Kategori arşivi: Edebiyat

Aklın Atları ve Kanat Sesleri

Birkaç günüm hastanede geçecekti nasıl olsa. İyi ki Nusret Ertürk’ün adıma imzalayıp gönderdiği, çoğu 2003-2014 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan yazılarından oluşan o iki kitabını da yanıma almışım. Ruhuma çok ama çok iyi geldiler, sağalttılar beni adeta: Aklın Atları ve Kanat Sesleri

Aklın Atları’nı ameliyat öncesi bitirdim nerdeyse. Sonrasında da Kanat Sesleri’ni… İlginç olan; pek çoğunu yayınlandığında okuduğum, anlaşılır ve derinlikli bulduğum, güncelliğini bugün de yitirmemiş yazıları hemen anımsayışım ama aynı zamanda ilk kez okuduğum birer yazı gibi de algılayışım… Kafamdaki bu karışıklık Kanat Sesleri‘nin girişinde gözüme ilişen C. Connolly’dan yapılan şu alıntıyla bir çırpıda dağılıverdi neyse ki: “Edebiyat, ikinci kez okunacak; gazetecilik ise bir defada anlaşılacak şeyi yazma sanatıdır.” Her iki kitabın da niteliği aslında bu ifadede dile gelmiş.

Birinci kitabın bir yerinde karşıma çıkan bir yazıdan ötürü yaşadığım şaşkınlığı anlatmasam olmaz: Çanakkale’de yaşamaya başladığım ilk günlerde tanıştırıldığım kentin önemli simalarından, aydınlanmacı, kültür insanı ve bir doğa aktivisti olan Hicri Nalbant, ikinci karşılaşmamızda cebinden çıkardığı gazete küpürünü elime uzattı. Baktım 01.05.2011 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki bir yazı. Şair Ahmet Özer’le uzun uzun kulaklarını çınlattığımız, aynı zamanda hemşerim olan Nusret Ertürk imzasını taşıyor. Hızlıca ama daha çok da merakla okumaya başladım yazıyı. İlk paragrafta şu satırlar yer alıyordu: “Eğitimci yazar Vecihi Timuroğlu, 1969 yılında Artvin Lisesi Müdürü’dür. Timuroğlu, okuldaki bir bayram töreninde toprak reformuna dokunur. Vali Babür Ünsal, anında konuşmayı kestirir, müdürü kürsüden indirir. İçeri girerler. Timuroğlu orada valiye unutamayacağı bir ders verir. Vali, soruşturma açar. Timuroğlu yıllar sonra şöyle der: ‘Artvinli il müdürlerinin hiçbiri valiye yağcılık yapmadı. Aklandım. Artvin’in doğası güzeldir ama insanı daha güzeldir.’ Bu sözler Artvinli için onur belgesidir.” Yazının devamını okuyup bitirdiğimde Hicri Nalbant’ın yüzüne baktım. “Artvinlileri ben de çok severim. Siz hem Artvinlisiniz hem de şairsiniz. Uzun zamandır sakladığım bu yazıyı sizinle paylaşmak istedim.” Vecihi Timuroğlu’nu tanımış olmanın, onun yazı ve şiirlerinin hayranı olmamın ve Çanakkale’deki hayatıma böyle güzel bir başlangıç yapmanın heyecanıyla mıydı bilmiyorum, bir süre Hicri Nalbant’a (ağabey demeliyim) ağzımı açıp da bir şey söyleyemedim. Sözcükler dilimin ucuna gelip orada taş kesildi adeta. Kitaplarda bu yazıya rastladığımda da benzer duygular yaşadım.

Nusret Ertürk; cumhuriyetçi, aydınlanmacı, çağdaş ve demokrat bir yazar. Meslektaşım üstelik; Türkçe öğretmeni.

Bir solukta okuyacağınız ama aklınızı kurcalayacak yazılarına giren sözcükler sanki dağların sazağından çekilip alınmış, tipilerde bekletilmiş, derelerin ayazından geçirilmiş, suların akışında yontulmuş. Aşkla, sevgiyle ve umutla yoğrulup büyülü bir hale getirildikten sonra da adil, demokratik, özgürlükçü bir dünya için yola çıkarılmış. Hepimizin anlayabileceği ama hiçbirimizin kolayca yazamayacağı kısa yazılar, Ertürk’ün yazıları. Bir yazıyı okuyup diğerine geçemiyorsunuz kolayca. Her birinde bambaşka dünyalar çıkıyor karşınıza çünkü. Derin anlamlar, yepyeni düşler, düşünceler… Yazılara yedirilen öykücükler ve kısa şiirler konuyu hem anlaşılır hem de unutulmaz yapmış. Sanata, edebiyata yaslanmış her bir yazı. Oralardan doğmuş, onlarla beslenmiş, onlardan uç vermiş.

Yazıların yüzü aydınlığa dönük. Bir tür günebakan çiçekleri.

Cumhuriyetin kazanımlarını, kültürümüzün güzelliklerini ve düşlerimizi yansıtıyorlar. Ülkemizin ve insanımızın içine düşürüldüğü kıstırılmışlık ve kuşatılmışlıktan çıkış yollarını görüyorsunuz yazılarda. Ama bu görme işini sizin duyarlıklarınıza bırakmış yazar. Gezi Parkı olaylarıyla ilgili yazılar bambaşka boyutta. Okuyunca diyorsunuz ki: Bir bildiği varmış o çocukların. Köy Enstitüleri’yle ilgili yazıları da çok keyifle okuyor ama arkasından bir sancıya yakalanıyorsunuz ister istemez. Sadece bu kadarla da değil.

“Öğrendikçe bilmediklerim çoğalıyor,” sözünü kim söylemişse doğru söylemiş. Adını bildiğim, şu ya da bu ölçüde tanıdığım, kitaplarını okuduğum yazarlar, şairler, bilim insanları, düşünce adamları, gazeteciler, sanatçılar ve felsefeciler hakkında o kadar yeni bilgilere, güzel sözlere, farklı düşüncelere ulaştım ki her iki kitapta da… Keşke onlara da yer verme olanağım olsaydı burada. Bu iki kitap yaşama tutunmam ve yaşamı yeniden anlamlandırmam için önüme öyle sağlam halkalar attı ki… Açıkçası dile getirmem hiç de kolay değil. Edebiyat açısından, dili yalın kullanmanın, bir şeyi estetik olarak ifade etmenin tadını yaşattı her şeyden önce. Kitaplar beni aldı ve adını şu an anımsayamadığım bir felsefecinin; “Estetiğin, en son varacağı nokta sadeliktir” sözünün yanı başına bıraktı. Yazıların hepsini birer deneme tadında okudum. Altını birkaç kez çizmediğim hiçbir yazı yok nerdeyse. Altını çizdiğim pasajlardan bazılarını, ister sizi üzsün, ister sevindirsin, üzerime düşen sorumluluk neyse onu da alarak burada paylaşmak istiyorum:

“Köleye sormuşlar: ‘Özgür ve zengin biri olsan, ilk neyi elde etmek isterdin?’ Köle hiç düşünmeden yanıtlamış. ‘Çok kölem olsun isterdim!’…” Aklın Atları, Sayfa 74.

“Sivas’ta yakılan Behçet Aysan işsiz kaldığında Ankara’da simit satmaya çıkar. Ondan simit almaya pek az kişi gelir. Yakındaki simitçiye sorar: ‘Kardeş, sen simit satıyorsun, ben satamıyorum. Nedendir? Simitçi, “Sende simitçi tipi yok ağabey’ der.” Aklın Atları, S:108.

“Almanya’da bir sokak taşıtlara kapatılmış. Nedeni sorulduğunda, ‘Burada bir yazar oturuyor. …” yanıtı verilmiş.” Aklın Atları, S:117.

“Çocuğun biri, vitrinde resmi ağabeyine almak için aylarca para biriktirir. Sonunda sevdiği resmi almaya gider. Ressama, ‘Bu paramın tümü, şu resmi almak istiyorum’ der, avucundaki paraları masaya bırakır. Sanatçı, hiç düşünmeden tabloyu paketler, verir. Çocuk resmi alır almaz sevinçle uzaklaşır. Orada bulunan ressamın bir tanıdığı, çığlık atarcasına, ‘Sen ne yaptın?’ diye sorar. Ressam öyle düşünmez: ‘Dünyada kaç kişi, parasının tümünü bir resim için elinden çıkarır?’…” Aklın Atları, S: 76.

“Şerefli hırsızı boşuna aramayın, bulamazsınız. Aisopos’un sözüdür: ‘Hırsızın küçüğünü asarız da büyüğünü baş tacı ederiz.’ …” Aklın Atları, S:106.

“Yaşamdan içtenliği çıkarırsanız, geriye elle tutulacak bir şey kalmaz. Acılarımız ondandır.” Kanat Sesleri, S:67.

“Gezi ile ilk kez eleştiri sokağa indi.” Kanat Sesleri:S:48.

“Taksim Gezi Parkı direnişiyle dilimize giren Duran Adam’ı, biraz da ölçüsüz konuşmalara tepki diye mi sevdik?” Kanat Sesleri, S: 64.

“Tıraş bitinceye değin ağzını açmaz, bakışları aynı noktaya mıhlanırdı. Çalışırken işine içtenliğini, yüreğini katar, tıraşını tamamlar kalkardı. Behçet Usta, küçük dokunuşlarla görünüşünü güzelleştirmenin yolunu açıyordu. O, alacağından çok vereceğini düşünüyordu.” Kanat Sesleri:S:76.

“Nelerden mi davacıyım?
Suyu bulandırandan; suya, sabuna dokunmayanlardan davacıyım.

ODTÜ ormanlarında otoban yapılıyor. Gençler: ‘Ağaç kesme, metro yap’ diye pankart açtılar. Ankara’nın bozkırında ağaçlara sarılıp sahiplenen gençlere, ‘Ormanı seviyorsanız gidin ormanda yaşayın’ diyenlerden davacıyım.”

“Soru, çekirdeğinde ışık taşır.” Kanat Sesleri, S:12.

“Kuzu gibi olun diyorlar
Büyüyüp ortaya çıkınca
Koyun gibi gütmek için” Aklın Atları, S:128.

Daha bunlar gibi nelere yer vermek isterdim burada. Ama diyeceğim şu: Bir elimde serum bir elimde bu kitaplar vardı. Okuyup bitirdiğimde, Cumhuriyet İçin Yazılar, cumhuriyeti geri kazanmak için bir yol haritasına dönüşmüştü kafamda.

Baktım ki önce, Rıfat Ilgaz’ın, “Aç iki kolunu iki yanına /Korkuluk ol” dizeleri, sonra da Metin Demirtaş’ın şu dizeleri tütmeye başlamış duyarlıklarımda:

“Karıncanın ise
Bir eli yağda
Bir eli balda
Ama ne şiir, ne şarkı var hayatında
Mutsuzdur…
Bu yüzden uzun kış geceleri
İçi sıkılır durur
Çünkü yaşamında
Arpa buğday kadar
Önemli bir yeri var
Şiirin ve şarkının da”

Ameliyat başarılı geçmişti. Hastaneden taburcu olup eve dönerken yüzüne baktım Zeynep’in. Dedim biliyor musun, şehirden uzak oturuyoruz. Bir iki gün sonra da senin doğum günün. Bahçemizde bu mevsimde ne çiçek olur, ne de gül… Birkaç gün içinde bir yere çıkıp sana armağan da alamam . En iyisi sen hastanede geçen günlerimizi doğum günün nedeniyle üç beş günlük tatile çıkarmışım gibi kabul et. Bir de okurken sık sık altını çizdiğim ve gelen ziyaretçilerime içinden pasajlar okuduğum çantamdaki kitapları… Çiçek niyetine…

Gülüştük…

(Aklın Kanatları, Nusret Ertürk, Payda Yayınları, 2013, 272 Sayfa
Kanat Sesleri, ,Nusret Ertürk, Payda Yayınları, 2015,208 Sayfa)

Hayrettin Geçkin

Yaşanır Kentler, Adil Demokratik Ülkeler Düşündeyim

28 Kasım 2023 tarihinde, yani yarın, 18 Mart Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde bir ameliyat daha geçireceğimden, sevgili dostum İrfan Mutluay’ın CHP’den Çanakkale Belediye Başkanlığı için aynı gün yapacağı adaylık açıklamasında ne yazık ki yanında bulunamayacağım. Bu yazı ona başarı dileğimdir. Aydınlık, demokratik ve özgürlükçü bir Türkiye için işaret fişeği olsun adaylığı… Ve bir seferberlik ilanı, Çanakkale’den başlayan…

Birkaç hafta önceydi; İrfan Mutluay’la konuşmuştuk ayak üstü.

“Destek bulacağıma inanır, halkta ciddi bir karşılığımın olduğunu görürsem Çanakkale Belediye Başkanlığı için adaylığımı açıklayacağım” diye başladı söze.

İçimi sevinç kaplamıştı.

Ama hemen arkasından da; “Bu kararının, öncelikle mevcut Belediye Başkanı Ülgür Gökhan’ın kararına bağlı olduğunu,” söyledi.

Nasıl yani dedim.

“Hali hazırdaki görevim olan Çanakkale Belediye Başkan Yardımcılığına Ülgür Bey’in daveti üzerine geldim. O aday olursa karşısına çıkmam. Vefa yalnızca İstanbul’da bir semtin adı değil benim için,” diye de sürdürdü sözlerini.

Şaşırmıştım.

Her şeyin kirlendiği, herkesin herkesi özel çıkarları için kullanmaya kalktığı ve herkesin başkasının omzuna tırmanarak yükselmeye çalıştığı bir dünyada böyle birinin varlığı, çok ama çok şaşırtıcı geldi bana. Hem de Çanakkale gibi bir yerde.

Kendisini çevre hareketlerinden ve Kazdağları’nda Kanadalı Alamos Gold Maden Şirketine karşı verilen mücadeleden tanıyorum. Bir insan sıcağı olarak bulurum onu. Çalışmalarını da az çok biliyorum. Hele bir kültür insanı olduğunu. Sanatın toplum hayatında işin olmazsa olmazı olduğuna olan samimi inancını. Ve nasıl bir insani öz taşıdığını… Deprem bölgesinde hayatı yeniden başlatmak için belediye olarak atılan adımların başında o vardı. Bölgeye çeşitli ve çok miktarda tohum gönderme faaliyetleri sürdüğü günlerde de karşılaşmış, ayak üstü başarılar dilemiştim kendisine. Karşılaşmalarımızın birinde söz nasıl gelip dolaştıysa; “Çanakkale kimsenin hayal bile edemeyeceği bir tarım kenti, bir ziraat kenti, bir sanayi kenti ve bir turizm kenti olabilir” demesi var ki o ses hala kulaklarımda.

Aynı sözü bir kez daha tekrarladı.

Bu yetmez dedim.

Dedi ki; “Sizin demek istediğinize getireceğim sözü.”

Sustum, dinlemeye devam ettim.

“Evet Çanakkale suyun kenti, rüzgârın kenti. Tamam! Eyvallah! Ama aynı zamanda bunlara sığamayacak, bunlarla yetinemeyecek olan da bir kent.

Bir tarih denizi her şeyden önce burası. Bir kültürler müzesi!

Burası sahiden de aşkın, edebiyatın, sanatın başkenti olabilir.

Ama sizlerle olur.

Dediğiniz gibi; baş başa, düş düşe verirsek olur.

En azından bilgimiz, bilincimiz kadarını başarırız. Vicdanlarımız devreye girer.” Bunları söylerken sevdalı bulut gibiydi gözleri, büyük yolculuklara hazırlanan bir yüz ifadesi vardı. Ve yarınları çağrıştıran bir ses tonu…

Şaşkınlığım bir kez daha artmıştı.

Ortamın sessizliğini yine kendisi bozdu:

“Bu kentte herkes, herkesin kimsesi olabilir. Kimse kimseyi ötekileştirmeden yaşayabilir. Yeter ki meseleye kamucu bir anlayışla yaklaşılsın. Burada her şey herkese yeter de artar bile. Hepimizden bir ‘biz’ yapabiliriz burasını. Kaldı ki Çanakkale Türk’ün, Kürdün, Laz’ın, Çerkez’in bu coğrafyada kimler yaşıyorsa onların şehri aynı zamanda. Çünkü onların verdiği mücadeleyle kazanılmış bir şehir. ‘Çanakkale geçilmez’ sözü bağımsızlığın, Türkiye Cumhuriyeti’nin önsözü olmuş her şeyden önce…”

Dedim ki İrfan Bey!

Dedi; “Son bir şey! Bitiriyorum.”

Sustum!

Dedi, “Yine sizin bir yazınızda ifade ettiğiniz gibi; her düşünceden, her kültürden ve her renkten bir çiçek tarlasında dönüşebilir Çanakkale. Aşkın, barışın, sanatın başkenti olabilir. Bir doğa harikası olarak da örnek olur dünyaya. Bu mümkün! Bu anlattıklarım bir çağrıdır da aynı zamanda.”

Çok duygulanmıştım.

Ayaküstü konuşma biraz uzun sürmüş olsa da aklıma gelen şu sözle selamladım İrfan Mutluay’ın anlattıklarını:

Gelecek beklenen bir şey değil, yapılan ve yaratılan bir şeydir. Hele baş başa düş düş verilirse bu dedikleriniz neden olmasın!

Hadi yolunuz açık olsun İrfan Mutluay, dedim. Ve sonra da ayrıldık.

Düşünsenize barıştan, adil yönetimden, kardeşçe ilişkilerden yapılmış, doğasına sahip çıkılmış bir dünya kenti…Bir sanat, kültür ve turizm kenti… Birlikte üretilen, kardeşçe bölüşülen bir kent. Kimsenin aç açıkta kalmadığı, gülen yüzlerden oluşan bir deniz kenti… Bir su ve rüzgâr kenti.

Hayal etmesi bile güzel.

Ayrıldıktan sonra da CHP Genel Merkezinin, Çanakkale CHP Teşkilatının, Çanakkalelilerin böyle bir adayı anlayıp anlayamayacağı takıldı kafama. CHP’nin huyudur bazen öyle birini getirir dayatır karşına ki çık çıkabilesin işin içinden.

Bu düşüncemden bir anda sıyrıldım nasıl olduysa. Dedim, Çanakkale halkı aydınlık bir halktır, öncüdür. Dedim, Çanakkale Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında bir başlangıçtır ne de olsa. Dedim, şimdiye kadar yaşanmamış, yapılmamış güzel şeyler için ve Çanakkale’nin bir dünya kenti olması için İrfan Mutluay neden bir başlangıç olmasın ki! Cumhuriyetin 100. Yılında, cumhuriyeti geri kazanmak, içeriğini demokrasi ile taçlandırmak neden imkânsız olsun! Cumhuriyet ikinci yüzyılına girerken gerçek anlamda adil, demokratik ve özgürlükçü bir Türkiye’nin başlama noktası neden Çanakkale olmasın, öyle ya! Çanakkaleliler İrfan Mutluay’ı kendilerine belediye başkanı seçmekle en azından Yılmaz Büyükerşen ve Fatih Maçoğlu gibi belediye başkanlarını da yalnız bırakmamış olurlar. Fena mı!

Baktım yaşanır kentler, adil demokratik ülkeler düşündeyim. Baktım dilimde Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın o güzelim; o ateşten, o çiçekten ve o düşten dizeleri:

“Mustafa Kemal’i gördüm düşümde
Daha diyordu
Zafer ırak mı dedim
Aha diyordu”

Hayrettin Geçkin

Yazar Olmak Üzerine

Okumayı öğrendiğim gün karar vermiştim sanki yazar olmaya…

Kitapların büyülü Dünyası, ufacık çocukken bile çok fazla barışık olmadığım yaşamdan, zorlandığım koşullardan beni bir hortum gibi ortasına çektiği andan itibaren benim kutsal mesleğim yazarlık idi ve bu tutku devamlı ertelenerek bu güne kadar sürdü geldi.
yazabildim mi? Hayır!

En iyilerin tümünü defalarca okumuş biri olmak önümdeki en büyük engel oldu.

Yazdım yırttım, yazdım karaladım, yazdım dolap köşelerine sakladım. Zira hiçbir yazdığım içime sinmedi (bir süre çalıştığım yerel gazetedeki köşe yazıları hariç, öyle berbat bir gazete idi ki ben fazla geliyordum).

Artık yaşlı bir kadınım, ertelenecek zamanım yok ve asla istediğim gibi yazacak yeteneğim olmadığının bilincindeyim.

Ama vazgeçmeye gönlüm razı değil.

Şöyle der OYA BAYDAR bir kitabının önsözünde;

Gün gelip vaktin daraldığını hissettiğinizde, anılarınız yok olmasın, bilinmez bir boşluğun bir yerlerinde yaşasın istersiniz. Sizi siz yapan o küçük şeyler yetim kalmasın diye oturup yazmaya başlarsınız.

Yazmak, insanın var olma çırpınışından başka nedir ki zaten!

Nevin Aker

 

Alazlanmış Yürekler

Edebi metinler; şiir, öykü, roman, deneme; hangi tür olursa olsun esas itibarıyla insan araştırmasıdır. Böylesi bir araştırma aynı zamanda insanı, okuru demek daha doğru; kendisine, aklının ve yeteneklerinin sınırlarına doğru yola çıkarır. Bu yolculuk sırasında okur, yeni bir gerçeklikle, verili gerçekliğin bozularak oluşturulduğu kurgusal bir gerçeklikle karşı karşıya kalır. Bilinenin ve var olanın ötesindeki bir gerçeklikle… Hayatı böylece daha da genişlemiş olur. Edebiyat iyileştirici gücünü bu genişlikten alır daha çok.

Ancak bunu yazarın sıradan bir anlatımla, dikte eden, öğütleyen, iddiasına kanıtlar bulmaya çalışan bir yaklaşımla başarması mümkün değil. Bu şekilde yapılan bir şey edebiyat da değil zaten. Bir yazar Paula Coelho’nun şu sözünü hiçbir zaman göz ardı etmemelidir: “Usta, bir şeyi öğreten değil, öğrenciye zihninde zaten bulunan bilgiyi keşfetmesi için esin veren kişidir.İyi bir yazar kaleme aldığı metinde, dilin gücünden yararlanarak okurun zihninde yol açacağı ve onun duyarlıklarında yaratacağı çağrışımlarla bunu başarabilir. Edebi metin benzerlerinden farklı, özgün, biricik bir hal kazanır. Okur, aldığı haz, dil tadı ve yeni bir gerçeklik olarak kendisinde karşılık bulan edebi metinden sonra yeni kendisi olmaya doğru bir sürece girer.

Hemen söylemeliyim ki Rahime Henden kimseye bir şey öğretmeye kalkmamış Alazlanmış Yürekler’i kaleme alırken. Özellikle çelişkililerle dolu ve yığın karmaşıklık içindeki hikayeyi olduğu gibi okura, okurun duyarlıklarına kendine has bir üslupla bırakmış, kendisini de hayatın bir öğrencisi gibi algılayıp kaleminin peşinde düşmüş ama şaşırarak izlemiş olup bitenleri. Salt bu da değil; kendisini, kendi yarattığı ve özdeşleştiği roman kahramanı Gülistan üzerinden yeniden keşfetmeye başlamış. Bu duyguyu okura hissettirmesini yazarın başarı hanesine unutmadan eklemek gerekir.

Dil içinde öte bir dil ve bir üst dil olan edebi metinler tek başına haz aracı olarak düşünülemez kuşkusuz. Acıtıcı, yaralayıcı; yapıcı, yıkıcı; üzücü, sevinç verici, değiştirip dönüştürücü ve bunun gibi daha pek çok yanı vardır çünkü edebi metinlerin. Okur edebi metin aracılığıyla kendini bütün bunlardan, ya da bir kısmından süzerek gerçeğin bilgisine ulaştırır. Yeni bir gerçekliğe… Okur edebi metni okuduktan sonara aynı kişi değildir artık. Ne de olsa edebi metinden bilincine ve duyarlıklarına bir şeyler ilişmiştir.

Rahime Henden Alazlanmış Yürekler’i biraz aceleye getirerek, yazmış olsa da okuru bütün bu hallerden geçirmeyi başarmış büyük ölçüde. Ve okuru, kuracağı yeni bir gerçeklikle baş başa da bırakmayı başarmış. Bu da onun başarı hanesine eklenecek başka bir durum. Alazlanmış Yürekler, kurgusal gerçeklikten ziyade belgesel özellik taşıyan novella veya roman diyebileceğimiz türden bir kitap aslında. Aceleye getirerek yazılmış demem tam da bu yüzden. Kitap daha da genişleyerek ve genişleyebileceği ölçüde yoğun bir anlatıma tabi tutularak ele alınabilir miydi? Bunu kestirmek ve bu konuda had aşılarak bir şey söylemek de oldukça zor açıkçası.

Bir yazar okuyucunun, şu ya da bu taraftan olmasını, şu ya da bu düşünceyi desteklemesini hedefleyerek yazabilir mi? Sahi bir yazar kendi düşüncesini metni kullanarak kaba bir şekilde okura dayatmaya kalkışabilir mı? Okur, metni okuduktan sonra şunları şunları savunsun gibi yaklaşımı kafasından geçirmiş olabilir mi ? Yoksa yazarın işi, deyim yerindeyse yapıtıyla, okuru arı örneğinde olduğu gibi bal özleriyle dopdolu çeşit çeşit renkte ve türde çiçeklerin bulunduğu geniş bir araziye bırakmak mıdır?

Alazlanmış Yürekler’i okurken böyle şeyler takılmadı değil kafama.

Yeri gelmişken okuduğum başka bir romanın arkasında kalan boş sayfaya şöyle bir not düştüğümü hatırlıyorum: Roman okumalarımda, yazarın amacının sözcükler aracılığıyla ve benzersiz bir kurguyla kendisinin de önceden bilmediği büyülü bir dünyada ve/veya yeni bir gerçeklikle okurla buluşma duygusu taşıdığını sezdiğimde müthiş bir sevinç kaplar içimi. Çünkü yazmak ve yaratmak duygusu bir yazar için herkesle, okurla demeliyim, eşitlenme duygusu taşımalıdır her şeyden önce. Öyle ya! Okuru oynatılacak kukla gibi göremez bir yazar. Benim bir edebi metinden beklediğim öncelikle bu. Haz almayı da hesaba katmalıyız kuşkusuz. Edebi haz…

Rahime Henden’i Alazlanmış Yüreklerin yaprakları arasında ilerlerken okur kadar meraklı, olup bitenler karşısında okur kadar şaşkın ve kederli olarak görüyorsunuz. Elinizden gelse onun yanına gidecek, koluna girecek, kadın sorununun çözümünde; adil ve yaşanır bir dünyanın yaratılması konusunda katkıda bulunacaksınız. Şiddete karşı isyana kalkacaksınız onunla birlikte.

Tek başına edebi haz, metni kurtarmaz kuşkusuz. İletisi de olmalı doğal olarak edebi metnin. Yazar iletisini, edebi metnin içinde eritmelidir öncelikle. Edebiyatın İnsani sorumluluğu bu erimişlik içinde okurda bir tartışma başlatmalı ve karşılık bulmalıdır.

Aziz Nesin’le bir arkadaş arasında geçen şöyle bir olay biliyorum. Aziz Nesin İstanbul’dan Ankara’ya gidiyormuş. İzmit’ten trene binen arkadaş ne görsün karşısındaki koltukların birinde Aziz Nesin. Tren tıklım tıklım ve oturacak yer yok. Arkadaşsa bu tesadüfü fırsata çevirip Aziz Nesin’le bir an önce tanışma telaşına düşüyor. Aziz Nesin’in yanına oturması lazım. Zaman geçtikçe canı daralıyor. Derken, yolculardan bir kısmı Eskişehir’de inince, Aziz Nesin’in yanı da boş kalıyor ve arkadaş hemen geçip üstadın yanındaki boş yere yerleşiyor. Selamlaşma faslından sonra: “Sizinle böyle bir yolculukta karşılaşıp tanışmaktan çok mutlu oldum. Buna hayatımın en güzel tesadüfü diyebilirim. Biz sizi ailece çok seviyoruz Aziz Bey. Karım, iki kızım, oğlum ve ben size hayranız. Her fırsatta kitaplarınızı okuyup eğleniyoruz.

Konuşmanın uzayıp gitmesine izin vermiyor üstat. Teşekkür beklerken de hayatının en büyük azarlarından birini işitiyor bizim arkadaş: “Ben o kitapları siz eğlenesiniz diye yazmadım be adam! Keşke kitaplarımı okuyacağınıza çekirdek çıtlatsaydınız daha çok eğlenirdiniz” diyerek tersliyor.

Bir edebi metin salt eğlenmenin aracı olamayacağı gibi acı çekmenin de aracı olamaz kuşkusuz; sorunların içine sokulup nefessiz de bırakılamaz. Aslında edebi metinler bütün bunların üzerine çıkarak ilerler. Düşündüren, güldüren, acıtan, yaralayan, sağaltan başka biçimleriyle ama. Bunu başarabildiği ölçüde insanı da onarabilir. Edebi metinlerinin edebi derinliği böyle ortaya çıkar, insani sorumluluğu böyle anlam kazanır.

Rahime Henden’in 1980 öncesi sol hareketler içinde yer almış gençliğe, işçi köylü ve kır yaşamındaki insan ilişkilerine ayna tutan ve devletin toplumu hangi kodlarla yönettiğini sıkça düşündüren kitabı Alazlanmış Yürekler’i okurken bütün bu düşünce uğraklarına baş vuruyor insan. Okur açısından bu iyi bir şey bence. Çünkü okur aynı zamanda yazara sorular sormalı, ondan birtakım isteklerde bulunmalı, eleştirel yaklaşımlar göstermeli, yeri geldiğinde katkı da yapmalı, kısaca olayların içinde yer almalı bir ölçüde okur da.

Alazlanmış Yürekler ne eğlencenin aracı ne de acıları çalkalayıp durmanın… 1980 öncesi Türkiye panoraması adeta. Toplumun ekonomik, demokratik ve özgürlük taleplerinin nasıl ve hangi koşullarda yükseldiğine, nasıl ve hangi şekilde bastırıldığına ilişkin iç burkan bir hikaye. Özel de ise Gülistan’ın bastırılan, sınırlanan, kuşatılan hayallerinin ve acıklı gençliğinin hikayesi. Başka türlü bir dünya olabileceğine, başka türlü bir hayat olabileceğine dair bilinç edinme süreci Gülistan’ın… Bu bilinci geliştirip toplumu değiştirip dönüştürmedeki kararlılığı. Buna ilişkin acemilikler ve tutarsızlıkla… Bu çaba içinde olan gençlere yönelik devlet baskısı ve de. Ama bu baskıyı gölgeleyen bir baskı daha var: Baskı görenin baskısı, mağdurun yarattığı mağduriyet. Olay kahramanı Gülistan’ın sevgilisinden şiddet görmesi, tokat yemesi. Kozasından çıkamayan ipek, kararmaya gecikmiş böğürtlen kırmızı gibi bir duygu beliriyor insanda. Ve birden “coğrafya kaderdir” sözü alıp sizi bir yerlere götürüyor. Gülistan’ın sevgilisi toplumu değiştirmek ve adil bir ülke yaratmak düşüncesiyle her şeyi bir kenara bırakan, Gülistan’la birlikte yola çıkan, onunla eşlik ve yoldaşlık ilişkisini yürütmeye kararlı gözüken Nihat; devrimci genç adam! Bir şey olamayıp karşı olanların kendileri için bile cehenneme çevirdikleri hayat seriliyor gözlerinizin önüne kitap bittiğinde. Kara mizah değil, tam bir dram. Dünyayı değiştirmeye kalkışacaksınız ama siz aynı kalacaksınız.

Alazlanmış Yürekler nasıl mı dokunuyor okura? Yazarın duruşuyla, romandaki ruhuyla. Bir içtenliğin ve bir masumiyetin romanı geçiyor hayatınızdan. Siz de eski kendiniz değilsiniz artık. Yeni kendinize doğru yolculuğa çıkıyorsunuz.

Türkiye’de her zaman belirli bir kesim bir başkası için tehlike olarak elde tutulmuş. Yönetim, gücünü buradan almış daima. Ayrımsıyorsunuz ki devleti yönetmek, insanları susturma ve korkutma üzerine inşa edilmiş ülkemizde. Ve bu durum kadim kültüre dönüşmüş adeta. Romanı bu gözle de okumak gerekiyor. Bir türlü demokratikleşemeyen cumhuriyetimizin bu yanını görmek için ve bir hafıza yenilemesi olarak da belli ölçülerde.

Kalemine sağlık Rahime Henden…Bizleri yaşanmamış aşklara, kurulmamış dünyalara doğru yola çıkardığın için yeniden. Ve “başka türlü bir dünya mümkün” dedirttiğin için.

(Alazlanmış Yürekler, Rahime Henden, Roman, Artshop Yayıncılık, Eylül 2023, 152 sayfa)

Hayrettin Geçkin

Yarayı Büyütme

Gözlerimin içine o kadar güzel ve derin baktı ki; ona seni öpebilir miyim diyecektim, o dudağını dudağıma yapıştırdı…

Gecenin bir saati rüyadan uyandım. Odanın içi buz gibi soğuk. İçimde tarifsiz bir hoşnutsuzluk. Damağımda dün akşamdan sarkan içkinin kekremsi tadı! Duvarda on dokuzuncu yüz yıldan kalma, ağaç oymalı saatin tik tokları kulağımı tırmalayıp duruyor su!…

Birkaç gün önce, rüzgarına un serptiğim sevinin, iki kişilik öyküsünden süzülenleri eleğiyle birlikte duvara asmıştım.

“Haydi iskeleye doğru yürü bakalım”, diye bağıran iç sesime uydum. Eşofmanı, çorabı giyindim, çamaşır makinesinin üzerinde duran anorağı aldım. Tam dışarı kendimi atacaktım ki; evimin sert ama bir o kadarda sevimli köpeği kapının eşiğinde hazır bir durumda beni bekliyordu… Koşar adım basamaklardan indim. Oscar da ardımdan… Gökyüzü lacivert bir örtü ile kaplı. Hafif bir yağmur çiseliyor… Hava orta şekerli Türk kahvesi tadında. Sokağın ölgün ışıkları içimdeki tedirgin karanlığı aydınlatıyordu!..

Denizin kuvvetli dalgaları yürüyüş yolunu kum, çakıl taşlarıyla bezemiş… Attığım her adım belleğimde yapışmış anılar çağlayanından anları patlatıyordu.

“Gökçen’i bir erkekle öpüşürken gördüm” dedi.
“Saçmalama Sude!.. ” dedim. ”Çok uykusuzum, uyumam gerekiyor!”
“Saçmalamıyorum. Lütfen telefonunu kapatma. Ne olur dinle beni “
“Tamam. Dinliyorum!”
“Daha da iğrenci, o adamın eli kocamın kalçasını okşuyordu. Bir süre sonra el ele tutuşup Kafenin tuvaletine girdiler!”
“Olamaz!”
“Yemin ederim, gözlerimle gördüm!”
“Unut gitsin!”
“Nasıl unuturum ya? Ben, bu adama erdenliğimi verdim, erkek diye koynuma aldım; on yıldır birlikteyiz, yatakta, sokakta, çarşıda, pazarda, tatilde, olur olmaz ne istediyse ben ona onu sundum.”
“Demek ki çok fedakarlıkta bulunmuşsun…”
“???!!!”
“Eve git. Vur kafayı, yat! Yarın görüşürüz.”
“Dinlesene beni! Senin gibi arkadaşsın gözünü sevdiğim!”
Hiç yanıt vermedim. Telefonu yüzüne kapattım.

Oscar önümde, benim gibi o da yavaş yavaş gidiyordu. Arada başını geriye doğru atıp bana bakıyordu. Her bakışı sanki bana acıyor gibiydi!
Kuzeyden gelen bulut kütlesi üzerimizden geçerken taşıdığı yağmuru serpti gitti. Oscar arada duvar diplerini koklaya koklaya ilerlerken telefonum çaldı.
Gecenin bu saatinde?
“Alo?”
“Neredesin?”
“Sahilde yürüyüş yapıyorum!”
“Sude intihar etmiş!”
“Şaka mı yapıyorsun oğlum sen?”
“Ne şakası? Manyak mısın sen? Kadın kendisini evin balkonundan aşağıya beyaz bir çarşafla asmış!”

Soluğum kesildi. Olağanüstü hayata bağlı, cıvıl cıvıl, oturduğu yerde bir türlü duramayan. Gülümseyen yüzüyle herkese omuz veren Sude… Olamaz böyle bir şey ya… Gerçekten olamaz!
İki hafta önce, ilk duruşmada boşanmışlardı… Sevinçli bir sesle beni aramıştı: “Özgürüm artık!” demişti. Akşam işten çıktıktan sonra seni gelip alacağım, senden sonra da Nilgün‘ü alırız. Kutlama yapalım canım arkadaşım… Masa benim ona göre. Rakılar, şampanya, mezeler, balık… Sarhoş olmak istiyorum. Hem de çoook! Kafam bir milyon olsun istiyorum. Sonra mı? Olanlardan ve olacaklardan ben sorumlu değilim! Bu gece için sana hiçbir konuda söz veremem… Dağılmak istemiyorum lan. Anlıyor musun beni? Bak, peşin peşin söylüyorum, tuvalet bahanesiyle masadan kalkıp gidip çaktırmadan hesabı ödersen Nilgün’le ikimiz sorarız sana hesabını vallahi…

On yıl lan bu on koca yıl… Offf be! Acayip derecede mutluyum. Ve bu gece olağanüstü bir kadın olacağım. Çok şık şeyler giyeceğim… Birazdan kuaför randevum var. Haydi, şimdilik hoşça kal, sende git şu sakallarını kestir artık!..


Atina
Anıl Güven

İçinizdeki Çocuk Ölmesin

Bir ömür dilimi içinde varsın; sonra uçmaklıktaki yerini alıyorsun. Yazları kiraz ve çilek tadında, kışları portakal tadında hayata nanik çekebiliyorsan; içindeki heyecanı an be an yaşıyorsan şampiyonsun.

Hayatla arana birini alıyorsan; önce yaralanmaya hazırla bedenini. Gerçi bizim semtin çocukları ana rahminden çıkmadan çok önce baba, peze*enk tekmeleriyle ceninken tanışır… İlk okulu bitirdiği gün Gaziosmanpaşa stadının tribünlerinde saf tutar. Tiner kokusundan, bonzai mevzusuna bir duman daha fazla almak için ince doğranmış tütünü serptiği gün kırmızı ışığa eyvallah der!

Arpacılıktan ve gasptan elde edilen paraların mal almaya yetmediği gün bıçkın abilerin dizinin dibinde sokağa adımını koyar. Arkasındaki güçle aleme imza çakar!

Hapishane mi? Mevzusu geniş konular, yatılır çıkılır. Hiç sorun değil. Kağıdın yeşilini istif etmeyi kundakta öğrendik. Annelerimizin acı biberle ıslattıkları, kavun büyüklüğündeki memelerinden süt emerek beslendiğimizden, hayatın önümüze koyduğu acılarla kucak kucağa uyumasını, bir derece de ileri kayıp sevişmesini kusursuz beceririz.

Bizim oradan ne mi çıkar? Çıksa çıksa, en kuymağından torbacı çıkar, tetikçi çıkar, peze*enk çıkar, hırsız çıkar; belki inanmazsınız ama güzel abilerimiz de vardır… Manitanın en güzeline onlar yapışır; gece işine çıkarlar, paket servisli kuşlar iş çıkışı kaptıkları kaymakları çaktırmadan yastığın altına koyar…

Abilerimiz gırnata, keman, darbuka ve cümbüşlü masaları sokağa kurarlar. Hazreti İbrahim sofrası gibidir. Her uğrayanın eline bir kadeh tutuşturur sakiler. Sohbette sual olmaz. Abiler abiliklerini yaparken bonkörlükte bir birlerinin üzebilirler de!

Avcılar’dan, Bağcılar’dan, Sultançiftliği’nden şöleni duyup gelen isimleri marka abiler koruma ordusuyla sokağa havalı, bir o kadar da dalgalı giriş yaparlar ki; sanırsınız devlet erkanı köprü açılışına gelmiş. Koltuk altlarında dipçiksiz kalaşnikofları, siyah, lacivert takım elbiseli koruma ordusu, tiki mi tiki!

Nedendir bilmem, bizim semtten Doktor, Hakim, Savcı çıkmaz!

Karakolları ateşe veren haylazlarımızı başka semtlerin anaları doğuramaz. Mermi hızında yaşanılır hayat. Bir bakmışsın gecenin en olmadık saatinde kirpiler sokağa dalar, içinden yüzlerce robocop iner. Kapılarımızı koç başıyla kırar… Kapıda asılı tokmağa vurmazlar; illa ki yatakta don atlet yakalayıp kameraya çekecekler…

Biz her türlü sözümüzü kimseden çekinmeden sokakta söyleriz. Emniyetin hücresinde dilimize kül basarız.

Nasıl av olduğumuzu içeride dinlenmeye geçince anımsama süzgecinden geçirince anlarız! Olsun, kısa ya da uzun metrajlı filmin sonunu Adalet Sarayındaki büyüklerimiz belirliyor!..

Yeter ki yazgının piç ettiği içimizdeki çocuk ölmesin. O ölünce umut ölür! Umut ölünce insan ölür! Ha, insan mıyız? Orası ayrı bir inceleme konusu…

Evin kapısından çıkıp aleme akmadan önce parmağımda nişan yüzüğü yoktu! Şimdi parmağımda Bvlgari, bileğimde Chopard saat…

Atina, Anıl Güven

Damit das Kind in dir nicht stirbt

Du existierst in meinem Lebensabschnitt; dann nimmst du deinen Platz im Flug ein. Wenn du im Sommer das Leben mit dem Geschmack von Kirschen und Erdbeeren, im Winter mit dem Geschmack von Orangen genießen kannst, und wenn du die Aufregung in dir von Moment zu Moment lebst, dann bist du ein Champion.

Wenn du jemanden in dein Leben einführst, bereite deinen Körper darauf vor, verletzt zu werden. Obwohl die Kinder unserer Nachbarschaft lange vor ihrer Geburt mit den Tritte des Vaters im Mutterleib in Kontakt kommen… Am Tag ihres Schulabschlusses stellen sie sich in den Rängen des Gaziosmanpaşa-Stadions auf. Wenn sie den Tag erreichen, an dem sie für einen weiteren Rauchzug dünn geschnittenes Tabak auf das rote Licht legen, sagen sie ‘ja’ zum Leben! An Tagen, an denen das Geld aus dem Ackerbau und Raub nicht ausreicht, setzen sie ihren Fuß auf die Straße neben den großen Brüdern. Mit der Kraft hinter ihnen setzen sie ein Zeichen für die Welt! Gefängnis? Das sind weite Themen, man geht rein und raus. Kein Problem. Wir haben gelernt, das Grün des Papiers zu horten, schon in der Wiege. Da wir mit den schmerzhaften Paprikas unserer Mütter gespeist wurden, die sie mit ihrer würzigen Milch stillten, meistern wir das Schlafen in den Armen des Lebens mit den Schmerzen, die es uns vorsetzt, und wir sind auch ziemlich gut im leidenschaftlichen Liebesspiel.

Was bekommen wir aus all dem? Wir bekommen vielleicht einen Drogendealer, einen Auftragskiller, einen Zuhälter, einen Dieb. Vielleicht glaubt ihr es nicht, aber wir haben auch schöne Brüder… Sie heften sich an die Schönste der Frauen, gehen nachts ihrer Arbeit nach, verstecken die erbeuteten Schätze unter dem Kissen, ohne es zu zeigen… Unsere Brüder richten Tische mit Wasserpfeifen, Geigen, Trommeln und lustigen Tischen auf der Straße ein. Es ist wie das Tischgebet von Prophet Ibrahim. Sie reichen jedem Besucher ein Glas und machen in der Unterhaltung keine Ausnahmen. Während die Brüder Brüderlichkeit zeigen, können sie sich in Großzügigkeit übertreffen!

Diejenigen, die von den Festlichkeiten in Avcılar, Bağcılar und Sultançiftliği erfahren und kommen, betreten die Straße mit einer schicken, aber auch welligen Eingangsprozession, als ob die Staatselite zur Eröffnung einer Brücke gekommen wäre. Unter den Armen tragen sie Kalaschnikows ohne Kolben, und die schwarz und blau gekleidete Schutztruppe ist wirklich eindrucksvoll, mit all ihren Ticks!

Aus irgendeinem Grund gibt es in unserem Viertel keine Ärzte, Richter oder Staatsanwälte! Unsere Lausbuben, die die Polizeiwachen anzünden, können nicht von den Müttern anderer Viertel geboren werden. Das Leben wird in Kugelgeschwindigkeit gelebt. Eines Tages tauchen Igel mitten in der Nacht auf und Hunderte von Robocops kommen aus ihnen heraus. Sie brechen unsere Türen mit einem Rammschädel auf… Sie klopfen nicht an die Türklinke; sie werden dich im Bett erwischen und heimlich deinen Slip filmen…

Wir sagen unsere Worte auf der Straße, ohne Angst vor jemandem. In der Zelle der Polizei schlucken wir Asche auf unsere Zungen.

Wie wir als Beute behandelt werden, verstehen wir, wenn wir drinnen zuhören und die Erinnerungen durch den Filter der Wahrnehmung lassen! Egal, ob es kurz oder lang ist, das Ende des Films bestimmen unsere Ältesten im Justizpalast!… Nur damit das Kind in uns, das vom Schicksal misshandelt wurde, nicht stirbt. Wenn es stirbt, stirbt die Hoffnung! Wenn die Hoffnung stirbt, stirbt der Mensch! Ach, sind wir Menschen? Das ist ein Thema für eine separate Untersuchung…

Bevor ich aus der Tür meines Hauses heraustrete und in der Welt aufgehe, hatte ich keinen Verlobungsring an meinem Finger! Jetzt trage ich einen Bvlgari-Ring an meinem Finger, und eine Chopard-Uhr schmückt mein Handgelenk…

Atina Anıl Güven

Bir Gece

Luxpra, Atina’nın havalı semti Anafiotika‘nın ara sokağında bir Cafe`de oturmuş Cappuccino Freddo`sunu plastik kamışla ara ara emiyordu. Köşeli ve budaklı masanın üzerinde Laura Restrepo`nun La Novia Oscura adlı, karton kapaklı romanı duruyordu. Sayfalardan birinin arasında kalp biçimli ayıraç vardı. Buğulu gözlerle gökyüzünün sıcak maviliğine daldı uzunca bir süre. Kafasının içi kışlık sinema salonu gibi uğultuluydu! Güneşin 90 derecelik dikey vuruşu sokağı açık hava mangalına çevirmişti… Doğranmış kuzu pirzolalarını asfalta ser ve üzerine kalın Himalaya tuzunu serp… Beş dakika sonra kemirilmeye hazır vaziyete gelir!

Meddellin’in varoşlarında kirlenmeden, bedenini ve canını bir hiç uğruna anlamsızca toprağa teslim etmeden; ilk, orta, lise derken Üniversitede okumak için annesinin ve abisinin desteğiyle Barselona’da bulmuştu kendisini…

Silah sesinden, zaman ayarlı patlatılan C4 kalıplı bombalar, uykusuz geçen geceler, yolun kenarına dağılmış paramparça gencecik insanların bedenleri, kiliseden her gün kaldırılan tanıdık cenazeler, Ağlamayı, ağıt yakmayı unutmuş anneler!…

Beyni kadar yorgun, yıllanmış siyah pardesüsünü, soğuk mu soğuk bir mart öğleden sonrası, esade Hukuk Fakültesinin altıncı döneminde, amfiden ivedice çıkınca taburenin sırtında unutmuştu!

O gün o unutkanlık Luxpra‘nın yaşamında olağanüstü bir devrime neden oldu!
La Sagrada Familia‘nın önünden geçip birkaç adım atmıştı ki karın boşluğuna bir bıçak saplanmışcasına ağrıyla olduğu yere yığıldı…

Çevreden onu görenler, telefona sarılıp ambulans çağırdı! Önce polis, ardından da cankurtaran aracı geldi… Sedyeye alınana kadar bilinci yerindeydi. Bulanık gözlerle bakındı… Kısa bir süre sonra da bayılmıştı!

Hiç tanımadığı bir adamdı. Koyu kırmızı, yeşil, mavi lambaların ölgün ışığında kendisine bakan genç erkeğin koyu kahverengi gözleri Luxpra‘nın içinde küllenmiş engin bir anıyı anımsatmıştı.
Yıllar önce Medellin’de, San Antonio Park‘da Festival sırasında patlayan bomba sevgilisi Juan‘ın bedenini yok etmişti!…“ Hayat sürprizlerle doludur, bazıları iyidir, bazıları çok iyi değildir.“ Palo Escobar‘ın ünlü sözlerini dilinden düşürmeyen Juan, hayatın son vuruşunu o akşam üstü son kez gördü!

Geçmişteki derin yara önüne gelip dikildi. Adam Juan gibi bakıyordu. Hayır, nasıl unutur! Bu Onun gözleri. Bu adam ondan ödünç almıştı! Olabilir mi? Olur! Gönül öyle görmek istiyorsa bu mevzu böyledir. Konu tartışmaya kapalıdır!

“Gerçek inanması çok zor olduğunda yalanlar gereklidir”
– Size bir kadeh şarap ısmarlamak istiyorum! dedi adam.
-Neden olmasın?!. dedi, Luxpra.

Başı sonu olmasa da, geceyi uzatan muhabbetin ardından el ele tutuşup çıktılar mekandan … Şubat gecesinin ayazında taksi durağının oraya kadar yürüdüler…

Karanfil kokulu öpüşmenin ardından her ikisi, bir birinin bedenini değirmen taşı arasında öğütürcesine sonsun bir eylemin içine bıraktığında, Luxpra adamla değil imgelerinde saplantılı bir biçimde duran Juan’la sevişiyordu …

Luxpra, sabahın ilk aydınlığında sessizce yataktan çıktı, duş yaptı. Hızlıca giyindi, adamı derin uykusuyla baş başa bıraktı, sessizce kapıyı açtı, evden ayrıldı…

Luxpra gözlerini açtığında bir hastane odasında olduğunun farkına vardı. Yanı başında, beyaz önlüklü bir bayan gülümseyerek: “Geçmiş olsun!” dedi…

Kolunda takılı seruma bakarak: “Bana ne oldu…? “

Hemşire hanım: ”Düşük yaptınız Hanımefendi!” dedi, sessizce odadan çıktı…
*Pablo Escobar

 

Atina
Anıl Güven

Eine Nacht

Vahap Taş’ın Toplumsal Yaralar Adlı Şiir Kitabını Okurken

Şiir kitaplarını okurken bir şey daha yaparım: Şiir üzerine yazılmış üç beş kitap indiririm kitaplığımdan. Şiir kitabından birkaç şiir okur sonra da raftan indirdiğim kitaplardan altını çizdiğim bölümleri okurum bir kez daha. İlle de öyle ya da böyle bir değerlendirmeye girmem gerekmiyor okuduğum şiirler hakkında. Sevdiğim dizeler mutlaka vardır çünkü kitapta. Altını çizmeden de edemem zaten. Kitap hakkında bir yazı yazacaksam o dizeleri de katarım yazıma. Görüntüye gelsin isterim şairin yüreği az da olsa. Okumalara ara verdiğim sırada ise şiir üzerine düşündüklerimi gözden geçiririm.

Öyle yaptım Vahap Taş’ın şiir kitabını okurken de.

Toplumsal Yaralar adı, bir şiir kitabı adından çok, bir araştırma ve inceleme kitabı adını çağrıştırdı bende. Ama şairi tanıyorum; toplumun acılarını basmış bağrına. Çabası onlardan sevinçli bir şarkı yaratmak. Ve yaşanası bir dünya özlemine renk düşürmek. Bizleri de ortak etmek böylesi bir özleme.

“tedavülden kaldırsak kötülüğü” (S:13)

Kemal Özer: “Dünyayı yaşamı sürekli bir kavga olarak niteliyorsam, şiiri de artık bu kavganın bilincini vermekle yükümlü sayabilirim. Örneğin şöyle diyebilirdim: içinde bulunduğumuz durumun, yaşadığımız olayların, düşlediğimiz geleceğin ne olduğunu, nasıl olacağını sezdirmeli, giderek kavratmalı şiir. Bu yüzden güncel olanı yakından izlemeli. Somutlamalı güncel olanı. İnancı, umudu, aydınlığı, yarını, arkadaşlığı, cesareti soyut kavramlardan çıkarıp somut karşılıklarına ulaştırmalı. Şiir kavganın bir parçasıdır. Şiir kavganın yüreğinde yer alır, yüreğidir. Çünkü insanın yüreğidir.”

“cennet de biziz, cehennem de biz” (S:24)

Katılıyorum Kemal Özer’in bu söylediklerine. Ama bunlara katılmak şiirin, bir üst dil işi olduğunu da bilmeyi gerektiriyor. Gündelik dilin uzağında bir dil, bir öte dil olduğunu… Başka türlü söylenecek olursa, bir gerçekliği doğrudan anlatmayan imgelerin, çağrışımların dilini…

“gençliğim olmadı ki benim
bir evreydi hiç yaşamadığım gelip geçen” (S:38)

Bıktım şairlerin kendilerini anlatmasından diyen kimdi? Ama şiir dili, aynı zamanda “ben” üstünden ilerleyen bir dil. Bence şairler bu yaklaşım üstünden eleştirilmemeli. Şiir “ben” üstünden kurulmaya yazgılı biraz da çünkü.

“sol elimde iki kitap
biri şiir
biri hayat” (S:47)

Okuduğum şiir kitapları bana dil tadı versin istiyorum daha çok. Beni bilinenlerin, söylenenlerin ötesine götürsün, sonsuzla aramdaki mesafeyi kaldırsın istiyorum en çok da.

“putlara baş kaldırdım
bütün tanrılara
ilahlara
ve de insanlıktan yoksun devletlere (S:58)

Sözcükler büyülüdür. Ama her şiir bu büyüyü ortaya çıkaracak yetkinlikte olmuyor doğal olarak. O yüzden kim ne yazarsa yazsın öncelikle denemedir. Bu büyüyü yaratan metinler ancak şiir olabilmekte. Büyülenip büyülenmemek kişiden kişiye göre değişir. Okurluk da yetkin olmayı gerektirir çünkü.

“karlı bir İstanbul akşamı gibidir ruh halim” ( S:76)

Bir şiir bende, şairinin çok şiir okuduğu duygusu da yaratmalıdır. Çok şiir okuyan şair düşsel, düşünsel, tarihsel, psikolojik, sosyolojik ve politik bakımdan okumalardan geliyordur çünkü. Belli bir altyapı edinmiştir kendine. Aşk bilgisi, doğa bilgisi, insan bilgisi onda gelecek bilgisi olarak somutlanmaya başlamıştır bir yandan da. Onu az çok bilge kılmıştır.

“çocuk yaşta evlendirilen gelin
geliştirilmemiş ülkede çocuk asker” (S: 73)

Bir gerçeklik de şudur: Şairler eksiklikleri üstünden konuşan kişilerdir, “ben” üstünden konuştukları kadar. Tamamlandıkça yarım kalırlar. Onları bilge kılan bu tamamlanamama halidir. Ki bu durum şairlerin havzasıdır da aynı zamanda. Dünya tamamlanamamıştır, bir taslaktır her şeyden önce. Şairler dünya ile bu özellik yüzünden benzeşirler. Uyum ve aykırılıkları diyalektik bir bağa dönüşür bu yüzden.

“siyahım
kırmızı
sarı
beyazım ben
ya da bunlardan herhangi birinin tonuyum
ne farkeder ki” ( S:121)

Vahap Taş Toplumsal Yaralar adlı ilk şiir kitabıyla çıktığı şiir yolculuğunda bu söylediklerimi içselleştirecek bir arkadaş. Çünkü çok okuyan, düşünen, kendini yenileyen ve de eleştiriye açık bir arkadaş. Diğer yandan dünyada olup bitenler karşısında yalnızca kendisini algılama kolaylığına düşmeyen bir kişilik. İnsandan, gelecekten yana duyarlı yürek. Kitabından alıntıladığım dizeler bu değerlendirmemi güçlendirmek için.

Vahap Taş biliyor ki yazmak eylemi yazdıkça gelişecek bir edim. Kendisi de bunu yapıyor zaten. Yolculuğu kolay gelsin.

(Toplumsal Yaralar, Vahap Taş, Şiir, Artshop Yayıncılık 2023, 134 sayfa)

Hayrettin Geçkin

Şiirkondu’nun Öyküsü

1997’de Güldikeni Yayınları’ndan çıkan ilk kitabım Şiirkondu nerden bakılırsa bakılsın kitaplarımın içinde şanslı ve ön açıcı olanı. Her şeyden önce ilk göz ağrım.

Siz bana “İlk kitabınız okurla nasıl buluştu, öncesinde ve sonrasında neler yaşandı?” diye sordunuz. İzin verirseniz ben de ilk kitabım Şiirkondu’nun öyküsü diye başlayayım söze. Umarım sorunuzun yanıtını bu öykü içinde görünür hale getirmeyi başarabilirim.

Ortak kitapları saymasak dokuzu şiir, biri öykü olmak üzere on kitabım var. 1997’de Güldikeni Yayınları’ndan çıkan ilk kitabım Şiirkondu nerden bakılırsa bakılsın kitaplarımın içinde şanslı ve ön açıcı olanı. Her şeyden önce ilk göz ağrım. Yayımlandığında içindeki şiirlerin çoğunun yazılışının üzerinden on beş-yirmi yıl geçmişti. Bir bakıma gecikme şiirlerdir Şiirkondu. Bana kalsaydı belki de kitaplaşmayacaktı da. Ancak beni 12 Eylül koşullarından tanıyan ve cezaevinden bir şekilde dışarıya çıkarmayı başardığım şiirlerimi bilen arkadaşlarımın kitap çıkarmam gerektiği ile ilgili baskıları hep üstümdeydi. Yerel gazetelerde olsun, şiir ve edebiyat dergilerinde olsun ara sıra çıkan şiirlerimden haberdar olan arkadaşlarımın baskılarını buna eklersek kitap yayınlatmak konusunda kaçarım kalmamıştı. Bununla beraber katıldığım şiir dinletilerinde okuduğum şiirler de ilgi çekiyor, yayınlanmış kitaplarımın olup olmadığı soruluyordu. Hiç unutmam, bulunduğum ildeki üniversitede düzenlenen bir şiir etkinliği sırasında kapanışa yakın sunucu salondakilere “Aranızda şiir okumak isteyenler varsa sırayla buraya gelsinler; adını, soyadını söyleyip okuyacağı şiirin hangi şaire ait olduğunu belirttikten sonra da birer şiir okusunlar. şeklinde duyuru yapmıştı. Üç beş kişinin arkasından ben de sahneye çıkıp şiirlerimden birini okumuştum. Sunucu, şiirin bana ait olamayacağını düşünmüş olmalı ki “Arkadaşım, okuduğunuz şiirin kime ait olduğunu belirtmediniz.” diyerek azarlamıştı beni. Çok utanmıştım. Oysa ben şair değildim. Şiirin bana ait olduğunu söylersem şair olduğumu ileri sürmüş olacaktım. Ne haddime! O etkinliğin konuğu Cahit Külebi’ydi. Etkinlikten sonra kendisiyle tanışmıştık. Şiirimi beğendiğini ifade etmek için Sen şiire yeni başlamış biri değilsin.” demişti. Şiirimle ilgili böyle şeylerin söylenmesi o zamanlarda çok önemliydi. Bir keresinde Kemal Özer, yanında yöresindekilere beni “Şair arkadaşım!” diye tanıştırmıştı. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Bunu Ruşen Hakkı da çok sık yapardı. Türk şiirinin bu doruk isimleri şiiri kanıma iyice düşürmüş, şiirlerimi kitaplaştırma duygusu ise içten içe beni ayartmaya başlamıştı. İyi bir okur olduğumu düşünüyordum aslında. Edebiyat dergileri takip ediyor, şiir bilgisi üzerine kitaplar okuyordum ama yine de kitap çıkarıp çıkarmama konusunda bir türlü netleşemiyordum. Diyeceğim birtakım çekincelerim vardı. O günlerde şiir üzerine okuduğum kitaplardan birinde karşıma çıkan “Şairlere acıyorum çünkü onlar şiir yazmayı şiir bilgisi edinmekten daha kolay sanıyorlar.” sözü kafa karışıklığımı büsbütün artırmıştı hatta. Karşılaştığım böyle ifadeler adamakıllı gelgitlere yol açıyordu bende. Öyle ya acınacak duruma düşmek de vardı işin ucunda. İstemediğim bir şeydi bu.

Şiirlerimi kitaplaştırıp kitaplaştırmama konusu çok da bana bağlı gibi gözükmüyordu. Bir yandan arkadaşlarımın “Kitap ne zaman çıkacak?” şeklindeki soruları, bir yandan kimi öğrencilerimin “Sizin şiir kitaplarınız var mı?” şeklindeki soruları beni tasarlamadığım şeylere zorluyor, şiirlerimi kitaplaştırma konusunda gizliden gizliye tetikliyordu. Dostum M. Sait Karaçorlu’nun birçok kez Dosya hazırlığı için yardıma hazırım.” demesi de önemli bir itkiydi bu konuda. Gelin görün ki bir karara varmak öyle kolay olmuyordu yine de.

Ben böyle kafa karışıklığıyla dolaşadurayım tam o sıralarda tanıdık biri kitap çıkarmış, sağ olsun adıma imzalayıp evime kadar getirme lütfunda da bulunmuş. Evde olmadığım bir zamana denk geldiği için oğlum açmış kapıyı. Kitabı bana iletmesini istemiş oğlumdan. Kitap hakkında yorumlarımı da beklediğini söylemiş. Oğlum kitabı kendince incelemiş önce ve çok yetersiz bulmuş. Kuşkusuz kendince bir kanı bu. Kitabı üçgen prizma haline getirip salona girdiğimde kolayca göreyim diye televizyonun önüne koymuş evden çıkarken de. Onunla da yetinmemiş küçük bir kağıda “Bak kimler kitap çıkarmış da sen hâlâ ağırdan alıyorsun.” anlamında Utan baba utan! diye bir not yazarak yine göreceğim şekilde kitabın yanına bırakmış. Bütün bu yaşananların sonunda yazılmış onca güzel şiir, öykü, roman, deneme kitaplarını okumak dururken onlara haksızlık etmek pahasına dostum M. Sait Karaçorlu’yu arayarak dosya hazırlığına başlayabileceğimizi söyledim. O dostumun günler süren emeğini asla unutamam. İlk kitabım Şiirkondu böyle bir süreç sonucunda ortaya çıktı diyebilirim kısaca.

Şiirkondu çıktıktan sonra kendi kendimin eleştirmeni de oldum bir şekilde. Açıklarımı, eksiklerimi fark ettim bir ölçüde. Yeni kendime gidecek yolları görmeye başladım.

Kitabın ilk okurları evdekiler oldu kuşkusuz. Eve gelen konuklarla genişledi halka. Kitaplarımdan birisini kitaplığımdaki kitapların arasına yerleştirdiğimi hiç unutamam. Kitaplığın bulunduğu odaya girip çıkarken Şiirkondu’nun onların arasında nasıl durduğunu gözlemenin şimdilere uzanan heyecanından bile söz edebilirim. Gel gelelim Şiirkondu bir de sorumluluk yüklemişti bana. Sevinçli olduğum kadar kederliydim de bu yüzden. Yola çıkmış da oldum. Bunun altına düşecek şeyler yapmamalıydım. Derken kitap hakkında önemli kalemler, tanıtım ve eleştiri yazıları yazdılar. Ruşen Hakkı, Dursun Özden, Fahrettin Demir, Ruhan Odabaş bir çırpıda aklıma gelen isimler. Kitap hakkında Türkçe öğretmeni Emin Bilir’in kapsamlı, katmanlı, derin inceleme ve çözümlemelere dayanan ve bir dergide yayımlanan yazısı edebiyata, şiire, yollara yazgılı olduğum duygusunu bende en yükseklere çıkaran yazı oldu. Değişik zamanlarda on-on beş kez okuduğumu anımsıyorum o yazıyı. Şiir evreninde bir yer tuttuğuma inanmaya başlamıştım artık. Şunu rahatça söyleyebilirim: Şiirkondu çıktıktan sonra kendi kendimin eleştirmeni de oldum bir şekilde. Açıklarımı, eksiklerimi fark ettim bir ölçüde. Yeni kendime gidecek yolları görmeye başladım.

Kitabın çıkması, buna benim kadar hatta benden daha fazla sevinen arkadaşlarımın olduğunu da gösterdi bu arada. Müthiş bir duygu. Kitabımın bilinmesi için benim herhangi bir çabaya gereksinimim yoktu. Radyo programları, imza günleriyle geçiyordu günlerim. Kentin en entelektüel ve Türkçeyi en güzel kullananlarından biri olan gazeteci yazar Mustafa Küpçü ile kendisinin yaptığı bir radyo programına konuk olduğum sırada tanıştık. Sevindiğim olaylardan biridir bu tanışma. Radyodaki canlı yayın sırasında söyleşinin yanı sıra şiirlerimden örnekler de veriyordum. Program bitiminde Küpçü’nün “Şaşkınım, sizi şimdiye kadar tanımadığım için kendimi affetmiyorum.” gibi sözleri hâlâ çınlar kulaklarımda. Şair Mahir İrfan Benli ile yazdığı gazetenin sanat sayfasında yaptığımız söyleşi gazete okurları tarafından büyük ilgi gördü. Öğrencilerimin ellerinde kitabımı görmek de müthiş haz veriyordu bana. TV 41, Olay TV, Su TV gibi yerli ve ulusal kanallarda konuk oldum süreç içinde. Ne heyecan ama. Sahiden de şiirden bir kondu yapmıştım kendime: Şiirkondu! Varlığından sevinç duyduğum ikinci bir dünya.

Bakın aklıma geldi, anlatmalıyım bunu da:

Edebiyat öğretmeni bir arkadaşla rastlaştık sokakta.Kitabın çıkmış Hayrettin. Hangi kitabevinde satılıyorsa ben de alayım, benim de sana bir katkım olsun, onca masraf etmişsindir. dedi. Kitap yazmakla, sanki yardım yapılması gereken kişi durumuna düşmüşüm duygusu yarattı arkadaşın bu sözleri bende. Kitap, birkaç noktada satışta olduğu halde ona bundan söz etmedim. “Bir ara hallederiz.” diyerek onu geçiştirdim!

Asıl anlatmam gereken başka bir şey var:

Şiirkondu çıkar çıkmaz üç öğretmen arkadaş, hayatımı konu alan bir oyun yazmak için kolları sıvamışlar. Benden gizli tutulmuş bu iş. Oyun, yazılma aşamasında Artvin’in Şavşat ilçesi Çoraklı köyünde yaşayan anneme ulaşmayı da başarmışlar. Köy evimizde telefon yoktu. Cep telefonları da kullanımda değildi henüz. Köy kooperatifine çağrılmış annem telefon görüşmesi için. O görüşmeyle oyun için gerekli birtakım bilgilere ulaşmayı ummuş arkadaşlarım. Annem yine oğlumun başına bir şey geldi sanmış. Yine tutuklayacaklar, işkence yapacaklar diye paniğe kapılmış.Teyze biz Hayrettin’in arkadaşlarıyız, oğlunuz bir yazar, onun hakkında sizden bilgi almak istiyoruz.” demişlerse de “Oğlum kötü bir şey yazmaz.” deyip telefonu kapatmış yüzlerine. Hayatımı konu alan iki perdelik oyun, Şiirkondu yayımlandıktan bir süre sonra yaşadığım ve öğretmenlik yaptığım kentin halk eğitim merkezi salonunda sahnelendi. “Sana sürpriz bir oyun izleteceğiz.” demişlerdi arkadaşlarım. Salona hayatımın sahneleneceğinden habersiz girdim. Herhangi bir gösteri veya herhangi bir oyunu izleyeceğimizi düşünüyordum. Oyun öncesi müzik eşliğinde seslendirilmiş şiirlerim duvarlardan inip salonu doldurmaya başlamıştı. Salon tıklım tıklımdı. Şaşkındım. Kalbim, bir nehirden daha hızlıydı. Arkadaşlarımın sürprizi buymuş demeye kalmadan asıl sürpriz bu olayın arkasından geldi. Çok sürmeden fark ettim ki sahnelenen benim hayatım. Türkçeyi, oyun boyunca yaşadığım duyguları anlatabilecek kadar kullanabilmeyi çok isterdim açıkça söylemek gerekirse.

“Onurlu olmanın, kardeşliğin, barışın, güzel günlere özlemin şiirini yazmışsınız.”

İlgi duyduğum, kuruluş çalışmalarına ve propaganda faaliyetlerine de katıldığım sol, sosyalist, devrimci bir siyasi partiye yüz adet Şiirkondu bağışlamıştım. Parti yeni kurulmuştu ve mali sıkıntılar çekiyordu. Aklım sıra “Aşkın ve Devrimin Partisi’ne” şiirle ve şiir kitaplarımla destek vermeye çalışacaktım. Bağış olayından bir hafta sonra partiye uğradığımda kolinin içinden bir kitap eksildiği, yerine ederine yakın bir miktar para konduğu gözüme çarptı. Bir ay sonra uğradığımda ise kitaplarda herhangi bir azalma olmamış, sadece oraya konan para alınmıştı. Çok gücüme gitmişti. O yapı içinde onca sevildiğimin karşılığı mıydı bu? Kitap kolisini konduğu yerden sırtlandığım gibi araç ulaşımına kapalı bir caddeye gittim. Yağmur çiseliyordu. Okur olabileceğini gözüme kestirdiğim insanlara bildiri dağıtır gibi dağıtmaya başladım kitapları. 10-15 dakika içinde hepsi bitti. Bu olay hayatımda övündüğüm ve utandığım olaylardan biridir. Kitapları bu şekilde elden çıkarınca çok karışık duygular içinde evin yolunu tuttum. Başım dönüyor, midem bulanıyordu. Apartman girişindeki posta kutusunda adıma bir mektup vardı. Mahallemizin bağlı olduğu beldenin belediye başkanından geliyordu. “Değerli Şair Hayrettin Geçkin! Güldikeni Yayınları’ndan çıkan Şiirkondu adlı kitabınız için sizi kutluyoruz. Onurlu olmanın, kardeşliğin, barışın, güzel günlere özlemin şiirini yazmışsınız. Belediyemizin yetkili komisyonu kitabınızdan ederi karşılığında yüz adet satın alma kararı aldı. Teveccüh gösterir ve aşağıdaki telefondan bizi ararsanız görevlimiz bizzat kapınıza kadar gelerek ederini size takdim edip kitapları teslim alacaktır. Başarı dileklerimizle…” İmza, belediye başkanı. Taban tabana karşıt olduğum bir siyasi partinin belediye başkanı… Gel de utanma! Gel de övünme! Ne güzel bir ifade: “Kardeşin duymaz el oğlu duyar!

O akşam evde yalnızdım. Eve girince perdeleri çektim ve uzun süre hıçkıra hıçkıra ağladım. Gözyaşlarım dindikten sonra eve gelirken aldığım ufak rakıdan medet umarak başına çöktüm ama ne yazık ki o beni sarhoş etmeye yetmedi. O gün yaşadıklarımın sonucunda hissettiklerimle ilgili benim için bugün bile özel önem taşıyan çok kısa bir yazı kaleme aldım. Şöyleydi: Daha güzel bir dünya yaratmak gelişmiş insan işidir. Diyelim ki ülkede adil, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir yönetim kurdunuz, toplumu sanat ve edebiyat eğitiminden geçirmedikten sonra o yönetim biçimini ayakta tutamazsınız. Toplumu sanat ve edebiyat eğitiminden geçirmeden öyle bir yönetim kurmak mümkün olsa bile bünyesinde bir sürü arıza barındırır. Salt karşı olanlardan oluşan kalabalıkların kurabileceği yönetimin adı ne olursa olsun insanlara acı vermekten öte bir yere gidemez. Bu ifadeye benzer bir ifadeyi yıllar sonra şair ağabeyim, dostum, hocam, felsefe profesörü Afşar Timuçin’den duyduğumda hem çok şaşırmış, hem de çok sevinmiştim.

İlk kitabımla İstanbul TÜYAP’a katıldım. Türkçenin Aymatov’u diye tanımladığım Ergün Altun da bana eşlik etti oraya giderken. Ne var ne yok diye stantları dolaşan üniversiteden arkadaşı bir şairle bile beni tanıştırdı hatta. İsmini veremem o şairin. Ona kitaplarımın olduğu masadan bir Şiirkondu alarak uzattı Ergün. “Bir bak bakalım Hayrettin ağabeyin şiirleri nasıl?” Ben ilgilenmemiş gibi yaparak yüzümü döndüm, hatta birkaç adım da uzaklaştım yanlarından. Kulağım onlardaydı ama. Kitabın yapraklarını şöyle bir çevirdi ve hiçbir şiirin tek bir dizesini tam olarak okumadan Ergün’e boş, iş yok, bildik hikaye anlamına gelecek yüz ifadesiyle bir takım hareketler yaptı. Ergün kitabı çekip aldı elinden. Dönüş yolunda “Bana inanmanı istiyorum ağabey. Onun dört şiir kitabı var. Şiirkondu onun kitaplarının dördünden de daha şiir, daha güzel.” dedi. “Sen şiire emek veriyorsun. Sen yüreği zaten şiir birisin.” diyerek birçok şey daha ekledi sözlerine. Böyle yapmakla belki de olaydan etkilenmemin önüne geçmeye çalıştı. Bilmiyorum ki. Aslında eleştiriye son derece açık ve ondan beslenen biri olduğumu biliyordu Ergün. Ama şairinki eleştiri değeri taşımıyordu. Zavallı diyerek ben üzüldüm onun haline. O olayı, Ergün’ün sıcaklığı ve bana olan güveniyle birlikte hep sakladım kalbimin bir yerinde.

Benim edebiyata ilgimden, okuduğum kitaplardan, izlediğim sinema ve tiyatrolardan, sağda solda girdiğim tartışmalardan, yaptığım konuşmalardan ötürü çok kaliteli bir kitap yayımlamış olacağımdan emin bir tanıdığım, Şiirkondu’yu eline aldığında hayal kırıklığına uğramış. Karşılaştığımızda da “Gerçi öğrenciliğim sırasında okul kitaplarında okuduğum şiirlerin dışında şiir okumadım ama açık söylemek gerekirse okuduğum o şiirlerin çok çok gerisinde buldum senin şiirlerini. Bunlardan şiir olmaz dostum.” diyerek eleştirmişti beni. Ona sarılarak teşekkür ettiğimi, içtenliğine inandığımı ifade etmemi de eklemem lazım Şiirkondu’nun öyküsüne… Hiç olmazsa şiirlerimi okumuştu çünkü.

Şiirkondu diğer dokuz kitabımın gözesidir aynı zamanda. Bana öyle geliyor ki hepsi ondan doğmadır.

Şiirkondu ile ilgili ilginç bir olay daha var, anlatmasam sorunuzu eksik yanıtlamış olurum:

Bir hemşerimle İstanbul’da bir düğünde karşılaştık. Oğlu Çanakkale’de askermiş. Askerden döndüğünde şöyle bir şey anlatmış babasına:Bize askerde konser verdiler. Orda bir kadın şarkıcı Hayrettin amcadan şiir okudu.” Kulaklarıma inanmadım. Bu doğru olabilir çünkü Çatalca Belediyesi’nce düzenlenen, Nesin Vakfı’ndaki çocukların da şenlendirdiği bir şiir dinletisine Gülcemal Durdu, Şerafettin Kaya ve Yılmaz Arslan’la birlikte konuk olmuştuk. Aramızda biri daha vardı. Şarkıcı Sevda Demirel. O da sahnede bizlerin arasında oturdu. Hatta etkinlik sırasında ona da söz düştü. Kendisine bir adet Şiirkondu imzalayıp armağan ettim etkinlik bitiminde. Bana teşekkür ederek yakında Çanakkale’de askerlere konser vereceğinden söz etti ve bu kitaptan bir şiiri orada okuyacağını ekledi sözlerine. Hangi şiirimi okuduğunu hep merak etmişimdir Sevda Demirel’in.

Şiirkondu adı bir başka şaire esin oldu yayımlandıktan birkaç yıl sonra. Hüzünkondu adıyla çıktı şiir kitabı o şairin. Olumsuz eleştiriler aldı kitabın adından ötürü o şair. Aynı ilde Şiirkondu adıyla çıkan bir kitabın ardından Hüzünkondu adıyla bir kitabın çıkması yadırgandı nedense. Arkadaşın şiire devam etmemesinin nedeni olarak da düşündüm zaman zaman o eleştirileri ve çok üzüldüm.

Sözlerimin başında kitaplarımın içinde en şanslı ve ön açıcı olanı demiştim Şiirkondu için. Ama bir şey daha belirtmem lazım. Ben de Şiirkondu sayesinde şanslı oldum aslında. Şiirkondu beni yeni yeni okumalara götürdü, başka sanat dallarıyla tanıştırdı, yüze yakın dergide şiirlerim ya da şiir üzerine yazılarım yayımlandı. Yerli yabacı antolojilerde ve birtakım ansiklopedilerde yer aldım. Bestelenen şiirlerim oldu. Şiirkondu diğer dokuz kitabımın gözesidir aynı zamanda. Bana öyle geliyor ki hepsi ondan doğmadır. Şiirlerimin üç beş dile çevrilmesinin önünü açan da Şiirkondu’dur. Bir üniversitede şiir dersleri, bir ilde yaratıcı yazarlık dersleri verme olanağını da Şiirkondu ile başlayan süreç sağladı bana. Başka ülkelerde şiirle ilgili bana da söz düştü Şiirkondu sayesinde. Şiirden bir dünyam, çok sayıda şair-yazar dostum var. Bir yazar örgütünün herhangi bir yerde temsilcisi olmak az onur mu? Kitaplarımdan ödül alanlar bu ödülleri Şiirkondu’ya borçlu değiller mi? Çeşitli yarışmalarda jüri üyelikleri yapmamdan ötürü ilk teşekkürü Şiirkondu’ya yapmam gerekmiyor mu? Aslında bu olup bitenlerin hepsi Şiirkondu’nun başının altından çıkmadı mı? Az şey mi bütün bu saydıklarım?

Anlattıklarıma ilk kitabımın ilk şiirini iliştirerek şiiri, sizleri ve dünyayı selamlayarak bitireyim.

MERHABA

kalkıp kurulmuşum sabaha
gözlerimde sevda bulutları
merhaba

dudaklarım öpücüklerdeki sıcaklık
dalgaları ateş köpüğü gülüşlerim
merhaba

kapı çalmaz
hal bilmez şiirler basmış gecelerimi
uyumamışım
uykusuzluğum
merhaba

çocuk sesleri ekmek kokusunda
kuş kanatlarında gecenin mavisi
bekleyenim merhaba

ben kitaplıklarda olacağım ararsanız
umut tarlalarında
direnişlerde
kürsü başında öğretmenim
ellerim yaşanası bir dünya işçiliğinde
yaşanası dünya
merhaba

Hayrettin Geçkin

Lilura Üzerinden Ayhan’la Dertleşme Denemesi