
Hep O Şarkılar Geliyor Aklıma
Dostluğumuza, düşbağımıza, devrime, şarkılara, şiirlere sığınarak ona;
“Ne ettun bana böyle uşağum, bir kanadumla gençluğuma uçacak oldum az kalsun, biriyle kopacak oldum kendumdan… Bi de kitap bitti da… Yok midur yenusi… Onda da çocukluğumuz dolaşsa, olmaz mı? Bilmeni isterim ki iki defa okudum ama kesmedi.”
Ha bunları diyecek oldum işte ona… Şenol’a… Şenol mi? Şenol Morgül! Rizelidur da! Bizim uşak! Şiir yazmasa da şairdir. Ama daha çok şarkı…
Solundan ve yolundan asla ayrılamayan, ısrarından ve sözünden dönmeyen biri Şenol. Yeteneklerini insanlığın yararı, yaşanır bir dünya ve güzel bir gelecek için seferber etmiş tutarlı bir düşçü… Şarkılardan, şiirlerden ve vicdandan bir adam. Yaptığı iş ve sahip olduğu yeteneğiyle çok ama çok para kazanabilecekken, çok daha iyi koşullarda ve ayrıcalıklı bir yaşam sürdürebilecekken o, devrimci olmayı, devrim şarkıları söylemeyi, direnç şiirleri okumayı ve insanlığın özlemlerini dillendirmeyi seçmiş. Hiçbir şey onu bunlardan koparmaya yetmemiş. Bu tespit sadece gençliğinin özeti değil Şenol’un, bütün hayatının da özeti…
Şenol ünlü değil ama önemli biri.
Fikret Kızılok’u anımsayın… Kızılok, bakmış ki ünlü oluyorum, hemen kendisine çeki düzen vermiş. Ünü değil, önemli olmayı yönelmiş. Başarmış da bunu. Şenol’un aklından bile geçmemiş ünlü olmak. Devrimci olmak, şarkıların, şiirlerin ve düşlerinin içinde yaşlanmak bir yaşam biçimi olmuş onun için. O, böyle bir sanatçı. Bunun altını özellikle çizmek gerekir. Kendisine sorsanız, “Dayanışma çalgıcısıyım,” der geçer. İşini güzel yapar, sözünü de güzel söyler ama. Asi olmasına asi! Güler yüzlü olmasına güler yüzlü! Asiliği ödünsüzlüğüdür ve kötülere karşıdır. Güler yüzü; insana, doğaya, devrime, şarkı ve şiirlere… Çocuk şenliklerinden bir yüz de görürsünüz onun yüzüne baktığınızda. Elindeki “çalgıya” dokunduğunda başka türlü bir dünya yayılır duyarlıklarınıza. Gençliğini ve gelecek güzel günleri hep aklında tutar.
Ne olur ne olmaz diye aklında tuttuklarından bir de kitap yapmış, toprağın ve insanın hafızasına güvendiğini belli etmek için: “Hep O Şarkılar Geliyor Aklıma.” Bu kitabı yazmamış olsaydı, belki de birimizin ya da birilerimizin çıkıp onu dava etmesi gerekirdi.
Kitabı imzalayarak göndermiş bana. Daha yayınevinden çıkıp eline geçer geçmez üstelik. Benim yerimde olsaydınız, sahne aldığı her yerde eline geçirdiği her müzik aletini olağanüstü güzellikte çalan, yaşanası bir dünyayı çağrıştıran şarkılara can verip insanı büyüleyen, anlattığı fıkralarla ortalığı kırıp geçiren ve yüreği kor halinde devrim için çarpan bu adamın neler yazmış olacağını siz de merak ederdiniz kuşkusuz. Doğma büyüme şarkı, şiir ve devrim adamının neler yazdıklarını…
Kitap elime geçer geçmez bir solukta okudum. Etkisi uzun sürdü bende. Aradan epey zaman sonra bir kez daha okumaktan alıkoyamadım kendimi. Bu yazı da öyle çıktı ortaya zaten.
Kitap, 12 Eylül öncesi Rize’deki devrimci mücadeleye ışık tutuyor ağırlıkla. Devrimcilerin nasıl yetiştiğine, yardımseverliklerine, duruşlarına, şefkatli oluşlarına, onların dayanışmacı ruhlarına, ne istediklerine ve ülkelerini nasıl bir aşkla sevdiklerine… Dünyayı değiştirmek istediklerine de kuşkusuz. Kitap aynı zamanda o döneme ilişkin bir Türkiye panoraması. Şenol, kitabın içinde hücre hücre, soluk soluk, sokak sokak, aşk, şarkı ve şiir halinde.
Şimdiye kadar insanlığın ve ülkelerinin çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün tutan; adil, eşit, bağımsız, demokratik, özgürlükçü bir Türkiye ve barış içinde yeryüzü için hiçbir şeyini, canlarını bile esirgemeyen devrimcilere, başlarına gelenlerden ötürü hep üzüldüm. Çok haksızlık yapıldı onlara çünkü. İşkencelerden geçti pek çoğu, zindanlarda çürüdü, darağaçlarını boyladı…
Kitabı okurken sık sık devrimcilere üzülmemin yerine geçen başka bir duygudan, bir acıma duygusundan söz etmek için kurdum son iki cümleyi. Ya bir insan devrimci olmadan yaşamışsa… Kişisel mutluluğundan başka derdi, bir tasası olmamışsa… Bir umudun içinde bulunmamış, yaşamış olmakla bir değişime omuz vermemiş, bütün bunların içinde kendisini lif lif söküp yeniden yapmamışsa ve yüreğini boydan boya insana ve doğaya karşı şefkatle doldurmamışsa, yani yaşamın romantizmini kaçırmışsa; başına aşktan, kitaptan ve devrimden belalar açmamışsa…
Bir insan için asıl üzülünmesi gereken durum bu değil mi? Can Yücel’in Deniz Gezmiş için yazdığı şiirdeki “Acıyorsam sana anam avradım olsun” dizesi geliyor şimdi aklıma.
Şenol’u şarkılar doğurmuş, şiirler büyütmüş anladığım. Doğanın bin bir kokusu boy vermiş ona, devrim özlemi cemreler halinde düşmüş yüreğine. Aşka ve devrime yazılmış bu yüzden. Bir kavganın güzelliğinde aklaştırmış saçlarını. Yağmurlar ülkesi Karadeniz, Karadeniz’in hırçın dalgaları, dereleri, yaylaları ona öylesine bir vicdan sunmuş ki horon havasında yaşamış ne yaşamışsa. Başına her aşk, her bela gelmiş… Ama insan kalmış. Safi insan. Aşktan, sevgiden ve güvenden bir insan… Şarkılardan, türkülerden ve devrimden…
Bu dediklerimi “Hep O Şarkılar Geliyor Aklıma” adlı kitabından öğrenemezsiniz sadece. Onun “çalgısından” kim tatmışsa, okuduğu şarkılarla, şiirlerle kime, kimlere dokunmuşsa hepsinin ortak beyanı budur.
Şenol’un İletişim Yayınları’ndan çıkan “Hep O Şarkılar Geliyor Aklıma” adlı kitabı bir şiir, bir şarkı, bir öykü, bir deneme kitabı… Bunların hiçbiri! Ve bunların hepsi…
Kitabı okumaya başlar başlamaz gençliğime çivileme daldığımı fark ettim. Sudan çıkarılıp tekrar suya bırakılmış balık gibi kaldım bir an. Allar ve ateşler içinde buldum kendimi. Bu ne haldır diye aynaya yetiştirmeyi akıl edebildim yüzümü zor bela. Baktım, yüzüm yarım kalmış aşk! Baktım, demokratik, özgürlükçü bir dünyanın özlemi duruyor hâlâ gözlerimin kıyısında. Dudaklarımda isyan, saçlarımda düş lekeleri, dilimde bir devrim tadı ve düşucumda Şenol’un şarkıları. Onun çaldığı pek çok müzik aletinin tınılarını dağıttım duyarlıklarıma sonra. İyi geldi. Kendime geldim.
Kitaptaki sözcüklerin her birini Karadeniz’in köpüklü dalgaları yontmuş, derelerin sazağı okşamış sanki. Oraların insan sıcağında ve esprilerinde yumuşamış. Sanki tohum gürültülerinden geçirilmişler her birini tek tek… Yüreğim kitabı ikinci okuyuşumda da küt küt etti. Neredeyse bir çekişte bitti ikinci okuyuşumda da…
Anlatılanlar 1976–80 yılları arasına ilişkin ağırlıkla. Okurken heyecan duyduğum, kalbimi tuttuğum, ağladığım, sevindiğim, üzüldüğüm anlar oldu. O döneme ilişkin yazılmış kitaplardan farklı geldi nedense. Yakaladı beni; acıttı, yaraladı, sağalttı… Dokundu dedim bu kitap bana. Bir süre avazım çıktığı kadar sustum. Sonra kuşlara şiir okudum, sokaklara slogan, gökyüzüne taş attım.
Bir yolu olsa, o yıllara dönülse ve birlikte yazılamaya çıksak seninle Şenol, dedim içimden. İçimden dedim ki öyle büyük binalar yapıldı ki günümüzde, ağabeylerin gönderdiği sloganı üçe, dörde bölmeye gerek yok bu kez Şenol. Tek bir binanın duvarına sığar ne kadar uzun olursa olsun: “Fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar, her şey emeğin olacak!” Altına ister Devrimci Yol yazılsın, ister Kurtuluş, emin ol aramızda hiçbir sorun çıkmaz bu sefer.
Sanki karşımdaymış gibi, dedim ki: “Şenol, biz o zamanlar yel değirmenlerine karşı mı savaştık ne?” Bir ses yankılandı sanki ondan bana o sıra: “Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber ya hiçbirimiz…” Dedim, ille ki bunu da yazmak lazım büyük binalardan birinin duvarına, yoksa abiler kızar. Bir ses daha ardından: “Her ne olacaksa, neleri yeniden yaşamamayı ve neleri yeniden yapmamayı öğrenmiş bir şekilde olacak. Üstelik yel değirmenlerinin sayısının şimdi daha da arttığını unutmadan!”
Kitap bittiğinde Şenol’un yerinde olmak istediğimi geçirdim bir süre aklımdan. Hali vakti yerinde bir aile aslında. Ailede pek çok kişi müzikle uğraşıyor, pek çok “çalgı” girmiş eve. Piyanosundan bağlamasına, udundan kemençesine, gitarına kadar… Kitapla, sanatla iç içe bir yaşam. Sevgiyle büyümüş sonra Şenol. Önemli olduğu hissettirilmiş aile içinde kendisine sürekli. Bu koşullarda devrimci olmayı seçmiş o. Benimkisi zorunluluktan, onunkisi vicdani zorunluluktan… Kıyas bile kabul etmez. Sonra Şenol gibi müzik aletleri üzerinde gezinmemiş parmaklarım. Öğretmen okulundan flüt veya mandolin çalmadan mezun olan tek öğrenciyim. Böyle bir rekorum var benim de. Alamamışız işte. Anam, “Yoksulluğun gözü kör olsun,” derdi. Peki ben ne yapmışım? Bildiri dağıtmışım, yazılama yapmışım ama Şenol gibi çalgı çalamayınca, özlediğim dünyaya daha fazla katkı vermek için tutup bir de sözcükleri birbirine sürtmüşüm, şiir çıkarırım diye…
Benim açımdan kitabın özeti şu cümleler:
“Güler yüzdü devrim; kötülük karşısında iyilikti. Coğrafya acılarını ve aşklarını derin bir mizah duygusuyla yaşayan Karadenizlilere, kendileriyle ve hayatla alay etme becerisi bağışlamış sanki.” …
“Faşizmi ezeceğuk, üstüne gezeceğuk.”
(s. 90)
Kitabın içinden rüyalar görüyorum. Birkaçını sıralayayım isterseniz:
Harçlıklarını mücadelenin ortak kasası haline getiren bizim çocuklar, bildiri dağıtıp acıkınca, bol kepçe esnaf lokantasına girip yöreye mahsus pilav üstü kadayıftan yiyorlar. Paraları çıkışmayınca da “vermeyesiye” defterine yazdırıyorlar. İşlerini bitirmenin rahatlığıyla radyo-televizyon tamircisi babasının eve getirdiği pilli cep radyosunu aşıransa Şenol. Mahalle arkadaşlarıyla birlikte naklen maç yayını izleyip çılgınlar gibi tezahürat yapıyorlar tuttukları takım lehine…
Rize’nin Deniz Gezmiş’i Bayram Ali, bir Ramazan günü caminin avlusuna beton atılacağını duyuruyor arkadaşlarına. Durum bellidir. Her yağmurda âşık olan bizim çocuklar, sevabına çalışırlar. Teravih namazının arkasından imam, “Bugün camimizin avlusuna beton atmaya gelen Kurtuluşçu arkadaşlardan Allah razı olsun,” deyince orada bulunan bizim uşaklara da cemaatle birlikte “Amin” demek düşecektir.
Şenol, Rize’nin bir yerinde toplanan kalabalığa çaydaki sömürüyü anlatıyor. Adamın biri çıkıp, “Devrimden sonra çay bahçelerini devletleştirecekmişsiniz diyorlar,” diyor. Şenol zor durumda. Soru çalışmadığı yerden. Neyse ki kıvraklık gösterip, “Senin çay bahçen kaç dönüm?” diye sormayı akıl ediyor adama. Cevap: “Dört.”
“Sen korkma, biz dört dönümden fazla çay bahçesi olanlarınkini devletleştirip olmayanlara vereceğiz.” Adam sevinçten dört köşe. Dönüp arkadaşına bağırıyor o kalabalığın içinde: “Kemal, senin çay bahçeleri gitti, gitti!”
Yıllar sonra kalabalık bir etkinlikte Sezai Sarıoğlu ile sahnedeler… Şenol, güzel günlerden söz edip “Güzel günler göreceğiz” şarkısını okumaya hazırlanırken kalabalığın içinden adamın biri:
“Ula Şenol, kırk yıldır aynı şeyi analatıysun; bi bok olduğu yok!” diye seslenince, şaşkınlığından sıyrılan Şenol;
“Vallahi bize de kırk yıl önce bu sakallı ağabey anlatmış, biz de inanmıştık,” deyip mikrofonu Sezai Sarıoğlu’na tutuyor. O da bütün sakinliğiyle,
“Anlatılanlar harfiyen doğrudur, ama ben kimseye tarih vermedim,” şeklinde bir şeyler söyleyip işi tatlıya bağlıyor.
Anlattıklarımın hepsi kitabın ortasından. Benim uydurduğum bir şey yok.
“Hep O Şarkılar Geliyor Aklıma.” Bu kitabın okunmasını çok isterim açıkçası. Devrimcilikle tanışmış olanların pek çoğunun yaralarını hem derinleştirecek hem de iyileştirecektir. Salt derinleştirecek olsa bile, “Bir yara derinleşmeden iyileşmez,” deyip göze almak gerek bu kitabı okumayı. Hiç devrimciliğe bulaşmamış kimselerse bu kitabı okurlarsa kendilerine acımaya başlarlar büyük olasılıkla. Fakat bir umut, başkalarının acılarına kayıtsız kalanların, kendi acılarıyla başa çıkamayacaklarını da sezebilirler. İnsan olmak doğuştan kazanılan bir edim değil ki. Kaldı ki adil, eşit, demokratik, özgürlükçü bir dünya istemek ve bunun için mücadele etmek bir bilgi işi, bir birikim işi ama en çok da vicdan işi.
Hayrettin Geçkin

