Deneme,  Felsefe,  Gündem Arşivi Klasikleri

Vasatın „Akıl“ Ve „Ahlak“ Dünyasına Dair Felsefi Bir Deneme

Bu yazıda toplumumuzda yaygın olarak şikâyet, eleştiri, hatta kınama konusu edilen vasatlık hali eleştirel olarak betimlenmektedir. Yazı betimleyici olduğu için, betimlenenlerin somut kişiler olduğu sanısına düşülmemelidir. Yazıda derlenen görüşler toplumumuzda ve başka birçok ülkede günlük yaşamda sergilenen ahlaki tutumlara dair uzun zamandan beri yaptığım gözlemlerden soyutlayarak kazandığım genel düşüncelere dayanmaktadır. Bu nedenle yazıda vasatlık, kavramın geniş anlamında çağımızın ahlaki yapısal bir sorunu olarak betimlenmektedir. Kısacası yazıda mümkün olan genellikte vasatlığın anlamı, nedeni ve sonucu ele alınıp tartışılmaktadır. Öyleyse bu kısa çalışma insanlığın ve tabi toplumumuzun da ahlaki durumuna ilişkin bir kavramlaştırma denemesidir.

Vasatın Sözcük Anlamı

Vasat sözcüğü “Ekşi Sözlük” tarafından “Ne iyi ne kötü, ne entelektüel ne cahil, ne güzel ne çirkin”, öyleyse “ortalamada” olan olarak tanımlıyor. Fakat günlük hayatımızda vasat olan “nedense ortalama altındaymış hissi veren kişi” olarak algılanır ve böyle tasvir ve tasavvur edilir. Bunun bir nedeni olmalı. Bu betimlemeden vasatın, yetenekleri ve becerisi, birikimi ve hassasiyetleri bakımından orta ve ortanın altında bir kişi tiplemesine denk geldiğini öğreniyoruz.

Elbette bir kişinin yetileri, görünümü ve değerleri bakımından “ortalama” ve hatta “ortalamanın altında” olması kendi başına bir eleştiri veya kınama konusu yapılamaz. Kaldı ki ortalamanın üstünde olmak da her zaman ve her durumda olumlu anlamda alınamaz. Ortalama veya ortalamanın altında olan belirlendiğinde bununla en fazla mümkün gelişim potansiyelinin henüz yeterince geliştirilmemiş olduğuna işaret edilmiş olur. Bu ise kendi başına bir eleştiri, şikâyet ve kınama konusu yapılamaz. Ortalamanın üstünde olmak da gelişim potansiyelinin tüm yanlarının tamamıyla ortaya çıkarıldığı anlamına gelmemektedir. Tersine, ortanın üstü ile ortalamanın altı arasındaki fark önemli de olsa yalnızca nicel bir farktır, nitel değil. Ortalamanın üstünde olmak bazen eleştirel anlamda alınabileceği gibi, ortalamanın altında olmak da bazı durumlarda pekâlâ olumlu anlamda alınabilir. Ortalamanın üstünde olmak demek, ortalamanın altında olan ile kıyaslandığında gelişim potansiyellerinin önemli bir kısmını tüketmiş olmak anlamına gelebileceği gibi; ortalamanın altında olmak demek de, ortalamanın üstünde olan ile kıyaslandığında pekâlâ kavramın olumu ve iyimser anlamında daha çok gelecek vaat eden anlamında alınabilir. Dolayısıyla “vasat” kavramını bu bağlamlarda alırsak herhangi bir eleştiri ve kınama konusu yapılamaz.

Öyleyse bu durumda eğer vasatlık eleştiri ve kınama konusu yapılıyorsa, bununla özellikle ahlaki değerler bakımından neyin kastedildiğini sormak gerekiyor. Kanımca eğer vasatlık ahlaki değerler bakımından reddediliyorsa, eleştiriliyorsa veya hatta kınanıyorsa bununla, bu durumda vasat olan kendine has bir kişilik sahibi olmama, gelişmiş bir karakter özelliğine sahip olmama, belirgin çizgileri veya “omurgası olmama”, farklı olmama ve medeni cesaret noksanlığı nedeniyle fark koyamama anlamlarında alınabilir.

Vasat sözcüğünün anlamına dair buraya kadar yazdıklarım değerleri bakımından pekâlâ „kitle insanı‟, „ortalama insan‟, „genel geçer insan‟ gibi kavramlarla karşılanabilir. Faka ahlaki değerler bakımından vasat olanı aynı zamanda davranış bakımından da değerlendirmek gerekir. Kanımca kavramın anlamına ancak o zaman tam olarak ulaşmış oluruz.

Vasat olanın ahlaki değerler bakımından aslında “ortalama olan” olarak değil de daha çok çürümüş, dolayısıyla çürük olan, yani aslında rüşvetçi zihniyet ve yaşam tarzı anlamında alınması gerektiğini bir örnekle açıklamak istiyorum. Ortalama olanı sıradan olan anlamında alalım. Sıradanlık ve sıradan olana uygun davranma ne anlama geliyor? Diyelim ki bir yerde veya durumda cesur davranıp hırsıza hırsız, haksıza haksız veya zalime zalim demek gerekiyordur. Fakat eğer vasat akıl “akıllı” olmayı, yani çıkarlarını gözeterek hırsıza, haksıza veya zalime çıkar, beklenti veya korkaklık gereği hırsız veya haksız dememeyi emrediyorsa ve buna uygun, yani vasat davranılıyorsa, bu durumda vasat değerlere dayalı sergilenen davranış için ne demeliyiz?

Gerçeği ve doğruyu beklenti, çıkar veya korkaklık gereği söylememek ve temel alınan rüşvetçi zihniyetten hareketle beklenti gereği hırsızla, haksızla veya zalimle işbirliğine girmek, vasatlığın davranışta vardığı sonuçtur. Bu durumda kötü olanların en iyisi korkak olandır yine de, çünkü en azından hırsız, haksız veya zalim olanla aktif bir işbirliğine girişmemiştir. Fakat kötü olanla (hırsız, haksız, zalim) işbirliğine girmiş olan vasat, kendisine sus payı olarak teklif edileni elde etmek için taraf tutar ve aktif bir şekilde yalan söylemeye, hatta benzer durumda olan veya olabilecek başkalarıyla tavır geliştirmeye bile başlar. İşte, kanımca vasat olana dair günlük hayatımızda da gözlediğimiz eleştiri ve kınamanın nedeni, davranışlarda vardığı bu mantıksal-pratik sonuçtur. Yoksa vasat olanı kendi başına aldığımızda onu elbette ilk önce eleştirecek bir şey bulunmamaktadır.

Vasatlık Neden Şikâyet Konusu Olmaktadır?

Toplumda vasatlık neden reddedilmektedir, neden eleştiri ve kınama konusu yapılmaktadır? Vasatlığın şikâyet konusu edilmesinin nedeni, toplumda aynı zamanda bir gelir, dolayısıyla yaşam kaynağı anlamına gelen işler ve sorumluluklar dağıtılırken, bu konularda tek etik kıstas olması gereken liyakat ilkesinin temel alınmamasıdır. Liyakat ilkesi yerine genel olarak “tanıdık” ve “adamım”/”adamın”, “rüşvet” ve “referansı” gibi bir takım ahlak dışı kıstaslara başvurulmaktadır. Bu ise insan ilişkilerinde çeteleştirmeye ve değerler bakımından çürümeye yol açmaktadır. Sonunda toplum iyiler tarafından değil, kayırılan vasatlar, işin hiçbir şekilde ehli olmayanlar tarafından idare edilmek zorunda kalınmaktadır.

Bu tür ilişkiler ve kıstaslar genellikle hak edenlerin değil, yukarıda tanımladığım anlamda vasat olanların, yani yağcıların, yarananların ve yamananların öne çıkarılmasına ve desteklenmesine neden olmaktadır. Bu durum doğal olarak insanlarda büyük bir haksızlık ve adaletsizlik duygusunun oluşmasına ve doğal olarak rüşvetçiliğin ve çeteciliğin eleştirisine neden olmaktadır. Öyleyse vasatlığın eleştiri ve kınama konusu yapılmasının öncelikli nedeni, toplumda sorumluluklar ve hazlar dağıtılırken liyakat ilkesine, yani hak edenin alması gerektiğine dair ilkeye uyulmamasıdır. Bu, toplumda işlerin adil olmayan bir şekilde yürüdüğüne dair yaygın bir haksızlığa uğramış olma duygusunun oluşup yerleşmesine neden olmaktadır. Fakat bu, toplumsal zihniyet ve akıl, ahlaki davranış ve yaşam tarzı bakımından ne anlama gelmektedir?

Vasatın İyi ile Olan Dansı

Vasat olan kendi hayaline göre bir dünya yaratır. Bu ancak vasatın dünyası, yani bu ancak normalliğin hâkim olduğu vasat bir dünya olabilir. Vasatın dünyası vasat, yani mümkün olan iyiden çok daha kötü olur. Vasattır çünkü. Vasatın dünyasında iyiye yer yoktur dolayısıyla. Daha iyilere ve hele en iyilere hiç yer yoktur –ki burada iyi, deneyim ve beceri bakımından „üstün‟ ve mevki bakımından „imtiyazlı‟, fakat ahlaki değerler bakımından vasat olan anlamında alınmamaktadır. Burada „iyi olan‟, öncelikli olarak ahlaki değerler bakımından gerçeğe dayalı, aklın ışığında ve vicdanın terazisine göre doğru davranma gücünü gösterebilen anlamında alınmaktadır. Bundan farklı olarak vasat „normal‟, yani gerçeğe ve akla uygunluğuna, vicdanen ve ahlaken doğruluğuna bakmadan genel geçer değerlere göre, yani „normal‟ davranana denir. Gerçeğe uygun akla, vicdan terazisine vurulmuş ahlaka göre davranışlar insanlar arasında nadiren yabancılaşmaya yol açar. Buna karşın „normal‟ olana göre davranışlar sıklıkla yabancılaşmaya yol açar, çünkü çıkar ilişkilerinin oluştuğu her yerde dâhil edilenler ve dışlananlar olabileceği gibi, çıkar ortaklığının olduğu durumlarda bile karşılıklı güven ve samimiyet çok nadiren olur. Ahlaken vasat olanlar ile iyi olanlar arasındaki ilişkilere yansıyacak öncelikli fark budur.

İyiler iyinin, en iyiler iyinin ve en iyinin önünü açar. Bunun yanında vasatı da yüceltip iyileştirmeye çalışır en iyi olanlar. Buna karşın vasatlar iyiyi yok etmeye çabalar, çünkü vasat, vasatlığının farkındadır. Dolayısıyla aslında herkes kendisinin ne zaman, nasıl, hangi durumda ve hangi ilişkiler ağı içinde ve bağlamında bir vasat gibi davrandığını bilir. Diğer bir deyişle vasat olan, bencilliğinden kaynaklanan zihinsel ve duygusal yetilerinin ortalamadan daha fazla olmadığının ve yaşamsal ereklerinin çok çok sıradan şeyler olduğunu bilir. Ama ona göre dünya böyle kurulmuştur ve böyle işlemektedir. Yapacak bir şey yokturdur ona göre.

Ama kibirliliği gereği hissettiği ezikliği telafi etmek için vasatlar buna “doğal” bir tepki olarak dış görünüşüne verdiği aşırıya kaçan farklara, „sıra dışı‟ saç sitiline ve giyim kuşamına da dayanarak, kendisini “üstün” ve “farklı” insanmış, yaşamsal ereklerini ise “yüce” ereklermiş gibi gösterme çabası içine girer. Zira vasat olan bile vasatlığı insan onuru için kırıcı bulur, çünkü vasatlık farklılığa, özgünlüğe, cesarete yaşam hakkı tanımaz. Oysa herkese bir „ben duygusu‟, bir „ben bilinci‟ veren, ona farklılık kazandırandır. Bu ise ancak akla ve vicdana uygunluk anlamında iyi olunabildiği oranda elde edilebilecek bir şeydir. Ama vasat olan, vasatlığı silkeleyecek bir cesaret bulamaz kendisinde. Sözde protestocu ve radikal gözükse bile.

Buna göre, vasatlığı bir zorunluluk ve çağımızın kaçınılmaz bir yaşam tarzı, neredeyse çağın „Zeitgeist‟ı ve dolayısıyla çağın kaçınılmaz kaderi olarak görenler, genellikle tüm “ahlaki frenlerini” patlatmış olanlardır. Onlara göre çıkar, taktik ve anlık amaç her şeydir. İnsana asıl kişilik, insanın yaşamına asıl içerik ve anlam kazandıran nihai erek ise onun için hiçbir şeydir. Vasatlar, hele işbirlikçiliğe soyunmuş vasatlar anlık amacı, günlük çıkarı gerçekleştirmek için her yolu ve yordamı, her yöntemi ve aracı mubah görürler. Ama her şeye rağmen iyiymiş, adilmiş ve sıklıkla duygu sömürüsü yapmak için mağdurmuş gibi görünmeyi de vazifeden bilirler.

Vasat, diğerleri tarafından iyinin yanında görülmesini ve kendisiyle kıyaslanmasını istemez, onu her bakımdan engellemeye, görünmez kılmaya ve yok etmeye çalışır. Vasat, kendisiyle karşılaştırılacak bir iyi olan olursa kendisinin tüm zaaflarının ve açmazlarının herkes tarafından görüleceğini bilir. Onunla karşılaşmaktan ve karşılaştırılmaktan korkar. Dolayısıyla vasatın saklayacak çok şeyi vardır. İyi hep açık ve şeffaf olur. Vasat yarıştan korkar, ama rekabetçidir. İyi en fazla yarışır. Ama genellikle kendisini bir yarış üzerinden kanıtlamaya girişmeyecek kadar da olgun ve mütevazıdır. İyi kendisinin yine kendi öz değerleri üzerinden bilinmek ve kendine has özellikleri üzerinden tanınmak ister.

Vasat Olan, İyi Olabilir mi?

Fakat iyiyi yok etmek, her vasatın kârı değildir, zihin gücü ve medeni cesareti yetmez buna. Vasat iyi de olamaz. İyi olmak cesaret ister, çünkü iyi olmak, çıkar, kâr ve zarar gözetmeden gerçek ve doğru neyse ona sadık, yani dürüst ve ilişkilerinde samimi olmayı şart koşar. Gerçek ve doğru, vasatın korkulu rüyasıdır. Bu, ona kendisini her bakımdan değiştirmesi ve iyileştirmesi için büyük görevler yükler. Vasatın ortalama zihniyeti, sığ ve kısa erimli erekleri bunun önünde hep engel olacaktır.

Vasat iyi olamaz, çünkü onun yaşam hedefi kendisinin dar kişisel çıkarların ötesine geçmez. Onun insanlığı ilgilendiren büyük meseleler ile ilgisi olamaz. İnsanların popüler eğilimlerini, kişisel zaaflarını kendi kişisel çıkarları için ustaca kötüye kullanmasını bilir. İyi olmak onu tüm yaşamsal ereklerini gözden geçirmeye zorlar. Bu, onun için olmak ya da olmamak sorusudur. Bu nedenle iyi olmak her yiğidin karı değildir; hele herkesin çıkarınaymış gibi göstermeye çalıştığı kendi kişisel çıkarlarını gerçekleştirmek için her şeyi mubah gören, böylece hiçbir ahlaki sınırı olmayan vasatın hiç değildir. Bu nedenle vasat aklıyla, zihniyetiyle işiyle ve ereğiyle hep vasattır, vasat kalır.

Vasatlaşan ve Vasatlaştırılan Dünyada Adaletin ve Ahlakın Kıstası

Vasatların kurduğu dünyada “adaletin” ve “ahlakın” kıstas ve kurallarını belirleyen, çıkar, güç ve kurnazlıktır. Geçici çıkarlar üzerinden kurulan “dostluklar” vasatın dünyasının belirleyici özelliğidir. Çıkarlar değişince çabucak dostluklar da değişir vasatlaşan ve vasatlaştırılan bu dünyada. Eski “dostlar” düşman, “düşmanlar” dost olur aniden değişen çıkar durumuna göre. Vasatlar dost iken bile birbirlerinin kuyusunu kazar, birbirlerinin arkasından binbir türlü oyun çevirirler.

İnsana dair tüm değerler değersizleştirilip hiçleştirilir, duygular ve düşünceler bayağılaştırılıp sıradanlaştırılır ve böylece anlamsızlaştırılır bu dünyada. Bu, vasatın dünyasında yalnızca güç ve iktidar ilişkilerinin hâkim hale gelmesinin düşünsel ve ahlaki önkoşuludur. Zira vasat hep “güçlüden” yana olur, haklıdan ve doğrudan yana değil. Ona göre “güçlü” olan haklı olandır, hakkı belirleyen yasaya koyucudur aynı zamanda. Onun için en “ucuz”, hatta “bedava” veya bedelsiz ve tek „kâr getiren‟ tavır budur. Vasatlaşmış ve vasatlaştırılmış olan dünyada ahlaktan ve haklıdan yana olmak, „elini taşın altına koymaya hazır olmak‟, „bedel ödemeyi göze almak‟ demektir. Onun için kendisi gibi vasat olan güçlünün yanında olmak, çıkarlarını gerçekleştirmesinin tek garantisidir.

Yaranma ve Yararlılık Ahlakı

Vasatların dünyasına hâkim olan “güç istenci” ilkesi, Nietzsche’nin soylu ve seçkinin (aristokratın) cinsini sürdürmek için takip etmesi önerilen güç istenci ilkesi değildir. Nietzsche‘nin seçkin veya üstün insanı, İyi ve Kötünün Ötesinde adlı eserinde belirttiğine göre, “yüreksizi, korkağı, basit şeyleri önemseyeni, dar çıkarını düşüneni hakir görür”. Fakat vasat, güçlünün karşısında kendisini gerekirse küçültmekten, kendine göre güçlünün olanın ayaklarına kapanarak, yalvarıp yağcılık yapmaktan çekinmez. Vasat, basit bir şekilde piyasalardan bildiğimiz ve tanıdığımız piyasa insanıdır. Çıkarcı ve yararcıdır. Faydacıdır yani. Kendisine temel edindiği ahlak, yararcılık ahlakıdır. Karl Marx, Das Kapital’de, piyasa insanının, ahlakını “yaranma” kuralına dayandırdığına işaret eder. Öyleyse vasatın ahlakı, yaranma ahlakıdır. Buna göre kendi çıkarını diğerinin çıkarıymış gibi göstermek tek ve basit ilkedir. Yaranma ahlakının kökeni, Adam Smith’in Ulusların Zenginliği‘nde belirttiğine göre, modern toplumda herkesin yaşamını idame etmek için hep bir şeyler satmak zorunda olmasında yatmaktadır. Fakat yaşamını idame etmek için hep bir şeyler satmak zorunda olmak, aynı zamanda tüm ahlaki değerlerinden sıyrılıp “kurtulmayı” şart koşmamaktadır. Ne var ki vasat olanın tüm ahlaki tözü tamamıyla çürümüştür, her bakımdan kişiliksizleşmiş, içi boş ve koftur.

“Üstün İnsan” ve Ahlak

Nietzsche, üstün insanın ahlaki değerinin yararlılık ilkesine dayanmadığını ileri sürüyor. Ona göre, “yararlılık ahlakı özü itibarıyla köle ahlakıdır.” Buna karşın seçkinin veya ayrıcalıklının ahlakı, eskilere saygı, gelenek ve kendi seçkinler soyunu sürdürmek gibi ilkelere dayanmaktadır. Fakat Nietzsche üstün insanın ahlaki değerleri yarar ilkesine dayanmıyor derken, bunun seçkinlerin kendi iç ilişkileri için geçerli olduğundan hareket etmektedir. Dostlukta, minnettarlık da, incelik de aristokratların kendi iç ilişkilerinde geçerli olan ahlaki kurallardır. Fakat Nietzsche, Nazizmin hukuk felsefecisi olan Carl Schmitt gibi bir dost- düşman şemasını temel almaktadır. Nietzsche‟ye göre soyluların soyunun sürmesi için toplumun diğer kesiminin “sömürülmesi” zorunludur. Bu ise tüm toplumun yararlılık ilkesine dayalı olarak inşa etme talebine denk gelmektedir –ki bu da aslında bir vasatlık ahlakı talep etmekten başka bir şey değildir. Şöyle diyor Nietzsche:

“Karşılıklı yaralamadan, şiddet uygulamadan, sömürmeden geri durmak, kendi iradeni bir başkasının iradesine eş kılmak; bu, eğer koşullar verili ise (yani onların güç kütlesi ve değer ölçüleri benzer ise ve onların karşılıklı bağıntısı bir beden içinde bulunuyorsa), belli kaba bir anlamda bireyler arasında iyi ahlaka dönüşebilir. Fakat bu, genişletilmek ve belki de toplumun temel ilkesi olarak alınmak istenirse, kendisini ne ise olarak gösterecektir: Yaşamı reddetme istenci, çözülme ve çürüme ilkesi olarak.”

Nietzsche’nin belli koşulların verili olması durumunda, “bir beden içinde” bulunma durumunda, yani soyluların kendi iç örgütlenmesini tamamlamış olmaları durumunda iç ilişkilerinde mümkün gördüğü „iyi ahlaklılık‟, bütün bir topluma uyarlanamaz. Dolayısıyla bütün topluma temel oluşturacak olan ahlak ancak “güçlü olanların ahlakı” veya “hükmedenlerin ahlakı” olabilir. Güçlünün veya hükmedenin ahlakını Nietzsche “güç istenci” kavramı altında tanımlıyor –ki güç istenci onun açısından aynı zamanda “yaşama istenci” anlamına gelmektedir. Peki, yaşamak ne demektir?

“Üstün İnsan”, Duygudaşlık ve Vasatın Ahlakı

“Burada”, diyor Nietzsche, insan “esaslı bir şekilde temelden düşünmek ve kendisini tüm hissi zayıflıklara karşı korumak zorundadır.” Her şeyden önce toplumun “sömürücü karakterini” kaybedeceğine dair gevezeliğin etkisinden kurtulmak gerekmektedir. Zira Nietzsche’ye göre bir toplumun artık sömürüye (insanın insan tarafından sömürülmemesine) dayanmaması demek, toplumun “tüm organik işlevlerinden vazgeçmesi” demek olacaktır. “Yaşamanın kendisi özü itibarıyla elde etmek, yaralamak, yabancının ve zayıfın yenilip bastırılması, baskı, sertlik, kendi formlarını dayatma, ilhak etmek ve en azından (baskının –DG) en yumuşak haliyle sömürü”. Bu durumda “üstün insan”, “duygudaşlık” (Mitleid) için yaratılmadığından dolayı, yani diğerlerinin acılarına karşı duygusuz ve kaygısız olma becerisi geliştirebilmiş olması nedeniyle “gurur” duymaktadır, çünkü seçkin insan “alt sınıftan varlıklara, tüm yabancılara (kendi sınıfına ait olmayanlara – DG) karşı gönlünün keyfine” göre davranma hakkına sahiptir.

Görüldüğü gibi Nietzsche bir ve aynı toplum için aynı zamanda var olacak birkaç farklı ahlaklılık ilkesiyle birden çalışmaktadır. Onun seçkinler sınıfının dışında kalanlarla ilişkisinde temel almak üzere önermiş olduğu sömürü ilkesi aslında bir yararlılık ilkesine ve böylece de vasatın ahlakına denk gelmektedir. Derinlemesine düşünüldüğünde Nietzsche’nin seçkinler sınıfının alt sınıfın üyelerine karşı ilişkilerinde önerdiği “güç istenci” ilkesi aslında tarihsel olarak görüldüğü gibi onların kendi iç ilişkileri için de geçerlidir. Bu durumda seçkinlerin, sıradan vasatlardan farklı olarak eğitimlerinde “seçkin”, ama davranışlarında vasat olduklarından hareket edebilir, çünkü davranışlarına yön veren ilke nihayetinde yarar ve çıkar ilkesidir.

Aynı şekilde bir akademisyen, profesör veya başka bir akademik unvana sahip olmak insanı vasat olmaktan zorunlu olarak kurtarmaz. Vasatlık, söylenenlerden anlaşılacağı üzere bir zihniyet ve tarz meselesidir, unvan, mevki ve ün meselesi değil.

Marx ya da Nietzsche: “Proleter” ya da “Üstün İnsan”

Vasat olan, toplumsal hiyerarşi içinde üstündekilere yalvarıp yaranmaya çalışırken veya yağcılık yaparken, altındakileri de ezip kendisi gibi kişiliksizleştirmeye çalışır. Bu bakımdan vasat olan da Nietzsche’nin soylu, seçkin veya basit bir şekilde herkesin bildiği adıyla “üstün insanı” gibi yüreği taş gibi olmuştur, serttir ve kanı soğuktur, yüreği buza kesmiştir. Toplumsal algıda kendiliğinden oluşmuş olan vasat insan tiplemesinin ve Nietzsche‘nin geliştirdiği, fakat toplumumuzda da kendiliğinden oluşmuş ve yaygın olarak kullanılan “üstün insan” modelinin yanında bir de Marx‘ın geliştirdiği “proleter” insan kavramı vardır. Marx’ın “proleteri”, mülksüz olan, dolayısıyla bu dünyada kaybedecek bir şeyi olmayan; insanı insanlıktan çıkaran tüm koşullarına, ilişkilerine ve kurtuluş mücadelelerine karşın, yaşanan tüm insan dramları karşısında hassas olan, insanı insan yapan yumuşak ve sıcak yüreklilikten hiçbir zaman vazgeçmez, içinde bulunduğu durumu gereği vazgeçemez de zaten.

İşaret ettiğim gibi proleter, “mülksüz” olan demektir. Marx’a göre proleterin mülksüz olması, onu, dünyanın bir parçacığını mülk edinmiş ve kendisini o parçacıkla özdeşleştiren kişilerden farklı olarak, tüm dünyayı herkesin ortak mülkiyeti ve sorumluluğunda olarak görmeye ve edinmeye aday kılar. Proleterin bu özelliği onu aynı zamanda tüm insanlığın sorunlarını sahiplenmeye de aday kılar. Eş deyişle proleter toplumsal konumu gereği kendi kişisel ve sınıfsal çıkarlarıyla tüm insanlığın çıkarlarını uyumlu hale getirebilecek, gerçeklikte de, yani maddi dünyada da karşılığı olan bir insan tiplemesi olarak kurgulanmıştır. Oysa Nietzsche’nin üstün insanı kendi seçkinler sınıfı içinde de, dışında da sonunda özel çıkar ve yararlılık ilkesine göre eyleyendir. Proleter ise ücretlendirme sistemi üzerinden bizzat kendisine uygulanan yararlılık sisteminin yerine dayanışma ahlakını yerleştirmekten başka bir seçeneği olmayan bir öznedir.

Öyleyse, vasatlıktan kurtuluş için ahlaki arayışımız, vasatın ve seçkinin kötü dünyasından nasıl çıkılacağına dair ilkesel bir çıkış arayışıdır.

Vasatın “Aklı” ve “Ahlakı”

Vasatlık kötüdür, vasatta. Vasatlar kendilerini dev aynasında gören, fakat hiçbiri kendi başına ayakta duramayan, erekleri, yaşamdan beklentileri bakımından ortalamanın bile altında olan ve zihniyet bakımından da her açıdan zavallıdırlar. Diğer bir deyişle vasatın bakışı ve dünyası çok dardır. Burada her biri kendi başına ayakta duramayan vasatların iyilere karşı çıkar ittifakı devreye girer ve böylece vasatlar zekâlarının sınırını, oluşturdukları ittifak ile elde ettikleri fiziksel güç dolayısıyla telafi etmeye çalışırlar. Vasatların kendileri ve kendi ilişkileri de dâhil olmak üzere her şey bir araca indirgenir. Böylece tam bir kötülük dünyası yaratılır.

Bu dünya, Nietzsche‘nin “iyinin ve kötünün ötesinde” kurulmasını talep ettiği her şeyin mubah olduğu dünyadan daha kötüdür. Nietsche’nin dünyasında doğru ve yanlışın kıstasını koyan “üstün insan”dır. Bu dünyada, Marx’ın “proleteri” gibi toplumun ortak çıkar ve emellerini değil, yapay da olsa, “üstün insan”ın kendi kişisel emellerini yasaya dönüştürdüğü bir “ahlaklılık” mümkündür. Bu elbette despot veya tiran ahlakı olacaktır. Bu sonunda iyinin de ahlakı olabilir, kötünün de. Nietzsche bu ahlakı seçkinler diye kurguladığı hükmedenler için önermektedir. Fakat tarihsel gidişin yönünü tarihsel ve toplumsal güçler belirleyecektir. Nietzsche’yi postmodernist yapan, onun değerlerle bu ikili dansıdır. Fakat vasatın dünyasında her şey baştan kötüdür ve orada her şey vasatlık için, yani kötülük için mubahtır.

Bütün bu işlerde vasatlar da “akıl” yetilerini kullanır. Plan yaparken, planlarını gerçekleştirirken akıl yürütmek zorundadırlar. Fakat onların akıl yetisini kullanma ve akıl yürütme tarzı, akıllı değildir, olsa olsa kurnazcadır. Aklı kurnazca kullanmaktan hile ve açıkgözlülük çıkar, zekâ değil. Her akıl yürüten, yani nedensel ve sonuçsal düşünen zeki birisi değildir. Zekâ akıl yetisini belki kurnazca değil, ama akıllıca kullanmayı emreder. Akıl yetisini akıllıca kullananlar kurnaz olmayabilirler, fakat kesinlikle zekâ dolu olurlar. Basiret sahibi olmak, zeki olmayı şart koşar. Açıkgözlüler, yani kurnazlar becerikli olabilirler, fakat kesinlikle basiretli olamazlar. Basiret, birbirini şart koşan akıllılığı ve ahlaklılığı talep eder. Kurnazlık ise, Hobbes‟un Leviathan adlı eserinde belirttiğine göre, “aklın sahtekârlaştırılması” anlamına gelmektedir. Bu, “basirete adil veya dürüst olmayan araçlar” eklenerek oluşur. İşte “buna kurnazlık denir”.

Bu iki yaşam tarzı arasındaki fark, ahlaklılık ile ahlaksızlık arasındaki farka tekabül eder. Akıl, zekâ ve basiret sahibi olanlara, yani ahlaklı öngörüye sahip olanlara ihtiyacı var ülkemizin, dünyamızın, çağımızın, kısacası insanlığın. Ahlak da oradan çıkılacaktır, mutluluk içeren özgürlüğe de. Zira mutluluk içermeyen özgürlük, özgürlük değildir. Aynı şekilde özgürlük içermeyen mutluluk da mutluluk değildir.

Prof. Dr. Doğan Göçmen

Prof. Dr., Hamburg Üniversitesi’nde felsefe ve sosyal bilimler okudu. Dünyanın önde gelen üniversitelerinden olan Edinburg Üniversitesi’nde mülkiyet ve siyaset ilişkisini inceleyen bir yüksek lisans ve ahlak ve iktisat ilişkisini inceleyen bir doktora tezi yazdı. Türkçe, İngilizce, Almanca ve Rusça akademik yazıları yayınlanmış olan Doğan Göçmen’in Adam Smith üzerine bir İngilizce kitabının yanında “Modern Felsefe, Adam Smith, Hegel ve Karl Marx” adlı bir Türkçe kitabı yayınlanmıştır. Yakında yeni bir Türkçe kitabı daha yayınlanacak olan Göçmen evli ve iki çocuk babasıdır. Doğan Göçmen, 2012 yılından beri Dokuz Eylül Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde felsefe dersleri vermektedir. Özellikle modern felsefe, pratik felsefe, Aristoteles, Adam Smith, Klasik Alman Felsefesi, Karl Marx, Husserl ve Wittgenstein çalışmaktadır.

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir