
Rönesans’ta Tek Tanrılı Dinlerden Stoacılara Dönüş
EBEDİ BARIŞ ARAYIŞI: RÖNESANS’TA TEK TANRILI DİNLERDEN STOACILARA DÖNÜŞ
Yunan mitolojisinde dünyada barışçıl durumun gerçekleşmesi bir tanrısal öngörüdür ve öznesiz, kendiliğinden işleyen, sanki otomatik olarak gerçekleşecek bir süreç olarak anlatılır. Buna karşın, tek tanrılı dini öğretiler, insanı bu dünyada gerçekleştirilmesi arzulanan barışçıl durumun gerçekleştirilmesinin “zorunlu öznesi” olarak kavrarlar. Şöyle ki; tek tanrılı dinlerde, arzulanan ebedi barış durumunun gerçekleştirilmesi bir umut ilkesi olarak önce “öbür dünya”ya havale edilir. Öbür dünyada betimlenen cennet durumu, bu dünyada yaşayan insanlara bir ölçü olarak sunulur ve böylece “bu dünya”da da gerçekleştirilebilecek bir durum olarak önerilmiş olur. Arzulanan bu barışçıl durumun taşıyıcı öznesi olarak inanan insanlar belirlenmiştir. Böylece, farklı biçimlerde de olsa, belli bir tanımı olan bir tanrı dolayımıyla da olsa, insanın bu dünyada gerçekleştirilmesi arzulanan barışçıl durumu özne olarak kavraması söz konusudur. Bu açıdan, öbür dünyada gerçekleşmiş olan barış, yeryüzünde de gerçekleştirilmelidir. Bu bir çağrıdır. Bu nedenle ben buna çağrıcı barışçıl toplum düşüncesi dönemi diyorum.
Öyleyse, çağrıcı barışçıl toplum düşünceleri dönemi, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasıyla başlıyor denebilir. Bu, barışçıl toplum düşüncelerinin ilk evresidir. İşaret ettiğim gibi, ilk Hıristiyanlık, bugün değişik kiliseler tarafından temsil edilen Hıristiyanlığın, Yahudiliğin ve İslam’ın aksine, insanları barışçıl geleceğe götürmek isteyen, vicdana ve tanrıya çağrıda bulunan pasifist bir dini öğretidir. Yahudilik ve İslam da yeryüzünde barışı gerçekleştirmek isteyen dini öğretilerdir. Fakat ilk Hıristiyanlıktan farklı olarak Yahudilik ve İslam, dünyayı kendi dinlerine dönüştürünceye kadar “kutsal bir savaş” içindedirler. Böylece aslında belki de farkında bile olmadan dünyada savaşı ebedileştirmiş oluyorlar; çünkü amaçlamış oldukları dini dönüştürmenin sonsuz bir çaba olduğunu görmek çok zor değil.
Dante’nin Monarşi Üzerine ve İlahi Komedya adlı eserlerinin yanında, Padualı Marsilius’un 1324 yılında yayımlanan Barışın Savunucusu adlı kitabı, bu çağrıcı geleneğin hem doruk noktasını teşkil eder hem de yeni tip barışçıl toplum ütopyalarına geçişi simgeler. Örneğin, Marsilius’tan 200 yıl sonra Rotterdamlı Erasmus’un 1521 yılında kaleme aldığı Barışın Şikâyeti başlıklı denemesinde Marsilius’un etkisini ve izlerini görmemek mümkün değildir. Marsilius’a göre, Barışın Savunucusu’nun hemen ilk cümlesinde belirttiği gibi, barış ve sükûnet, insanlar arasındaki ilişkilerden doğan meyvelerin kazanılmasının ve korunmasının en iyi yoludur. Bundan dolayı, “her uygarlığa halkların serpilip saçıldığı, insanların yararının korunduğu sükûnet dilenmelidir.” Marsilius’un bu çağrısı, yukarıda Dante’den alıntıladığım cümlede dile getirilen çağrıyla karşılaştırılabilir. Bu, çağrıcı barışçıl toplum düşüncesi dönemi kavramının kullanımı için açıklayıcı olacaktır. Bu çağrıcı geleneğin 18. ve 19. yüzyılı aşan etkisini bugün bile görmek mümkündür. Örneğin Kant’ın Ebedi Barışa adlı metni bu geleneğin ilkelerine göre kaleme alınmıştır. Bu denemesinde Kant, yeryüzünde ebedi barışın aşama aşama gerçekleşmesi için devletler arasında yapılacak bir toplum sözleşmesi önermektedir. Toplum sözleşmeleri, ilkesel olarak çağrıcı ilkelere göre kaleme alınırlar. Aristoteles’i de eleştirdiği, fakat barış fikrinin mülkiyetle de ilişkisini kuran kaynağını Cicero üzerinden Antik Yunan’da, Helenistik dönemin büyük felsefi akımı olan Stoacılarda keşfeden Marsilius, biraz aşağıda şöyle der:
“Öyleyse, söylediğimiz gibi, barışın ve sükûnetin meyveleri en iyileridir; onun karşıtının, ihtilafın sonuçları katlanılmaz şerdir. Bu nedenle barışı arzulamalıyız, ona sahip değilsek onu elde etmeye çalışmalıyız; bir defa elde edince korumalıyız, onun karşıtı olan ihtilafı dışarıda tutmak için her türlü çabayla mücadele etmeliyiz. Bireyler birbirlerinin kardeşidir ve kolektif birlikler ve topluluklar çok daha öyledir ve ayrıca tanrısal yardımseverlik duygusundan olduğu kadar toplumsal ilişki ve haktan hareketle bu amaca ulaşmak için birbirlerine yardım etme yükümlülükleri vardır.”
Marsilius, burada toplumsal ilişki biçimi olarak barışı en sağlıklı ilişki biçimi ve dolayısıyla insan edimlerinin en yüce ereği olarak tanımlıyor.
Cicero, Marsilius’a barışı temellendirmek için önemli bir kaynak oluşturuyor. Rönesans filozofları için bir yazar olarak Cicero, bir nevi kült idi. Cicero, Türkçeye Yükümlülükler Üzerine olarak çevrilen De Officiis adlı eserinde politikada karar verme konusunda iki yöntemin olduğunu belirtir. Bunlardan ilki, müzakereler sonucu ulaşılan hukuksal anlaşmalardır. Diğer karar verme yöntemi ise şiddet uygulamaktır. Bunlardan ilki insana özgüdür; diğeri, her ne kadar insanın da başvurduğu bir yöntem olsa da, aslında hayvana has bir yöntemdir. Cicero, örneğin Rotterdamlı Erasmus gibi pasifist değildir. Fakat politikada bir karar verme yöntemi olarak şiddete, tüm barışçıl yollar ve yöntemler denendikten sonra, en son çare olarak başvurulmalıdır. Savaşa başvurulsa bile, bu, adil bir şekilde barış içinde bir yaşamı amaçlamalıdır. Cicero’ya göre, çoğunluk savaşın edimlerinin daha üstün olduğunu düşünse bile, barışın edimleri savaşınkinden daha üstün görülmelidir; çünkü eğer “gerçeği söylemek istersek, barış zamanında kentte sergilenen başarılar, savaş zamanındaki başarılardan daha yüce ve daha göz alıcıdır.” Öyle ki, barışın edimlerinin, savaşın edimleriyle kıyaslandığında daha az cesaret gerektirdiği aslında bir yanılsamadır. Tersine, hatta çoğu kez barış için yapılan girişim daha fazla “çaba ve gayret” gerektirmektedir.
Marsilius’un, Cicero üzerinden Stoacılara barış fikrinin kaynaklarından birisi olarak gönderme yapması son derece doğru ve yerindedir. Stoacılığın kurucu babası Kitionlu Zenon’un Devlet adlı yazısından bize ulaşan bir fragman şöyledir:
“Bizler (insanlar/insanlık – DG), her birinin ayrı hukuku olduğu devletler ve halk toplulukları olarak ayrı yaşamamalıyız. Tersine, tüm insanların kardeş ve yurttaş olduğuna inanmalıyız; tek bir yaşam biçimi ve beraber otlanan, ortak yasaya göre eğitilen bir sürü (topluluk – DG) gibi tek bir devlet düzeni olmalıdır.”
Erken Stoacılığın üçüncü büyük ismi olan Hrisippos, Zenon’un burada ifade ettiği bütünlüklü barışçıl insanlık düşüncesini gözlemlerle de zenginleştirerek şöyle geliştirir:
“Dünya, bir anayasası ve bir yasası olan büyük bir devlettir. Onun içinde yapılması gerektiğini emreden, yapılmaması gerektiğini yasaklayan doğal akıldır. Mekân bakımından sınırlı olan devletler elbette sayı bakımından sonsuzdur ve farklı ve hiçbir şekilde aynı olmayan anayasaları ve yasaları vardır. Zira her biri yeniden başka töreler ve gelenekler icat etmiştir ve bunları (doğal yasaya) eklemiştir. Bunun nedeni yalnızca Helenlerin ve barbarların birbirine karışmaması ve birbiriyle ilişkilenmemesinde değil, aynı zamanda her iki taraftan da özellikle akraba oymakların da birbiriyle ilişkilenmemesidir. Fakat görüldüğü gibi, sonra da suçsuz koşullar sorumlu tutulmaktadır, bizim irademize bağlı olmayan ilişkiler…”
Oysa insanlar ve toplumlar arasındaki çatışmaların ve savaşların nedeni “iktidar ve mülkiyet hırsıdır”. On altıncı yüzyılda Rönesans filozoflarının barışçıl bir dünya kurgulamak için her şeyden önce sahiplendikleri, insanlığa dair bu Stoacı bütünlüklü ve dinamik bakıştır. Bu bakış aynı zamanda dünyevidir ve insanı doğrudan kendi edimlerinin öznesi olarak kavrar. (“Felsefenin Kurucu Bir Kavramı Olarak Barış” başlıklı yazımdan.)
Prof. Dr. Doğan Göçmen

