Deneme,  Edebiyat,  Gündem Arşivi Klasikleri

Bir Aşkın Hüznü

Gün doğarken ufukta beliren kızıl çizgi, Leyla ve Mecnun’un aşkını hatırlatırdı bana. Gözlerimde büyüyen o kızıl, sevdanın en güzel, en acı rengiydi. İnsan ruhunu deşen bir aşk, nasıl olur da bu kadar kutsal, bir o kadar imkânsız olabilir? Bu düşünce, her mevsim dönümünde içimde yankılanırdı.

Leyla’nın adı bir şarkının nağmesi gibi yankılanırken, Mecnun’un sessiz haykırışları gökyüzüne ulaşırdı. Ama bu haykırışlar, gökyüzünü delip geçemezdi; onları yerle yeksan eden toplumsal yargılar ve ailelerin çatışmaları vardı. Leyla, bir kuş kadar özgürdü belki, ama ayak bileklerine bağlanan görünmez zincirler, onu yerinde tutmaya mahkûm etmişti. Mecnun ise, Leyla’nın yokluğunda çöllere düşmüş, yalnızlığın ve çaresizliğin diyarında kaybolmuştu.

“Dünyanın bütün kitaplarını yakabilirsin; ama bir tek aşkla yazılmış kitabı yakamazsın” der Mevlânâ. Leyla ve Mecnun’un aşkı, bu yakılmaz kitapların en özeli gibiydi. Sayfaları gözyaşıyla yazılmış, rüzgârın taşıdığı her kelimesi yüreklere dokunmuştu.

Aşklarını imkânsız kılan yalnızca dış dünyaydı sanılırdı. Ama bu sevda, iki kalp arasına sızan korkular, tereddütler ve yanlış anlamalarla da örülüydü. Mecnun’un gözlerinden okunan o derin özlem, zamanla bir ibadet şekline dönüşmüş, Leyla’dan çok onun hayaline tutulmuştu. “Sevda öyle bir denizdir ki, derinliğinde boğulmayana aşk demezler,” dememiş miydi Şems-i Tebrizî? İşte Mecnun, o denizde kendi varlığını kaybetmişti.

Leyla’nın güzelliği, sabah vaktindeki çiğ damlaları gibiydi; varlığı tarifsiz bir huzur verse de, dokunmaya kalktığında yok olurdu. İnsan, hayal ettiği güzelliği somutlaştıramazken, Leyla ve Mecnun’un dünyası da hayalle gerçek arasında sıkışmıştı. Onları birleştiren yegâne şey, aşkın kendisiydi; ama aynı aşk, onları sonsuza dek ayıran duvardı.

Bir fırça darbesi gibi hüzünlü ve keskin bir melodiydi bu aşk. Leyla bir nota, Mecnun bir sessizlikti. Ancak ikisi bir araya geldiğinde bir ahenk oluşturuyordu. Fakat ne zaman birleşmeye çalışsalar, evrenin dengesi bozuluyordu sanki. Goethe’nin “Gerçek aşk, birlikte olmak değil, birbirine rağmen var olmaktır” sözleri, bu hikâyenin tam kalbine dokunuyordu.

Bugün, hâlâ uzak bir dağ yamacında esen rüzgârla birlikte Leyla’nın adı gelir kulağıma. Onu takip eden sessizlik, Mecnun’un suskunluğundan başka bir şey değildir. Ve işte o an, anlarım ki bu sevda, aşkın en saf ve en kırılgan halidir: dokunmaya kıyamadığınız, yalnızca uzaktan seyredebildiğiniz bir yıldız gibi.

Bir aşkın en güzel hali, belki de asla kavuşamamaktır. Çünkü kavuşmak, hayalleri gerçeğe, gerçeği sıradanlığa çevirir. Leyla ve Mecnun, bu dünyada birbirlerine değil, aşkın ebedi suretine kavuşmuşlardı. “Aşk, her şeyi göze almaktır. Ve bazen, vazgeçmektir,” der bir bilge. Onlar vazgeçerek kazandılar, adlarını ölümsüzlüğe yazdırarak.

Ve bir yıldız kayar, bir dua edilir… Leyla ve Mecnun için hâlâ bir umut var mıdır, dersiniz? Belki de umut, onların çoktan buldukları bir yerde saklıdır: aşkın ebedi sonsuzluğunda.

SerZer

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir