Deneme,  Edebiyat,  Toplum

Gecikmiş Mektup (Erdoğan Şahin’e)

Bir kıyıdan bütün denizlere, bir tepeden bütün insanlara kardeş olmak üzere yurt edindiğim yerdi Didim. Yaklaşık beş yıl oyalandım oralarda. İnsanın öğrenecekleri varmış demek ki. Sonra büyük acılarla, büyük yıkıntılarla ve büyük hayal kırıklıklarıyla ayrıldığım yer olarak geçti kişisel tarihime. Hayatımdaki kırılmalar sonucu sığındığım o yerden de( ne acılar çektirdin / helal et) diyerek ayrıldım. İçimdeki düş eziklerinin bir kısmı o zamandan. Aldığım yaraların ve sırtımdaki kırbaç izlerinin bir kısmı…

Çok fazla yalnızlık egzersiziler yaptım oralardayken. İşe yaramadığını anlayınca insan aradığım bile oldu. Kalabalıklar içinde insan aramak çok eziyetli bir işmiş meğer. Kendimden kendime çok gidip geldim. Bir bakıma yeni kendimle de o sıralar tanıştım.

Yeni kendimle tanıştım ama seninle tanışamadım çok istediğim halde. Didim’de çıkan bir gazete geçmişti elime. Daha orada ilk günlerimdi. Senin yazın! Yazını bir solukta çektim duyarlıklarıma. Daraltma içini; bu çapta yazı yazan biri varsa, buralarda rahatlıkla yaşanır dedim kendi kendime. Çok sürmez tanışırız da. Ne olacak; dost oluruz her kimse.

Telefonunu edinip aradım seni birkaç kez. Olmadı, yazdığın gazetenin kapısını çaldım. Kimse yoktu. Herkes hiçbir yer bulup çekip gitmişti. Seni aramaktan vazgeçtim daha sonra. Tanımadığım sana küstüm, kırıldım. Gökyüzünün altındaki en güzel yeryüzüydü ne de olsa Didim. Yağmalanma korkusu geçiren kıyıları adımlayıp durdum günlerce. Yazılarının tutkulusu olmuştum bu arada. Her birini kaçırmadan okuyordum desem yeridir. Çünkü başka kimsem yoktu. Senle değilse de gazetedeki köşenle arkadaş olmuştum.

Şiirlerimin, öykülerimin bir kısmını orda iken yazdım. Tanışsaydık ilkin sana okurdum onlardan bazılarını. İçimden bunları ne çok geçirdim bir bilsen. Gidilmemiş yerleri, çıkmadığım adaları anlatır dururdum sana eğer tanışmış olsaydık. Belki de sözcüklerin girilmemiş kapılarını zorlarken yardım isterdim senden. Yaşanmamış aşklardan, kurulmamış dünyalardan da söz açardık, kim bilir! Didim’in güzel koylarından birine çekilir, dünyaya karşı kadeh bile kaldırırdık şiir eşliğinde.

Didim’e, oradan ayrıldıktan sonra da yolumu düşürdüm. Ne de olsa anılarım vardı arkamda. Arkadaşlarım, birkaç dostum… O arkadaşlarımdan birine anlatmıştım sana olan küskünlüğümü, kırgınlığımı. Ki o arkadaş alıp geldi seni bulunduğumuz yere günün birinde. “Sürpriz! Sürpriz! Bu kadar kolaysa yaklaşık beş yıl kaldığım Didim’de o zaman niye gerçekleşmedi tanışmamız? İçime kapandığıma mı saymalıyım, erken pes ettiğime mi? Hayat bazen böyle garip sorular da bırakır geride, öyle ya! Tanışır tanışmaz da özetledim durumu sana.

Tanıştığımız günün akşamı yemek davetinizi kabul edip evinize gelmiştik Zeynep’le .Böyle olmasaydı insan iyisi eşinizi, Hülya Hanımı da tanıyamayacaktık. Neler konuştuk neler o akşam! Şairleri, şiiri, sanatı, edebiyatı…Didim üzerine de az şey konuşmadık bu arada. Ve o süreçle birlikte algıladım ki sen, Didim’de yaşamayı seçmekle birlikte oraya dünyayı getirmişsin; Paris’i, Bremen’i, Londra’yı; Aristoteles’i, Brecht’i, Pikasso’yu, Leonard’dı, Nazım’ı, Ahmet Erhan’ın, Hasan Hüseyin’i, Ahmed Arifi, Sipinoza’yı, Epikür’ü ve daha birçok sevdayı… Yine o süreçle birlikte anladım ki sen Didim’deki insanları aklının ve yeteneklerinin sınırlarına doğru yolculuğa çıkarma çabası içindesin. Kısaca bir kenti sessizce yetiştirdiğini gördüm. Dedim, insanlığın oğlu olmak böyle bir şey. İçten içe imrendim sana. Baktım, sözcüklerin insanları üzebileceğini de hesaplayarak yumuşatıyorsun, çiçekliyor öyle iletiyorsun karşındakilere. Bu da inceliğin. Aşktan, barıştan, sevgiden bir dünyanın eskizini oluşturuyorsun adeta Didim’de. Artık yakalanmıştın bana. Bu tanıklık bahtiyarlıktır benim için, çok gecikmiş bile olsa…

Sen Didim’de aşkın, sanatın, edebiyatın, insan olmanın; dahası okumanın, düşünmenin, düş kurmanın, sorup sorgulamanın kozasını böyle kurarken, seni esinleyenin Hülya Hanım olduğunu da anladım kısa zamanda. O sana doğru yola çıkardığı ırmaklarla içindeki büyük insanlık çeliğine su veriyordun. Dayanışmamın en güzel örneklerini evinizden birlikte başlatıyordunuz her seferinde. Bu tanıklığım da bahtiyarlığımdır. Dediğim gibi çok gecikmiş de olsa.

Sonra bizim dostluğumuz. Çınar ağaçları kaç senede yetişir, vakur hale gelir… Bir bilen vardır kuşkusuz. Dostluğumuzun kısa zamanda vakur bir çınar ağacı halini alması anlaşılır bir şey aslında. İnsanın etten, kemikten yapıldığını değil de duygulardan yapıldığını ayrımsayan herkes kolayca anlayabilir bunu. Bir de içinde güzel dünyalara özlem büyütenler. Mesele insanı insana taşımakta.

En son mektubumu, yine Didim’deyken ulu şairimiz Ruşen Hakkı’nın ölümünün ardından kaleme almış, Didim’de düzenlenen bir edebiyat etkinliğinde okumuştum. Dünyanın ve Türkiye’nin köy adresli tek edebiyat dergisi olan Akköy Dergisi’nde yer almıştı o mektup. Senin ve Hülya Hanım sayesinde yeniden mektup yazmayı anımsadım, düşünsene… Üzerinden on yıla yakın bir zaman geçmiş.

Biriniz insanlığın oğlu, biriniz kızı insanlığın… Öyle kalın. Çünkü böyle çok güzelsiniz. Dostluğunuz güzel, insanlığınız, arkadaşlığınız, duruşunuz…

Ne kadar oldu sahi tanışmamız? Bir yıl mı iki yıl mı? Tanışmamızdan Birkaç gün sonra Çanakkale’ye dönmüştüm. Bu mektubu da Çanakkale’ye döner dönmez yazacaktım. Gecikmişim.

Ne düşünüyorum biliyor musun? Aileleriniz, Hülya-Erdoğan çiftinin evliliklerine mâni olsalarmış, onları yüzde yüz dava etmek gerekirmiş… İyi ki eş olmuşsunuz. Bilebildiğim kadarıyla iyi bir çift olmayı oluşturan kadın da erkek de yarımdır aslında. Birbirleriyle tamamlanırlar daima…Siz de öylesiniz. Daha uzun süre tamamlanın birbirinizle. Sevinçle, sağlıkla.

Ne güzel sizleri tanımış olmak. Evet geç de olsa.

Hayrettin Geçkin

Siz de fikrinizi söyleyin!