Aylık arşivler: Eylül 2019

Gençlik Ne Diyor?

Aşağıdaki yazıyı internet ortamında buldum. Yazarın ismi belirtilmemişti, bir köşe yazarına gönderilmiş ama onun da kim olduğu belli değildi. Ancak bu muhteşem söylemi sizlere iletmek istedim. Umarım beğenirsiniz, umarım herkes için anlamlı bir şeyler ifade eder.

“…

Ben 21 yaşında bir üniversite öğrencisiyim. Yazılarınızı fırsat buldukça okuyorum.
Yazılarınızda sık sık “Gençlik nereye gidiyor?” türünden yakınmalarınız oluyor? Gençlik derken her halde lise ve üniversite öğrencilerini kastediyorsunuz. Bu durumda ben de nereye gittiğini çok merak ettiğiniz o grubun bir üyesiyim.
Madem bu ülkede yaşayan insanları, gençler ve yetişkinler olarak ikiye ayırdınız, ben de siz yetişkinlere bazı sorular sormak istiyorum.
Bir köşe yazarı olarak gençlerin nereye gittiğinden çok, yetişkinlerin nerede durduğuyla ilgilenmeniz gerekmiyor mu?
Ülkenin başını belaya sokan olayların başaktörleri genelde gençler mi, yoksa yetişkinler mi?
Bu ülkede yüz binlerce öğrenci tek bir soru fazla yapabilmek için dirsek çürütürken, birileri sınav sorularını ve sorularla birlikte gençlerin hayallerini çaldı ve geleceğimizi çürüttü. Bu soruları çalanlar lise öğrencileri miydi?
15 Temmuz’u planlayanlar kaçıncı sınıfa gidiyordu?
Milletin yüzüne baka baka yalan söyleyen siyasetçiler hangi üniversitede okuyor?
Sanatçı kimliğiyle her türlü ahlaksızlığı yapanlar ergen mi?
Din adamı sıfatıyla ekranlara çıkıp inancıma ve değerlerime küfredenler kaç yaşında?
Sinemada 7 yaş üstüne uygun olarak işaretlenmiş filmde, bel üstüne çıkamayan yapımcılar kaç doğumlu?
Lütfen artık gençliğe laf söylemeyi bırakın da yetişkinlere bakın ve “Sizler bu ülkenin geleceğisiniz!” gibi klişe sloganlardan vazgeçin.
Çünkü sizler bu ülkenin bu günüsünüz. Siz yaşadığınız günü bile kurtaramazken, yarınları kurtarma işini niçin bize ihale ediyorsunuz?
Kimin elinin kimin cebinde belli olmadığı, çarpık ilişkilerle dolu dizilere reyting rekoru kırdıran sizlersiniz. Kan damlayan, şiddet kusan senaryoları siz yazdırıyorsunuz.
Evlilik gibi kutsal bir müesseseyi, evlilik programlarında virane bir gecekonduya dönüştüren yine sizsiniz.
Youtube fenomenlerini seyrediyoruz diye ağlaşıyorsunuz. Ama o fenomenlere film çektirip parayı götüren sizlersiniz.
Siz gece kulüplerinde kavga eden futbolcuları el üstünde tutarken, okul koridorlarında kavga eden öğrencileri disipline gönderemezsiniz.
Bir yandan her türlü rezilliği özgürlük olarak sunan, cinsiyetsiz bir toplum özlemiyle yanıp tutuşan yazarların kitaplarını okurken, bir yandan ailenin öneminden bahsedemezsiniz.
Yetişkinler para hırsıyla sürekli inşaat yaparak şehri betona boğarken, gençlerden geleceği inşa etmelerini bekleyemezsiniz.
Alttan bir sürü dersiniz var, bize üst perdeden ahlak dersi veriyorsunuz!
Size bir şey söyleyeyim mi? Yeni nesil pırıl pırıl. Hiçbir sıkıntı yok. Asıl sıkıntı, yeni nesle eski nesilleri unutturan yetişkinlerde.
Son iki yılda kaç tane Türk filmi çekilmiş ve geçmişimizi anlatıyor? Kitapçıların çok satanlar rafındaki kitaplardan kaç tanesi gençlere ecdadını sevdirmek için yazılmış acaba?
Siz dedelerinizin emanetine sahip çıksaydınız, biz de yarınları emanet olarak kabul ederdik belki. Ama şu durumda hiç emanet alacak durumumuz yok! Kusura bakmayın!
Geçmişini unutturduğunuz bir nesle, gelecekten ödev veremezsiniz!
Bu yüzden aranızda, “Yeni nesil şöyle, yeni nesil böyle!” diye konuşup durmayı bırakın!
“Senin yaşında Fatih İstanbul’u fethetmişti!” diyerek demagoji de yapmayın! Evet, 21 yaşındayım. Ama Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta değilim.
Çünkü benim babam II. Murad değil, hocam da Akşemseddin değil.
Zaten İstanbul da artık Fatih’in fethettiği İstanbul değil.
…”

P@R

Kalın sağlıcakla…

Tarih Sümer’de Başlar

 


Değerli Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın Öğrencisi Samuel Noah Kramer, tarih derslerinin sadece savaşları rakamları ezberlemekten ibaret kılan eğitim sistemimizden sonra, tarih hiç de o kadar sıkıcı değilmiş dedirten hatta atalarımızdan bize ne kalmış ne kalmamış anlamamız için yol gösteren, sorgulatan beynimizde ışık açtıran kitabı…

 

Tarih Sümer’de Başlar…

Mezopotamya medeniyetlerinin başlangıcı  ya da ilk çivi yazısını bularak tarihe imza atan Sümerler…
İlk Musa (ilk kanun koyucu),
İlk Eyüp (İnsanın acı çekmesi ve boyun eğmesi),
Bu kitabı okuyuncaya kadar acılarında tarihte bir başlangıcı olacağını hiç düşünmemiştim. İslamda Sabrın simgesi Eyüp peygamber…
İlk Mesihler,
İlk Mahkeme Kararı (belki günümüzden daha adil  bir sonuç!),
İlk Nuh (acaba kaç kere Nuh tufanı yaşadı bu dünya?),
İlk baba ve oğul sürtüşmesi, gençlik sorunları, hiç değişmeyen “Ne olacak bu yeni neslin hâli” sorunsalı…
İlk öğrencilerin okula gitmekteki şikayetleri, hatta velilerin öğretmenlere…

İlk yağcılık örneklerini gibi bir çok ilkleri bu kitapta görebiliriz.
Hatta İlk vergi indirimi!!!
Ah şu vergiler o zaman da başımızın belasıymış…

Ölüm bile vergi ve yükümlülüklerden kurtuluş sağlamıyordu. Gömmek için mezarlığa bir ölü götürüldüğü zaman, bir grup memur ve asalak, ailenin geri kalanından fazla miktarda arpa, ekmek, bira ve çeşitli eşyalar sızdırmayı kendilerine iş edinmişlerdi. Devletin bir ucundan diğerine ”vergi tahsildarı olduğunu” acıyla belirtir tarihçimiz. Sarayın bolluk ve erinç içinde yaşaması şaşırtıcı değildi. Toprakları ve mal varlığı alabildiğine genişliyordu. Sümerli tarihçinin sözleriyle, ”İşakku’ nun evleri ve İşakku’nun tarlaları, saray hareminin evleri ve saray hareminin tarlaları, saray hizmetlilerinin evleri ve saray hizmetlilerinin tarlaları yan yana doluştu.”

Kitaptan alınan bu alıntı ne kadar da tanıdık değil mi?

Vergilerden bıkmış halk ve saraydaki lüks hayat… Tarihten ders alıp biraz ilerlesek ne güzel olurdu, değil mi?

Konular arasında ‘’ideal annenin portresi‘’ bile var.

Eğer anamı tanımıyorsan, sana onun (kişilik) özelliklerini vereyim:
Adı Şat-lştar’dır(?) 
Işıltılı bir kişi …..
Güzel bir tanrıça, hoş (?) bir gelin, Gençliğinden beri kutsanmıştır,
Enerjisiyle, kayın pederinin evini çeker çevirir.
Kocasının tanrısına hizmet eden,” (Tanrıça) lnanna’nın yeriyle ilgilenmeyi bilen,
Kralın sözlerini yabana atmayan biridir o. Uyanık, servetini çoğaltır,
Sevilen, göz bebeği, yaşam doludur,
Kuzu, leziz kaymak, bal, “yürekten akan” yağdır o.

‘’Kocasının tanrısına hizmet eden!!!’’

Yukarıda ki alıntıyı okurken “acaba o çağda Feminist düşünceye sahip insanlar var mıydı(?)” diye düşünmeden edemiyorum. Köle olarak dünyaya gelmemiş olmak yeterdi belki de bir kadına…
Kadının, kaburga kemiğinden yaratılışı mitinin kökenine de Sümerlerde rastlıyoruz.

Sümer şiirinde, Enki’nin hasta organlarından biri kaburga kemiğidir. Sümerce’de kaburga kemiğine “ti” denir. Enki’nin kaburgasını iyileştirmek için yaratılan tanrıçaya “Ninti” adı verilmiştir; “kaburga kemiğinin hanımı” anlamına gelmektedir.

Ve günümüzde hala aşamadığımız ve hatta aşamayacağımıza inandığım konu ETİK!!!

İlk Ahlaksal Ülküler başlığı altında işlenmiş konuyu şöyle açıklıyor yazarımız:

Sümerli bilgeler insanın başına gelen felaketlerin, kendi günahlarının ve kötülüklerinin bedeli olduğu öğretisine inanırlar ve bunu öğretirlerdi; hiç kimse masum değildi. Adaletsiz ve haksız yere çekilen insan acısı yoktu; suçlu olan her zaman insandı, tanrılar değil. Zor duruma düşüp acı çekenlerin çoğu tanrıların doğruluğuna ve adaletine meydan okumaya yeltenmiş olmalıydı.

Sanırım günümüzde şirk koşmak anlamı taşımakta bu inanış…
Ve Kramer kitapta şöyle devam ediyor:

Sümerli düşünürler kişisel tanrı kavramını geliştirdiler; her birey ve aile reisi için onu var etmiş olan tanrısal babası, bir tür koruyucu melekti bu. Acı çeken kişi dua ve yakarıyla yüreğini ona, kişisel tanrısına açıyor ve onun aracılığıyla kurtuluşunu buluyordu.

Daha burada anlatmakla bitiremeyeceğim, yıllar süren çalışmaların binlerce tabletin okunması sonucu, geçmişimize ışık tutan bu kitaptan bahsederken, İlmiye Hanımı da anmamızın şart olduğu bir gerçektir. Özellikle 93 yaşındayken!

“Vatandaşlık Tepkilerim” adlı kitabında ‘’Başörtüsünü Sümerler’de gençlere cinselliği öğreten rahibeler kullanırdı” dediği için 3 yıl hapis istemiyle yargılandıktan sonra beraat ettiğini hatırlamak gerekiyor.Gerçek bilim insanlarımızın mahkemelik olduğu bir çağda yaşıyoruz… Acaba İlmiye Hanımı ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılamak’ suçu işlendiği gerekçesiyle hapse atsalardı, gerçekler değişecek miydi ya da Tarih değişecek miydi?

İlmiye Hanım Sümer halkını mı kin ve düşmanlığa tahrik etmişti? Kimi aşağılamıştı bu öne sürdüğü bilgiyle?

Gerçekleri gizlemeye çalışan günümüz insanları gelecek nesillere karşı hiç mi vicdani rahatsızlık duymayacaklardı? Ayrıca 90 yaşını aşmış bir ilim insanına bu zulmü hangi zihniyet neden reva görür?

Bilimin ışığını söndürmek isteyenlere inat, ülkeyi karanlığa boğmaya çalışanlara inat İlmiye Hanım binlerce şükür ki 106. yaş gününü kutladı bu sene…

 

Unutmayın

“Bir insan parasını kaybederse hiçbir şeyini
Kaybetmemiştir.

Eğer sağlığını kaybetmiş ise her şeyinin
Yarısını kaybetmiştir.

Aynı kişi moral ve umudunu kaybetmiş ise
O insan bitmiştir,tükenmiştir. Her şeyini
Kaybetmiştir.”

(Çin atasözü)

Yıllardır güzel ülkemde yaşadıklarımı toparlayınca
Bütün siyasi kararların insanların umudunu, moralini
bitirmeye yönelik büyük etkiler yarattığını gördüm.

Eğitim, sağlık, çalışma, aile ve aradaki kültürel bağlar
derken sıra geldi insan kalitesine…

Gerek Dini söylem adı altında yazılan ve söylenenler
Gerekse sevilen sayılan bir ölümün ardından yapılan
yorumlar, ya da ahlaksızlığın da ahlaksızlığını yapmaya
çalışan kişilerin hikayeleri, haberleri… Korkunç şeyler
duyuyoruz, okuyoruz, seyrediyoruz…

Biz nasıl bir toplum olduk?
Bu insanlar ne zaman yetişti?
Gerçekten bu kadar kötü müyüz?

Soruları arka arkaya beynimizde çınlarken, bir umutsuzluk
çöküyor beynimize. Düzeltemeyeceğimiz inancı kabarıyor.

Şaşırtıcı, moral bozucu olayların sayısal olarak 10 adet
olduğunu varsayalım.

Her olayı yaratacak insan sayısının da milyon kişiden 1 kişi
olabileceğini varsayalım.

Toplamda 800 adet olay 1 yılda karşımıza çıkacak ve her gün
3 adet umutsuzluk körükleyen haber ile muhatap olacağız.

Aynı haberlerin 10 gazetede, 15 TV’de ve milyon Twit ile
Sosyal medyada tekrarının yapıldığını ve bu yolla çoğaltıldığını
unutmayın.

Umutsuzluğun bize biçilen bir gömlek olamayacağını, içine bu
Toplumu sığdıramayacaklarını bilenler bu çabalarına 70 yıldır
devam ediyorlar.

Bu oyuna alet olmadan, her şeyi düzeltebilecek temellere ve akla
sahip olduğumuzu da sakın unutmayın.

Örneğin, 80’li yıllarda başlayan PKK terörü yaşandığı bölgede çok büyük göçlere Neden olmuştur.

Bu göçlerden öncesinde büyük şehirlerde yaşayan yakın akrabalar
Önceki ekonomik krizlerde yardımlaşma ve dayanışma gibi paylaşımlar içerisinde
Ayakta kala bilirken, artık bu dayanışmadan mahrum kaldılar. Bu neden ile her kriz
Daha ağır geçiyor ve umutsuzluğu arttırıyor. Çaresizliğin yarattığı cinnetler, intiharlar
Ve diğer acı olaylara ilişkin haberler çoğaldıkça bizler de etkilenmeye devam ediyoruz.

Dini yaşama önem veren insanlarda içerisinde ahlak barındıran bir kişilik olduğu inancı yıkıldı, parçalandı. Bir temel düşünce daha çöktü beynimizde. Geriye neyimiz kaldı diye sorgularken manevi duygular ile uğraşırken kaybolan bütün ekonomik değerlerimizin topraklarımızın, fabrikalarımızın farkına pek de varamadık. Bu manzaraya yüzümüzü çevirdiğimizde çok daha büyük bir umutsuzluk yaşadık.

Ülkemiz üzerinde yaşanan en büyük oyun insanlarımız üzerinden dönüyor.

Birlikte yaşama ve başarma azmi yok edilmek için her şey yapılıyor.

Bu yazıdan sonra nereye, hangi olaya bakarsanız bu oyunu daha iyi göreceksiniz.

Bu nedenle bizlere gereken şey umutlarımızı yeniden yeşertmek, birbirimize inanmak. Sorunları rahatlıkla halledebileceğimiz yönünde içimizde taşıyacağımız inanç. Göz göze gelemesek de el ele tutuşamasak da  seslerimiz kulaklara çınlamasa da bizi bir birimize bağlayan manyetik gücün binlerce yıllık birlikteliğimizden kaynaklandığını

UNUTMAYIN..

Erkek olunca…

Türk Kadını 12 ile 13 bin arası kadar kelime kullanıyor.
Erkekler ise çok daha az.
6 bin kadarcık!
Bu kadarı ile tüm derdini anlatt
ı anlattı, yoksa kaldı öyle!
Y
azık! Olsa anlatacak, ama yok!
Zaten siz de bilirsiniz, erkekler pek konuşmaz.
Kelime eksikliği
olunca insan da

***
Duymuşsunuzdur, ülkemizde sansür had safhada!

Adsl yükseldikçe, sansür üst seviyeye çıkıyor.
Zaten, İnterneti sansürleyenler de erkek
ler.
6 bin kelime tüm dertlerini anlatmaya yettiği için, 6 bin site açılırsa yeter diye düşün
müşlerdir zaar!
Kelime
eksikliği olunca insan da…

Zaten bilirsiniz erkeklerin kullandığı 6000 kelimenin 2000’i Futbola düşüyor, 2000 kelime küfür ve çeşitleri, ve 1000 kelime kadını nasıl tavlarım sohbetleri.
Geriye 1000 kelime
kalıyor, onun da 3 kelimesini dine, 10 kelimesini eşine, 7 kelimesini nasıl yalan söylerime ve türevlerine ayırıyor. Geriye 980 kelime kalıyor, onu da kültüre mi ayırsın, siyasete mi yoksa felsefeye mi?

Maamafih, bir kadın olarak erkeğe sordunuz:
Akşam mı çıkacaksın arkadaşlarla?
– Hee
– Mehmet mi alacak seni?
– Yoo
– Ali mi alacak?
– Hee
Yemek yedin mi? Yemeden çıkma ?
– Tamam
– Ak
şama da geç kalma!
– Tamam
– K
ızlar da olacak mı orada?
– Yoo
– Do
ğru düzgün cevap versene be adam?!.
– Tamam

Bak gördün mü?
Ü
ç kelime ile tüm derdini anlattı işte; Hee, Yoo, Tamam!
Erke
ğin beyni böyle çalışıyor, onun için bize Youtube, Netflix, Blue TV vs gibi yüzlerce seçenek sunarsanız, feleğimizi şaşırırız!
Beyin tilt oluyor, yani sansür istememiz
çok doğal!
Çünkü anlamıyoruz; kelime eksikliği var bizde!

Kadın öyle mi? 13 000 kelimeyi dörde katlayıp, yedi farklı lehçeden, bin türlü şekillerde anlatabiliyor meseleyi, yetmiyor bir de kelime arasından erkeğin ne halt yediğini anlayıp, yorumlayıp, tefsir ediyor!

AKP’ye yakın bazı isimler “Eşcinselliği özendiriyor”,“Ahlakımız bozuluyor” cümleleriyle eleştirdiği internet üzerinden yayın yapan kuruluşlar, RTÜK denetimine alındı.
6000 kelime eksikli
ği böyle dışa vuruyor işte!


***
Vah vah…,
6000 kelime ile tüm derdini anlatmaya mecbur kal
ınca insan…

Öyle işte!

Mustafa Çelebi  

Teknofest olmuş Damatfest!

Çok büyük umutlarla gittim Teknofest’e. Ülkenin teknolojik olarak hangi seviyeye geldiğini görmek ve bu gelişmişlikle gurur duymak istiyordum.

Fakat hepsinden önemlisi de Atatürk Havaalanı’nın fuar, sergi ve gösteriye uygun olup, olmadığını görmek istiyordum.

Önce, insanların sohbet aşamasında neler konuştuklarını aktarayım:

-Burası dünyanın en büyük fuar alanı olacak!

-Burasının bir kısmı uçak sergileme yeri olacak, kalanı millet bahçesi olacak.

-Burasının tamamı yeni yıldan itibaren yaptığımız uçakların eğitim ve test yeri olacak.

-Bundan sonra teknolojin kalbi bu meydanda atacak.

Bunları konuşanların büyük çoğunluğu öğrenciydi ve tavır, eylem, davranış ve grup yapılarına bakınca, hepsin de İmam Hatip Lisesi öğrencileri olduğunu düşündüm. Arada serpiştirilmiş normal lise öğrencileri vardı, ama onlar biraz donuktu. Yukarıdaki belirttiğim cümleleri kullanan önemli sayıda yaşlı insan da gördüm. Demek ki bu yaşlıların ve öğrencilerin buraya gelmeden önce beyinleri şarj edildi!

Rus yapımı savaş ve yolcu uçaklarını görmesem, Türk’ün Türk’e Propagandası derdim; ama şu an demiyorum; önemli ve değişik Rus uçakları vardı.

Üniversitelerin öğrenci kabul veya bilgilendirme, propaganda yapma yeri ile Teknoloji Festivalini bir arada düşünemedim. Boş insanların boş kafaları sanki bazı şov yapan üniversitelerde yönetime gelmiş gibiydi. Kocaman üniversite hocası sohbete üniversitesinin mucizesinden giriyor, hemen sonra olayı yüksek teknolojiye ve anından da 2023’e getiriveriyordu. Fuar boyunca en çok duyduğum kelime 2023 idi ve resmen midem bulandı. Öğrenciler de hep aynı kelimeyi tekrar edip, durdular.

Fuar alanına giriş uzun, sıkıcı ve hatta son derece karmaşıktı. Belki bu durum bendeki önyargıların daha ilk aşamada başlamasına sebep oldu. Havaalanına girişten fuar alanına gidene kadar insanın ya acıkası ya tuvaleti geliyor.

İnanılmaz derecede bir gürültülü müzik ve seslendirme vardı ki insan psikolojisini mahvediyordu. Bir de fol yok yumurta yok, sürekli kahramanlık demeçleri ve türküleri, görüntüleri ile yüksek teknoloji ve mucize buluş birbirini yok ediyordu.

Türk Hava Kurumu, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Bayraktar meydanın ana oyuncularıydı. Hemen her yerde Bayraktar şu, Bayraktar bu, Bayraktar motor, Bayraktar malzeme… Zaten, fuarı da Bayraktar düzenlemiş. Kendi kendine, kendi ürünü için fuar düzenlemek de tuhaf olsa gerek.

Uçakların ne olduğunu herkes biliyor. Ben şahsen Türk Jet pilotlarının o muhteşem ve cesaretli uçuşlarına hayran kaldım; sanırım Rus yetkililer de bu uçuşları izlemiştir. Rus savaş uçağının hareketleri de şok edecek cinstendi.

Türk Hava Kurumu’nun uçakları arızalı diye yangın söndürmeye dahil olmasına izin vermeyen ve ülkenin tüm ormanlarının yanmasına sebep olan bakanın kulakları o kadar çok çınladı ki… O muhteşem uçakların su boşaltma aşamasını izleyince, bir hain elin yangına bilerek müdahale ettirmediğini düşündüm; Allah affetsin, kalbim kötü ama içimde bir fenalık yok Reis!

Gelelim işin bilançosuna:

Fuarın tek görülen ve öne çıkan firmaları Bayraktar firmaları idi. Alıcı ise malum; sen, ben değil Türk Silahlı Kuvvetleridir.  Üretici ve satıcının bir meydanda ürünlerini sergileyip, kendilerini reklam yapmalarının maliyeti çok fazlaydı. O fuarın asıl amacının, milyonlarca öğrencinin gaza gelmesinden başka bir şey olmadığını, ama bunun için harcanan o büyük meblağın da normal olmadığını düşündüm.

Aslında Ankara’da askeri ve teknoloji fuarları olurdu, dünyanın hemen her silah ve askeri malzeme üreten ülkeleri katılırdı. Bölgenin en muhteşem fuarı olarak her ülke kendi savaş araç, gerecini sergilerdi. Bu fuarda yabancı ülke, hatta dost diye sahiplendiğimiz yabancı ülke göremedim.

Bir iş kar ve zarar sonucuna göre değerlendirilecekse; Teknofest Fuarı, yeni gençlik gözünde Bayraktar diye bir yeni Elon (Gençler böyle diyordu!) yaratmıştı! Fakat fuar için harcanan paranın Bayraktar bütçesiyle mi, bizim vergimizle mi olduğunu çözememiş biri olarak, fuardan pek de memnun ayrılmadım.

Fuarın hedef pazarı bu öğrenciler ise, Bayraktar için fiyasko sayılırdı.

Yine de, gelecek yıllarda bu Teknofest devam etmeli ama Bayraktar her noktada olmamalı, farklı ve değişik firmalar olmalı. Bir de üniversitenin arge bölümleri katılmalı, öğrenci kabul eden ama 2023 şovu yapan hocaları değil.

Sözümü Baştan Sona İşit!

Gözlerimi kapattım kulağımda bir ses… Tok, güçlü, kararlı, kaya gibi sağlam, insana güven veren hani tokat gibi gerçekleri yüzüne çarpan bir ses…

“Ey Türk ulusu!
Silkin ve kendine dön! Niçin yanılıyorsun? Bütün bunlar kendinden, kendi öz benliğinden uzaklaşıp düşmana dönük yaşadığın için oldu.”

Bilge Kağan

Kendimi birden bire bugünkü Moğolistan’da buluyorum. Orhun yazıtlarının tam ortasında…
Tarih 732…
Hummalı bir çalışma var. Koca koca taşlara Bilge Kağan emir vermiş. Kardeşi Kültigin için bir anıt yapılacakmış…

“Tabğaç budun sabi süçig ağısı yımşak ermiş. Süçig sabin yımşak ağın arıp ırak budunuğ anca yağutır ermiş. Yağuru kondukda kisre ariyığ bilig anda öyür ermiş.”

Bugünkü  Türkçe’ye çeviri:

“Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırır-mış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş.”

Başımı kaldırıp taşlara bakıyorum harfler yabancı, kulağıma gelen sesleri dinliyorum sözcükler yabancı, insanlara bakıyorum yüzler yabancı , giysiler yabancı yoksa; atalarıma yabancı olan ben miyim?

Tek tanıdık olan içimdeki ses;

Oysa 732’de “özüne dön” dememiş miydi Bilge Kağan?
Nerede kaybettik biz özümüzü…?

Arap alfabesi miydi bizi özümüzden koparan, yoksa başka bir şey mi? Hala aynı alfabeyi kullanıyor olsak, özümüzü korur muyduk acaba? Yeter miydi özümüzü korumaya ?
Bilge Kağan belki de diyor ki anıtları yazdırırken;
Yazalım, yazalım ki gelecek nesiller özünden kopmasın, bizim yaşadıklarımızı yaşamasın bir halk açken nasıl doyurulur, fakirken nasıl zenginleştirilir, Türk nedir, içindeki güç nedir? Öğrensinler…

Türk nesli ders alsın.
Atalarının neleri başardığını kimleri dize getirdiğini bilsin.
Bilge Kağan, Kardeşi Kültügin, Veziri Tonyukuk ve daha niceleri gecelerce uykusuz kalmamış mıydı bu milleti kurtarabilmek için.
Unutulmasın diye verilen emekler

 “Taş yontturdum, gönüldeki sözümü bu taşa vurdurdum.”

Dememiş miydi?..

Önce yüzümde rüzgarı sonra çıplak ayaklarımda atalarımın ayak bastığı toprakları, çimenlerin ıslaklığını hissettim.
Gözümü açtığımda ise damarlarımda ki Türk kanını…
Ne kadar yabancılaştırılsakta bir gün bir Türk çıkar ve derki;

“Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”

Ve her şey yeniden başlar. Yeter ki kurtarıcı beklemeyi bırakalım. Kurtarıcı zaten içimizde…

Sanat Şahsî ve Muhteremdir

Sanat şahsî ve muhteremdir.

Fecr-î Âti topluluğunu sloganının sahibi Şehabettin Süleyman
Bugün ki Türkçeyle değerli edebiyatçımız ve ekibi ‘sanat kişiseldir ve saygıya değerdir’ diyordu. O dönemin savaşlarının, yokluklarının, karışıklıklarının arasında sanat; gerçekten kişisel olacak kadar özgür müydü?

1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’ten sonra, ülkede canlı ve hareketli bir edebiyat hayatı başlamıştır. Ta ki 31 Mart vakasına kadar!!!
Dönemin edebiyatçıları rahat bir nefes almışken İstanbul sokaklarını kana bulayan bu olaydan sonra, tekrar sansür eskisinden daha sert bir şekilde uygulanmaya başlanır.

34 yıllık kısa ömründe bir çok yazı kaleme alan edebiyatçımızın en çok ses getiren tiyatro eseri Çıkmaz Sokak‘ta, “Ahlak’a mugayir olanı yaymak suçundan” öğretmenlik mesleğinden 11 ay uzaklaştırma almasına neden olmuştur. Konusu bakımından oldukça dikkat çeken bu eser\ yazarlar arasında da gerçeği yansıtıp yansıtmadığı üzerine uzun tartışmalara sebep olmuştur.

Kısaca:

Nesip ve Şekip adlı iki yaşlı erkek kardeş, genç eşleri Refika ve Mukbile ile birlikte aynı evde yaşamaktadır. Refika ve Mukbile iki eşcinsel kadındır. Kocaları bu durumu bilmemektedir. Kocaları ile aralarında cinsel ilişkileri yoktur. Nesip ve Şekip Beylerle evlenmeden önce de birlikte olan bu iki kadın, cinsel gücü olmayan bu yaşlı adamlarla bilerek evlenmişler, böylece ilişkilerini rahatça yaşayabilecekler ve görünürde ise evli barklı kadınlar olacaklardır. Ancak Refika zamanla Mukbile’den soğur ve Cavide adlı bir başka kadınla ilişki yaşamaya başlar…

Refika:
Evet… Beraber ne yapacaksın?.. Başka türlü yapabilir miydim?.. Ben sevici olduysam… Sizin namusunuz için oldum… Babana… Baksana… Çekilir mi? Bir sıyırtmış bir hortlak… Benim gibi genç bir kadın daima öksürüklerden, inlemelerden, salyalardan mı nasib-i ömrünü alacaktı?.. Hayır, hayır, insaniyet beni mahkûm edecek kadar kör değildir…

Alıntı-Çıkmaz Sokak

İnsaniyet, kadına hala kör değil mi?

Şahabettin Süleyman hakkında yakın arkadaşı Yakup Kadri anılarında şu şekilde bahseder:

Şahabettin Süleyman toplumun yerleşik değerlerine, kurallara, tabulara hiç mi hiç kulak asmayan, Freud’dan tek satır okumamış olmasına karşın insan hayatında cinsel güdülerin önemine inanır. Ahlâki ölçütleri, yüksek bilinmiş hisleri yıkıp, geçerken de cinsel güdülerin egemenliği üzerinde durur.

Şahabettin Süleyman’ın şöyle dediği de sık sık işitilirmiş:

— Ben, paradan başka mabut tanımam, yalnız ona taparım ve onun yolunda, onu elde etmek için her hareketi mubah telakki ederim.
Üstelik her zaman beş parasız olduğundan da bahsedermiş.

Yakup Kadri, ayrıca Çıkmaz Sokak dışında ‘Siyah Süs Piyesi’ ve ‘Aziz Katil Hikayesi’ yüzünden Fecri Ati grubunun edebiyat dünyasında çok saldırıya uğradığını ve Şahabettin Süleyman’ı savunmakta oldukça zorluk çektiğini anlatır; onun edebiyatta yenilikten öte ihtilal yaptığını da söyler.
Bütün gelenek ve göreneklere karşı bir duruşu vardır, Şahabettin Süleyman’nın (Sanırım günümüzde olsa Fetöcü denirdi.)
Şahabettin Süleyman’ın hikâyelerinin çoğunda, herhangi bir aile problemine veya ahlâk anlayışına bağlı olmayan aşk ilişkilerini anlatır.

Yazarımızın bir diğer önemli eseri ‘Fırtına’ ise edebiyatımızda çocuk sevgisini ilk kez işlediği için önemli bir piyestir. O tarihe kadar çocuk kavramının bu kadar göz ardı edilmiş olması da ilginçtir.
II. Meşrutiyetle beraber artık edebiyatımızda çocuğun da yeri vardır.
(Yaklaşık 10-15 sene sonra Atatürk’ün çocuklara bayram hediye etmesi o dönem herkesin hayalini kurduğu batılılığın bile ne kadar ilerisinde olduğunu düşündürtmüyor mu?)
Bu dönemden itibaren Osmanlılarda bir çok çocuk dergisi çıkarılmaya başlanır.

Yazarımız kısa bir dönem siyasete de yer alır. Balkan savaşları sırasında Türk Ocaklarında faaliyet gösterir.

Devrin kadın şairlerinden İhsan Raif Hanımla yaptığı evlilik sayesinde, ömrünün son dönemlerini maddi anlamda oldukça rahat geçirir. Para için her yolun mubah olduğunu söyleyen birinin bu evliliği de para için yaptığı fikrini getiriyor akıllara…

Her yıl tatile İsviçre’ye giden yazarımız 1919 da İsviçre’de, İspanyol gribine yakalanır ve hayatını kaybeder. Bugün, mezarı hala İsviçre’dedir.
O dönemin savaşlarını ve yoksulluk ortamını düşününce, her sene İsviçre’ye tatile gidebilme lüksünü bulabilmesi de ilginç!

İnsan bazen sanat sadece, zenginler için diye düşünmeden edemiyor… Yazarımızın ‘sanat şahsî ve muhteremdir’ anlayışına hak verilebilir. Sadece sanat yapmak isteyen özgür beyinlerin, sansürlerle veya maddi kaygılarla engellenmesi acınası…

Maddi kaygılardan yüzünden ne çok üstün yetenekli insan yeteneğini sergileyemeden, geçti gitti kim bilir bu dünyadan..

Dilek

https://xn--gndemarivi-9db80j.com/surulduklerimiz-verev-dususler-1/?amp=1

https://xn--gndemarivi-9db80j.com/alin-yazisiyla-degil-onur-yazisiyla-yasamak/?amp=1

https://xn--gndemarivi-9db80j.com/turk-sanat-muzigi-seven-dostlarla-muhabbet/?amp=1