Edebiyat,  Toplum

O Son Görüşme / Öykü

Kış akşamı…
Ankara caddeleri ıssız…
Korona zamanları…
Acayip bir rüzgâr…
Üç gündür kontrollü yasak nedeniyle ayak değmediği için, üst üste yağan, yığılan kar, sıfırın altına düşen sıcaklıktan tozlaşmış. Tozlar, akşamüstü başlayan acayip rüzgârla oradan oraya savrulduğundan göz gözü görmüyor.

Oğuz, Aydın, Rafet ve Halim… Havaya ve yasağa inat, sadece kendileri için açılmış bir küçük lokantanın loşluğunda oturmuş, huzur içinde demleniyorlar. Pandemi nedeniyle her yer kapalı. Her yer… Akşam alacasında, sokaklarda insanlar yok denecek kadar az, arabalar tek tük, caddelerde ses soluk kesilmiş…

Dil Tarih’ten yirmi küsur yıl önce mezun olmuş üç arkadaş; Oğuz, Halim ve Rafet, o kadar yıldır birbirinden kopmamış hiç. Ne olursa olsun, beş altı ayda bir mutlaka bir araya gelmişler. Ölümleri, düğünleri atlamamışlar. Dertleşmeyi, paylaşmayı bırakmamışlar.

Bu geceki de öyle bir yemek. Halim, Eskişehir’den; Rafet, Yozgat’tan, macera olsun diye sağlık kontrolü diye uydurup gelmiş. Gelir gelmez de yasağa yakalanmış, misafirhanede mahsur kalmışlar. Oğuz gitmiş, kurtarmış. Ertesi sabaha da seyahat iznini halletmiş, evlerine dönebilecekler.

Şehirdeki son akşamlarında bu kuytudaki lokantaya sığınmış, ısınmışlar… Şöyle çorbasından pilavına, salatasından kebabına güzel bir yemek yemiş, üstüne çay içip, şerbeti aka aka baklava yemekteler. Dışarıdaki havaya bakıp bakıp, “İyi ki buluşmuşuz birader,” deyip deyip çayları tazeletiyorlar… Hepsine tatlı bir rehavet çökmüş… Ama muhabbet hâlâ çok iyi… Hatta dibi… Anılar, özellikle okul ve kazı anıları, misaller, meseller, söylenceler, gençlikten kalma şiirler gırla… Ah o şiirler! O asi yıllar, aşklar, ayrılıklar, hasretler… Kimse yerinden kalkmak istemiyor… Kalkıp gündelik sıkıntıları yüklenmek, o yük altında bastırılmak, hayatın tatsız, sorumluluk dolu koşturmasına katılmak istemiyor. Sanki hâlâ öğrenciler.

Oğuz’un telefonu tam da bu zamanda çalıyor. Açıp, kısa bir süre dinleyip ciddiyetle, “Ablalardan birini bul hemen!” diyor. “Ben de geliyorum.” Ve gitmek için hızlıca toparlanıyor. Halim’in ağzından bir “Haydaaa!” nidası fırlıyor ama o saatten sonra kimse oralı olmuyor. Telefon gelmiş bir kere. Bu gidişler biliniyor.

Büyü bozulmuş… Masadakiler bu telefonların aciliyetini çok yaşamış. Aydın ondan da önce ayaklanmış. Tadı kaçıyor hepsinin. Bir telefon ile tutkulu gençlikleri, öğrencilik şımarıklıkları ellerinden alınmış ansızın. Yapacak bir şey yok. Halim ile Rafet de kalkmak için yetkiniyor.

Oğuz, telefonunu, arabanın anahtarını, çakmağını, sigara paketini toparlama derdinde. Aydın çoktan paltosunu sırtına geçirmiş. Neredeyse koşacak.

Oğuz, aceleyle istediği hesabın parasını ve gece onda kalacakları için evin anahtarını masaya koyup, bir kuru “Hoşçakal” ile çıkıp gidiyor. Aydın topuklamış bile.

Kalanlar, masada, muhabbetin ortasında aniden terk edilmenin burukluğu içindeler. Halim, bir yandan ağır ağır atkısını boynuna sararken “Haydaaa!” demeyi sürdürüyor ve ekliyor:

“Rafo, senin de dikkatini çekti mi? Bu Oğuz geçenlerde, bir telefonda daha, ‘Bir kadın bulun,’ diye yanıtlayıp kalktı hemen.”

Rafet, dalgacı:

“Ne oluyor sence?”

“Ne bileyim arkadaş.”

“Hani diyorum?”

“Ne diyorsun?”

“Hani?”

“Ulan Rafo! Yine dalga derdindesin. Kız meselesi olsa böyle mi söyler oğlum? Sen iyice yaşlandın. Uçuyorsun! İçme bu kadar. İçme!”

“Tamam ya! Tamam! Gidelim biz de o zaman. Ayaklarım çok şişmiş zaten. Biraz uzanalım.”

Ramazan, gözünü yoldan ayırmadan, bir yandan yüz yirmi, yüz kırkla sürdüğü arabaya hâkim olmaya, bir yandan “Ambulans nerede kaldı? Ardımızdan yetişmeliydi,” derdindeyken, Furkan’a da laf anlatmaya çalışıyordu. Furkan da mübarek, yola çıktıklarından bu yana dur durak bilmeden söyleniyordu.

“’Kadınlardan çağırın,’ dedi yine değil mi?”

“Ne diyecekti başka, baboş?”

“Şimdi bu havada, başka işimiz yok, o baş belası kadınlardan bulup getirmeye uğraşacağız, değil mi?”

“Aman korkma! Sana bırakmam hiç. Aradım ben.”

“Sanki başka işimiz yok!”

Artık sahiden sabrı tükenmekte olan Ramazan, her tepesi attığında tizleşen sesiyle bağırdı:

“Bana bak! İşimiz neymiş bizim?”

“Abi bak, bu kadınlar sonradan çok başa bela oluyor!”

“Oluyorsa oluyor! Bize ne, abicim?”

“‘Oluyorsa oluyor’ diyorsun da hiç denk gelmedin mi bunlara? Adamı perişan ediyorlar… Hiç susmuyorlar, hiç durmuyorlar… 8 Mart yaklaşıyor ya, bak gör, erkeklerden daha beter zorluk çıkarıyorlar. Böyle kadın olmaz olsun.”

“Ya ne saçma saçma konuşuyorsun. O baş belası kadınlar olmasa, o kadar işi nasıl çözecektin geçen yıl?”

“Niye ki? Daha önce biz çözmüyor muyduk?”

Ramazan dehşetle:

“Çözüyor muyduk? Çözüyor muyduk? Allah’tan kork! Bu kadarını mı? Bu kadarını öyle mi?”

“Belki yapardık?”

“Boş boş konuşuyorsun… Rıfat’la mı çözeceksin? Hayrullah’la mı? Kiminle? Görmüyor musun sahiden? Çatır çatır rüşvet yemelerini görmüyor musun? Onu bunu gammazlamalarını görmüyor musun? Akşama kadar acayip acayip videolar izlemelerini görmüyor musun? Bunları böyle yetiştirdiler. Her türlü dalavereyle yükselmeden başka bir şey bilmez onlar… Sıksa, Oğuz Komiserimin başını da yiyecekler de yiyemiyorlar. Onların derdi iş yapmak değil, açık aramak. Hâlâ öğrenemedim deme bana.”

“Abi kusura bakma da sen de, Oğuz Komiser de şunu öğrenemediniz: Bir anlarlarsa çevirdiğimiz dolabı… O zaman gammazı görün siz.”

Ramazan durdu, sustu, ama duramadı. Derin bir nefes alıp, yavaş yavaş normale döndürmeye çalıştığı sesiyle devam etti:

“Bak güzel kardeşim, senle ben, geçen yıl o ablalar sayesinde çözdüğümüz cinayetlerden aldık o üç ikramiyeyi. O kadınlar sayesinde sen, ilk kez karını, çocuklarını tatile götürebildin. İlk kez deniz gördü yavrular. Hanımının gönlünü aldın lan! Seni boşayacak olan hanımının gönlünü aldın da kurtuldun evden atılmaktan… Neyse yahu! Hadi koçum! Ara şu ambulansı bir daha! Kız ağır yaralıymış. Ölecek şimdi. Ölmese de donar bu havada. Hadi koçum!”

Furkan ikiletmeden aradı. Hoparlörü açık bıraktı. Ramazan, verilen yanıtları açık seçik duydu. Ambulans da, ekip de yola çıkmış, olay mahalline yaklaşmışlardı. Belki de onlardan önce varırlardı. İkisinin de içi rahatladı.

Az ileride, gecenin karanlığında dağınık bir demet gibi çıktı önlerine konumu verilmiş yerleşim yeri. Ufacık bir köyden mahalle yapılmış, inşaatı, karanlığı, ıssızlığı, sessizliği bol bir alandı vardıkları. Söylediklerinden ve yaptıklarından bir şekilde, haksızlık ettiğini fark etmiş olmalıydı ki Furkan şimdi telaşla:

“Abi bak! Bak şurada! Aha, orası da ışıkları yanan muhtarlık binası gibi! Hemen sağımızda! Yavaşla! Yavaşla! Yanaş! Ben şimdi konuşur alır, gelir hallederim. Tamam! Tamam! Bak çıkmışlar yola, oradalar! Yanaş yanaş abi! Alıp geliyorum hemen!”

Furkan, muhtar ve yanındaki kadınla iki dakikada konuşup geri geldiğinde, ilk baştaki o tepkileri veren kendisi değilmiş gibi sevinçliydi:

“Senden telefon gidince hemen hazırlanmış, bizi beklemişler. Muhtarın arabasıyla önümüze düşecek, bizi kısa yoldan götürecekler. Bak, sağa işaret verdi! Gidiyorlar! Hadi hadi!”

Muhtarın arabasının ardında biraz gitmişlerdi ki Furkan heyecanla:

“Ya abi! Bak bana kızıyorsun da şu izbelik yerde bile bu kadınlardan var… Ne ara bu kadar çoğalıp yayıldılar? Korkulur bunlardan. Göreceksin, bizim hanımları bile ayartırlar bu gidişle. Başımıza bela olacaklar. Göreceksiniz.”

Ramazan sabırsızca ve dikkati yolda:

“Hiç de olmayacaklar. Sen de göreceksin. Onların derdi sadece kendilerini korumak.”

Furkan uzata uzata:

“Diyorsun?”

“Ne bu? Çocuklarından mı öğreniyorsun? Televizyondan mı? Bu nasıl konuşma, aslanım? Bak, belki şimdilik anlamıyorsun ama ben anladım. Oğuz ağabeyin ablasının sayesinde çok iyi anladım. O bize anlattı. Kadınlar korkmadan yaşamak istiyor. Bir de adalet istiyorlar.”

“Başka dertleri yok yani?”

“Başka hiçbir dertleri yok.”

“Ya, başka ne dertleri olsun istiyorsun oğlum? Ayrıca çoğu ablayı da tanıyorum artık. Bak bu abla hemşire emeklisi. Burada da oturmuyor. Ankara’dan, merkezden gelmiş. Bu havada, bu salgında, ‘Yatağım da pek sıcak,’ dememiş. ‘O kadar yolu nasıl giderim?’ dememiş. Uçmuş, bizden önce gelmiş.”

“Başka dertleri yok da niye bize öğretmiyorlar? Niye bizi karıştırmıyorlar?”

Ramazan, yine tizleşen sesiyle bağırdı:

“Acaba neden? Neden acaba? Neden? Senin kot kafandan olmasın! Senin gibilerin dar kafasından olmasın! Beni konuşturup duruyorsun, kaza yapacağım şimdi.”

“Tamam abi! Geldik abi! Şuradalar!”

Ambulans da, olay yeri inceleme ekibi de onlardan az önce varmıştı. Sağlık ekibi, karlar üzerine yolunmuş ve atılmış kızıl güller gibi yatan yaralı genç kadına doğru koşuyordu. Olay yeri birimi, ilk inceleme ve fotoğraf çekimini yaparken bir yandan da sağlık ekibinin kalan delilleri bozmadan yaralıyı almasını sağlamaya çalışıyordu.

Muhtarla birlikte gelen kadın, sakin bir biçimde arabadan inip yanlarına gelerek kimliğini gösterdi:

“Merhaba, ben emekli hemşire Gülsüm… Eğer izin verirseniz?”

Furkan, Ramazan’ın yanıt vermesine fırsat bırakmadan atıldı:

“Dikkat edin ama! Delilleri bozmayın!”

Ramazan bir “La havle!” çekti.

Gülsüm sesini çıkarmadan başını salladı. Sırt çantasından hijyenik tulumunu çıkardı; sonra sırayla galoş, bone ve eldivenini aldı. Bir dakikada, adeta sihir yapar gibi hepsini giydi. Galoşları araç içinde giymek üzere elinde tuttu. Üzerini giyindikten sonra Furkan’a dönüp gülümsedi:

“Biliyorum çocuğum,” dedi. Ardından ambulansa taşınmakta olan yaralının yanına koştu.

Bu sırada Oğuz ve Aydın da yetişmiş, doğrudan ambulansın yanına gelmişlerdi. Gülsüm, bir yandan kendini sağlık ekibine tanıtıyor, bir yandan da ambulansa binmeye çalışıyordu. Yaralının içeri taşınmasına nezaret eden acil doktoru, kadının ne dediğini, nereden çıktığını, ne olduğunu anlamamıştı. Şaşkın ve kızgın bir ifadeyle bir Oğuz’a, bir Ramazan’a baktı.

Ramazan başıyla işaret etti:

“Ablamız hemşire.”

“Yasak olduğunu biliyorsunuz.”

Kadın temkinli ve sabırlıydı. Bekledi.

Acil doktoru, yaralı kızla aynı yaşlarda olan genç hemşirenin solgun hali ve kadının kararlılığı karşısında kısa bir tereddütten sonra izin verdi.

Kadın, çevik bir adımla ambulansa atladı. Her iki hemşire de daha doktorun talimatı tam çıkmadan ne yapılması gerektiğini sezmiş, harekete geçmişti.

Gülsüm:

“İsmi ne? İsmi ne?”

Tabletten yaralının kimliğini inceleyen Furkan, aracın dışından, ‘Ne yapacaksın?’ der gibi asabiyetle yanıtladı:

“Şule!”

Gülsüm, usulca, duyulur duyulmaz bir sesle, kanlar içindeki yaralıya konuşmaya başladı. Oysa genç kadın çoktan bilincini yitirmişti.

“Korkma Şule… Korkma kızım, buradayız.”

Doktor, kadının deneyimindeki ustalığı şaşkınlıkla izliyordu. Hem konuşuyor hem de gereksinim duyulan her şeyi, hekim daha söylemeden fark edip uzatıyordu.

Kadın, sanki karşılıklı oturmuş dertleşiyorlarmış gibi güzel güzel konuşuyordu yaralıyla:

“Şule… Yanındayız. İyileşeceksin. Okuluna, işine gideceksin. Sabahları güzel uyanacaksın. Şarkılar söyleyeceksin. Arkadaşların seni saracak.”

Bitimsiz bir şefkatle sürdürdüğü konuşmaları yalnızca hastayı değil, tüm ekibi de sakinleştiriyordu.

“Uyu şimdi Şule… Yanındayız. Güvendesin.”

Ama, her zamanki gibi, o kadar kan kaybeden bedende olan oluyordu.

Yaralının kalbi duruyordu. Duruyordu. Durdu!

Doktor telaşlandı. Telaşını belli etmemeye çalışsa da, ekibin bunu fark ettiğini de biliyordu. Çabaladı. Bir daha! Bir daha! Bir daha denedi, olmadı. Makineyi bırakıp doğrudan kendisi müdahale etti.

Kalp masajı sırasında Gülsüm konuşmayı bırakmadı. Kalbin duyduğunu biliyordu. Kalp duyardı. Duysun istiyordu.

Genç hemşire de ona uymuştu. O da sakin ve yumuşak sesiyle konuşuyordu:

“Hadi Şule! Bak biz buradayız, yanındayız. Sana ben bakacağım. Söz veriyorum. İzin alıp hastanede sana ben bakacağım.”

Genç hemşire ağlıyordu.

Onların çabası, doktorun umutsuzluğunu azaltmasa da, onun masajı bırakıp teslim olmasını da engelledi.

Kalp, sonunda, söylenenleri duydu… Yapılanları anladı. Gençti, tazeydi, güçlüydü. Dayandı. Uzun uğraşlardan sonra birden yanıt verdi. Usul usul normale döndü.

Genç hemşire, sevinçle Gülsüm’ün elini tuttu.

Üçü de ter içindeydi. Gülsüm’ün gelişini başta kuşkuyla karşılayan doktor, onun gösterdiği çabadan sonra dayanamadı:

“Siz benden önce anlamışsınızdır da, yine de söyleyeyim… Artık hayati tehlikesi görünmüyor gibi.”

Soğuk, mekanik, profesyonel tavrı gitmiş, yerine duyguları olan bir hekim gelmişti. Hepine daha iyimser bir hava hâkim olmuştu. Ambulans sürücüsüne bile.

Şimdi, ikinci bir kriz gelmeden, onu tam teşekküllü bir hastaneye ulaştırma zamanıydı. Doktor, gayretle, şevkle:

“Hadi arkadaşlar, hadi! Hastaneye yetişmemiz lazım.”

Neşeyle ekledi:

“İşimiz bu! Hayat kurtarmamız lazım. Hadi! Hadi!”

Ekibin profesyonel üyeleri ortalığı toparlayıp harekete hazır hale gelirken, Gülsüm son hızla yaralı fidanın giysilerini inceliyordu. Önce saçlarına bakmıştı; sonra eteğine, bluzuna, ellerine, ayaklarına, tırnaklarına… Kolyesi, yüzüğü, küpesi, ojesi, tokası, çamaşırı, sütyeni, askısı, rengi, çorabı, ayakkabısı, ayakkabısının altı… Ve boydan boya kana bulanmış mantosu.

Yaralı kızı zerrece incitmeden, ama onları sonuca götürecek hiçbir ayrıntıyı da atlamadan — izleyenlerin şaşkınlık içinde kaldığı bir hızla — baştan aşağı inceledi. Aynı hızla, sirenlerini en yüksek volümde çalan ambulanstan kendini neredeyse atarcasına dışarı attı.

Nefes nefeseydi araçtan indiğinde. İncelemesi bir dakikadan kısa sürmüştü. Zaten Oğuz’un onlara tanıdığı süre en fazla iki dakikaydı. Araçtan iner inmez loş bir köşeye çekilip büyük bir dikkat ve ciddiyetle aklında tuttuklarını telefonuna yazmaya başladı. Ekrana uzun uzun baktı. Sonunda kendi kendine mırıldandı:

“Evet… Evet! Sonuç bir anlam ifade ediyor. Hem de çok net bir anlam… Ah be yavrum, bir telefona bakardı! Bir telefona! Bu kadar korkuyla o son görüşmeye gideceğine… Offf! Nasıl bu kadar geç anladın bu alçağı? Nasıl?!”

Kendi kendine konuşa konuşa, olay yerinin aydınlattığı alanın dışındaki loşlukta onu bekleyen Oğuz’la Ramazan’ın yanına gitti. Furkan’la muhtar, yol çatısına çıkmış, gelmekte olan savcının aracına yol göstermeye gitmişlerdi. Aydın hem rahat konuşmalarını sağlamak hem de ajansa haber geçmek için uzaklaşmıştı.

Oğuz, can sıkıntısı ve kötü bir haberi verme rahatsızlığıyla,

“Telefonu yok! Telefonunu almış… ya da almışlar,” dedi.

Gülsüm hemen ekledi:

“Telefondaki bilgileri evdeki bilgisayarında da varmış. Bilgisayarı kaptırmayın komiserim. Deliller oradaymış.”

Oğuz hiç vakit kaybetmeden telsize sarıldı.

Gülsüm, telefona not aldığı bilgileri yavaş yavaş, tane tane anlatmaya başladı. Anlattıkları, yalnızca gözlemler değil, adeta bilimsel bir analiz gibiydi.

Kızın saçlarına baktığında, neden polisi aramadığını anlamıştı. Ailesinin ve sosyal çevresinin durumdan haberi olmadığını, bunu dış giysisinden test etmişti. Ojelerinin rengi, istemediği bir ilişkiye zorlandığını gösteriyordu. Sütyeninin rengi, askısı; failin arkadaş ya da tanıdık çevresinden biri olduğunu işaret ediyordu. Ayak tırnakları iş çevresini, hatta işvereni gösteriyordu. İç çamaşırından, telefon ya da bilgisayarında failin profiline dair ipuçları olduğunu, hatta yaşadıklarını yazılı olarak kayda aldığını anlamıştı. Ayakkabısı, failin vücudunda iz bıraktığını söylüyordu. Saldırının karşılığını bir iz olarak bırakmıştı.

Üçü de kederlenmişti. Gülsüm, derin bir iç çekerek,

“Her şeyi yapmış… Bir tek telefon etmemiş. Hâlâ bu kadar kötülük olmaz diye düşünmüş olmalı,” dedi.

Ramazan hırsla:

“Vücuduna iz bırakacağına, keşke vurup öldürseymiş,” dedi.

Gülsüm ve Oğuz’un suskunlukları karşısında daha da öfkelendi:

“Madem ölüme gideceği ihtimali var, öldürmeye de hazırlıklı gitsin bari abla.”

Gülsüm’ün onaylamayan bakışlarını görünce ekledi:

“Ben hemen öldürsün demiyorum. Ama öldürmeye teşebbüs edildiğinde hazırlıklı olsun, kendini savunsun diyorum.”

Oğuz düşünceliydi. Duyduklarını duyuyor muydu, belli değildi. Sonra birden, büyük bir öfkeyle Ramazan’a döndü:

“Bu o şerefsizin işi! Göreceksiniz, haberlere bir bakalım. Tek tek ama, tek tek! Dosyasına da satır satır… Kesinlikle o çıkacak! Artık eminim. Bir sıçradı, iki sıçradı ama bu sefer kurtulamayacak bu alçak. Babası, arkası ne kadar sağlam olursa olsun. Üzerine gideceğim. Bu sefer adaletten kurtulamayacak!”

Ramazan içtenlikle:

“İnşallah Amirim.”

Oğuz devam etti:

“Bu savcı… Daha tanışmadım ama, hiçbir konuda yasalardan taviz vermezmiş. Umarım onun hakkından bu savcı gelecek.”

Sonra Gülsüm’e dönerek:

“Abla, çok teşekkür ederim. İnan, bunu yapandan adalet önünde birlikte hesap soracağız. Sana söz veriyorum, o alçak ceza almadan kurtulamayacak.”

Gülsüm iç geçirerek:

“Keşke… Neyse. Dosyası eksiksiz tamamlanacak en azından. Bugün olmazsa yarın… Ama mutlaka cezasını bulacak. O anlamda içimiz rahat.”

Derin bir nefes aldı. Gözleri dolu doluydu:

“Biz kadınlar olarak da sizi asla unutmayacağız.”

Oğuz mahcup:

“Yapmayın hocam. Görevimiz bu.”

Gülsüm başını salladı:

“Yok… Öyle değil işte!”

Durdu. Sonra daha içten bir sesle tekrar etti:

“Hiç öyle değil!”

Ve kalpten gelen bir ifadeyle:

“Gönlümüzde hep yeriniz olacak Oğuz Komiser… Hep yeriniz olacak!”

Oğuz, duyduğu sözlerin ağırlığıyla bir an sustu. Sonra mahcubiyetle konuyu değiştirdi:

“Siz neyle geldiniz? Vakit çok geç oldu. Sizi evinize bırakalım.”

Gülsüm:

“Çok sağ olun. Muhtar Bey’le eşi davet etti beni. Zaten yasağı delip geldim, bir de giderken delmeyeyim. Ben şimdi bir avukat arkadaşımızı arayacağım. O, hastanede Şule’yi bulur.”

Ramazan espriyle karışık:

“Abla, sen yarın sabah toplarsın bütün kadınları.”

Gülsüm ilk kez gülümsedi. Hafif muzip bir ifadeyle:

“Bizim dilimizde ‘toplamak’ yok ama haklısın, toplaşırız biz yarın.”

Tam o sırada muhtarla savcının aracı gelmişti. Oğuz ve ekibi savcıya doğru yönelirken, Gülsüm de muhtarın arabasına bindi ve uzaklaştı…


Bu öyküyü;
10 Ekim 2022’de, Bursa’da, uzaklaştırma kararına rağmen eve gelip kapıyı içeriden kilitleyerek eşini balkondan atmaya çalışan failin elinden kadını kurtarmak için üçüncü kattaki balkona tırmanan; ancak balkon demirinin kopması sonucu düşerek ağır yaralanan ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden polis memuru Sami Altuntaş’ın onuruna adamak istedim.
Biz kadınların kalbinde her zaman yeri var.

2025 yılı Mart ayında bu ülkede 15 kadın cinayeti ve 30 şüpheli kadın ölümü kayıtlara geçti.
Bu öykü, işte bu şüpheli kadın ölümleri aydınlatılsın diye kaleme alındı.

DilTarih’ ifadesini özellikle birleşik yazdım. Çünkü Ankaralılar Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne sadece DilTarih der.

#osongörüşme

Güven Tunç

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir