi gibi yaşamımın ortasında idi.

Parmaklarımın, ellerimin arasından sızan o kum tanelerinin her biri yaşamın bana verdiği fırsatların, imkânların ve anıların bir simgesi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bunların da büyük bir kısmı aynı o kum taneleri gibi parmaklarımın arasından sızıp gittiler, unuttuğum anılar gibi.

Kusura bakma kardeşim bugün tekrar kederli günlerimden birini yaşıyorum ve seni çok duyarlı ve sabırlı bir dinleyici ve okuyucu olarak tanıdığım için içimi sana döktüm.

Ne diyorsun? Senin hayatında da böyle bir kırmızı çizgin var mı?

Değerli cevabını merak ve ilgi ile beklerken

Seni saygı ve sevgi ile selamlıyorum

Osman

Nizamettin Karadaş

1964 İstanbul doğumlu. 1972 den bugüne kadar Düsseldorf, Almanya ikametli. Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, 2 yetişkin kız çocuğu babası. 12 yıl Avukatlıktan sonra mesleğini bırakmış, her konuda meraklı, araştırmacı, analist ve okumasını seven rahat ve huzurlu bir insan.

Siz de fikrinizi söyleyin!