Deneme,  Gündem Arşivi Klasikleri,  Tarih,  Toplum

Türkiye’de Millet ve Milliyetçilik Fikirlerinin Doğuşu, Bugünkü Millet ve Milliyetçilik Anlayışımız

Üzerinde yaşadığımız toprakların coğrafyada Türkiye diye adlandırılmaya başladığı yakın tarihlerden beri, ülkemizde millet ve milliyetçilik fikirleri de yoğunluk kazanmıştır. Bir süre önce aynı topraklarda yaşayan, aynı insanlara Osmanlı denirdi. Osmanlı Devleti’nin, kurucusunun adından aldığı bu isim, bir süre sonra kendi ülkesinde ve başka ülkelerde, üzerinde yaşayan topluluğa verilen ad oldu. Oysa Osmanlı diye bir millet artık yakın çağın anlayışına göre söz konusu olamazdı. Ama kendi döneminde Osmanlılık uzun süre gurur verici bir sıfat sayılmıştır. Devlet kuvvetli iken onun adı ve bayrağı altında toplanmak, sınırları içinde yaşayan fertler için gurur verici idi. Yeniçeri ocaklarındaki eğitim düzeni, devşirmecilik sistemleri, başkalarının da iyi Osmanlı olmalarını ve bununla öğünmelerini sağlıyordu. Toplumun adı Osmanlı idi. Fakat bu toplumun egemen unsuru Türk’tü ve Türkçe konuşuyordu.

Batıda millet ve milliyetçilik akımları, 18. yüzyılın sonlarına doğru, büyük Fransız Devrimi’yle başlamış ve Napolyon savaşları ile Avrupa’da yayılmıştı. Fransız Devrimi’nin burjuvazi lehine gelişen özgürlük, eşitlik, adalet ilkeleri yayıldıkça millet ve milliyetçilik kavramları da hızla yayılıyordu. Sanayi Devrimi, buharın sanayide uygulanması ile süratle gelişince, dinamizm kazanan toplumlarda millet olma ve milliyetçilik akımları da büyük bir hız kazandı. Sosyal ve ekonomik bakımdan durgun olan toplumlarda ise bu gelişme ağır oluyordu.

İşte Osmanlı toplumu da böyle toplum yapısından ötürü çağın milliyetçilik akımına ayak uydurmakta geç kalmıştı. Çağın egemen akımı milliyetçilik, Batı toplumlarında devlet ve milletlerin daha dinamik bir yapıda gelişmelerini sağlarken Osmanlı toplumu bundan nasibini alamadığı için geri kalmışlığı daha da belirginleşiyordu. Bununla beraber Osmanlı ülkesine de gelen milliyetçilik akımları ilk önce egemen unsur olan Müslümanlar ve Türkler aleyhinde gelişmeye başladı. Osmanlı sınırları içerisindeki Müslüman olmayan azınlık gruplar (Sırplar, Yunanlılar, Romenler, Ulahlar, Hırvatlar, Karadağlılar ve Bulgarlar) hem milliyetçilik akımlarının etkisiyle hem de yabancı büyük devletlerin (Rusların, İngilizlerin, Fransızların) teşvik ve koruyuculuğunda bağımsızlık mücadelelerine giriştiler. Böylelikle Osmanlı siyasal yapısı Müslümanlık ve Hıristiyanlık etrafında ikiye bölünerek parçalandı. Devlet eski gücünü yitirmiş olduğundan, Batı’dan gelen milliyetçilik akımları karşısında sarsıldı. 1839 Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla azınlık unsurlara bazı haklar verilerek Osmanlı siyasal varlığının uğradığı sarsıntı geçiştirilmek istendi. Fakat çağın baş akımı karşısında bu çare yetmedi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da, Tepedelenli Ali Paşa’nın Arnavutluk’ta başlattıkları başkaldırma hareketleri, milliyetçilik akımlarının Türk asıllı olmayan diğer Müslüman topluluklar arasında yayılmasını sağladı. Osmanlılık anlayışı ve Osmanlı topluluğu kavramı edebiyat ve bilimsel alanda bunalıma girdi. Her türlü ayrılık hareketleri, başkaldırmalar Osmanlı’ya karşı ve fakat Osmanlı toplumunun egemen unsuru Türk’e karşı yapılıyordu. Toplumun egemen unsurları, büyük çoğunluğuyla Anadolu’da ve Balkanlar’da yaşayan Türklerdi. Bu toplum, Türkçe konuşan; kendine özgü örf ve adetleri, tarihsel nitelikleri olan ve din yapısı itibariyle Müslüman bir topluluktu. Fakat uzun yüzyıllar boyunca Osmanlı adı altında bir sosyal yaşantı biçiminin durgunluğu altında kalmıştı. Dil, edebiyat ve kültür alanlarında halk tabakaları arasında oldukça az olan okumuşlar, aydınlar ve yöneticiler saray katında oldukça etkili bir biçimde öz varlığından uzaklaşma durumunda kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin egemenliği altındaki azınlık grupların önce Hıristiyan olanlarında, sonra Müslüman olanlarında başlatılan bağımsızlık hareketlerinin Osmanlı devlet varlığını parçalayan ve tehdit eden bir hâle dönüşmesi, bir kısım Osmanlı aydınlarını uyardı. Bu uyanışın 19. yüzyılın ortalarında başlayan ve Ulusal Kurtuluş Savaşımıza kadar devam eden gelişmeleri, Osmanlılıktan Türklüğe dönüşen millet ve milliyetçilik akımının çeşitli dönemlerini kapsar.

Tanzimat hareketiyle Osmanlı Devleti’nde Batı anlamında yepyeni bir sosyal düzen kurulmak isteniyordu. Bu suretle kuvvetli bir Osmanlı milletinin doğacağına inanıyorlardı.

Bu düşünce ve gayretlerin bir sonuç vermeyeceği kısa zamanda anlaşıldı. Daha sonra padişahlık yönetiminin baskılarından yurt dışına kaçan bir kısım Osmanlı aydınları, Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) adı altında örgütlenerek ve Fransız Devrimi’nin getirdiği millet, vatan, özgürlük, eşitlik fikirlerini memlekete yayarak imparatorluğu kuvvetlendirmek istiyorlardı. Jön Türklerin bu gayretleri, daha sonra başlayacak olan millet olma ve milliyetçilik akımının bir aşaması oldu. Şinasi, Ahmet Vefik Paşa ve Süleyman Paşa ile edebiyat alanında başlayan Türkleşme hareketleriyle, milliyetçilik akımı ilk hızını almaya başladı.

1876–1877 Osmanlı–Rus Savaşı’nda, Balkanlar’daki ağır yenilgi, uyanış için aydınlar üzerinde büyük etki yaptı. Fakat bu uyanış, baskı yönetimiyle çelişiyordu. Büyük vatan şairi Namık Kemal’in, Osmanlı–Rus Savaşı’ndaki yenilgimizden sonra yazdığı Vatan Yahut Silistre piyesi İstanbul’da oynatılırken, vatan duygusunun kutsallığıyla halkın heyecanları coşturuluyordu. Fakat piyesin yazarı Namık Kemal de Magosa’ya sürülüyordu.

İlk kez milliyetçilik akımı, kutsal vatan duygularını kamçılıyordu. Vatan Yahut Silistre’den ve Kanun-i Esasi (Anayasa)’dan başlayıp ulusal amaçlar hâline gelen istekler de, oluşan millet ve milliyetçilik duyguları, 1908 yılına kadar padişahlık yönetimiyle çelişkisini sürdürdü. 1908 yılı Temmuz ayında padişah, Hürriyet ilanına ve II. Meşrutiyeti kabule mecbur edildi. Bir anda ülkeyi baştan başa saran Hürriyet–Adalet–Eşitlik ilkesi, milliyetçilik akımına da büyük bir hız kazandırdı. Ahmet Mithat, Mehmet Emin, Ahmet Hikmet, Yusuf Akçora, Akil Muhtar, Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp tarafından şiir, hikâye ve bilimsel yazılarla milliyetçilik akımı siyasal alanda tam bir “Türkçülüğe” dönüştü. Türkçü milliyetçilik, Balkan Savaşı’nda ve özellikle I. Dünya Savaşı’nda ve Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda yüz binlerce Türk aydınının ve gencinin heyecan kaynağı oldu. 1910’larda ilk defa bir şair (Mehmet Emin Yurdakul): “Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur. / Sinem, özüm ateş ile doludur.” diyerek Türklüğünü haykırıyordu. Birkaç yıl sonra Ziya Gökalp, Türkçülüğün sosyolojik, bilimsel temellerini geliştiriyor, milliyetçilik akımını topluma egemen bir heyecan kaynağı hâline getiriyordu. Turan ve Kızıl Elma ülkülerindeki milliyetçilikle, sanayileşmiş, ulusal ekonomisi güçlenmiş, Türkçe ezan özlemi içerisinde sosyolojik bir toplumun dinamizmi amaçlanmıştı. İşte bu nedenlerle Ziya Gökalp, Türkiye’de çağdaş milliyetçiliğin babası sayılır.

Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla birlikte, Mustafa Kemal’in elinde ve liderliğinde milliyetçilik akımı Misak-ı Millî ilkesinden başlayarak, hürriyet, tam bağımsızlık, millî egemenlik uğrunda dış ve iç düşmanlarla çetin savaşlar vermiş, içe dönük ve halkın mutluluğunu amaçlayan bir niteliğe dönüşmüştür. Atatürk milliyetçiliği, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle, şovenizmden sıyrılmış, evrensel bir kavram kazanmıştır. Atatürk’ün elinde milliyetçilik, ulusal kurtuluştan ulusal devrimlere geçişin gerekçesi olmuştur.

Atatürk ilkelerine bağlılığın güvencesi olan bugünkü anayasamız, millet, milliyet ve milliyetçilik anlayışında da çağa uygun ileri kavramları getirmiştir. Anayasanın 54. maddesinde “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes, Türk’tür.” denilerek, ulusal sınırlar içerisinde Türk olmayı bütünleştirici ve toplayıcı olarak kabul etmiş, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliğini belirtmiştir.

Anayasamızda Türk milliyetçiliği; “Bütün fertlerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün hâlinde, millî şuur ve ülküler etrafında toplayan ve milletimizi dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip bir üyesi olarak, millî birlik ruhu içinde daima yüceltmeyi amaç bilen, ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesinin, millî mücadele ruhunun, millet egemenliğinin, Atatürk devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahip olan, insan hak ve hürriyetlerini, millî dayanışmayı, sosyal adaleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukuki ve sosyal temelleriyle kurmayı amaçlayan” ulusal ülküler olarak tanımlanmıştır. Bu tanımlamanın dışındaki bir milliyetçilik, ülkemizdeki milliyetçilik akımının gelişme çizgisine uygun düşmez ve çağ dışıdır.

Suay Karaman

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir