Deneme,  Edebiyat

Osman Bozkurt’u Anlatabilmek

(Dostluklar da hikayeler gibidir, anlatılmak isterler.)

Onun adına hiç takılmam. Ne Osman’dır o, ne de Ömer… Benim gibi ona da sormadan vermişler adını. Dibine çağırmışlar, dönmemiş. Tutup dünyaya doğru yola çıkmış bir kuyu sözcükle… Nerde akşamlamışsa ve gece orda ne işler çevirmişse, sabaha şiirler açan bir ağaç olarak görmüşler her seferinde onu. Kimine göre Osman, asi mi asi, aksi mi aksi… Doğrudur belki ama bana göre insanın hası…

Daha önce söz etmiştim size ondan. Birkaç kez hem de… “Öldüren de ölür / ölenle birlikte” diyen savaş karşıtı şair, işte odur, o… Osman! Osman Bozkurt! Benim yeryüzülü en iyi hemşerilerimden biridir aynı zamanda. Pir Sultan’ın ışığı düşmüştür şiirine onun. “Kurtuluş yok tek başına / ya hep beraber / ya hiç birimiz” diyen Brecht’in inadı… Che’nin alnındaki yıldıza rastlarsınız dizelerinde şiirlerini yakın tutarsanız… Nazım’ı, Ahmed Arif’i, Kemal Özer’i, Aziz Nesin’i, Sabahattin Ali’yi bir çekişte doldurmuştur duyarlıklarına vaktiyle. “Dur” demişler, o tutmuş şiire durmuş. Yüreğinde sözcük tarlaları… Yalnızlığına sığınmışsa anlayın ki insan arıyordur bu kıtlıkta.

Onunla tam olarak ne zaman tanıştığımızı anımsamıyorum aslını sorarsanız. Belki kalbimden beri. Ama bu konuya yine de bir açıklık getirmem lazım: Pandemi öncesi Çanakkale–Kepez’de özel bir firma tarafından bir hafta süren kitap fuarı düzenlenmiş, fuar etkinlikleri için yazar davet etme işi benden istenmişti. Davet etmez miyim onu! Aklıma ilk gelen isim belki de odur.

Aradığımda, “Bir şartla! Ben etkinliğin son konuşmacısı olursam gelirim. Senin işin de bitmiş olur hem. Bunu bir fırsata çevirip birlikte Yunanistan’a gider tavla oynayıp döneriz. Ne dersin? Fazla da kalamayız. Çünkü işim gücüm var benim.”
İsteğinin ısrara dönüşeceğini, bunun bir şakanın ötesine geçebileceğini hiç düşünmediğim için kabul ettim.

Konuşması biter bitmez tutturdu “gidiyoruz.” Ne yaptımsa ikna edemedim. “Bu akşam bizim evde dünyaya karşı birlikte kadeh kaldırırız, yarın da işinin başına dönersin” önerime anında burun kıvırdı. Hatta tersledi bile: “Niye verdiğin sözde durmuyorsun?”
Ne yaptımsa olmadı. Nuh dedi peygamber demedi. Çok sayıda şair, yazar ağırlamak, konuşmama hazırlanmak, etkinlikleri takip etmek, ters giden şeyler olursa gerekli müdahaleleri yapmak derken, nerden baksanız bir haftanın fuar yorgunluğu…

Uzatmayayım, Zeynep de katıldı ve bizim arabayla yola çıktık. Elin ver Yunanistan! Ben araba kullandım, onlar da çene çaldılar yol boyu. İki gözüm yolda, bir kulağım onlarda. İlk kez karşılaşmışlardı sanıyorum. Zeynep sordu:
“Ne zamandan beri tanışıyorsunuz Hayrettin’le?”
“Bir televizyon kanalına birlikte konuk olmuştuk. Nerden baksan on beş, yirmi sene var.” (Ben şaşırmıştım.) “Stüdyoda bizden başka konuklar da vardı. Ama içimizde hararetli hararetli konuşan, hararetli hararetli tartışan Hayrettin’di… İsmini duymuştum ama yüzünü ilk kez görüyordum. Onu sakinleştirmek, yavaşlatmak programı yürüten kişiye değil de bana düşmüştü. Tuhaf değil mi?”
“Konu neydi?” diye soru yetiştirdi Zeynep arayı soğutmadan. (Hayretle dinliyorum.)
“İnsan hakları, demokrasi mücadelesi, sendikal süreç…”

Programı anımsadım. Evet, bana biri durmadan sıcak uyarılar yapıyor, beni yavaşlatmaya çalışıyordu. Ve benim söylediklerimi pekiştiren konuşmalar da yapıyordu söz sırası kendisine geldiğinde. Demek o kişi Osman’mış.
Vay Allah! Birkaç yaşıma birden girdim. Neden? Çünkü İstanbul Kitap Günleri’nde, İstanbul, Bursa ve İzmit’te birlikte yer aldığımız şiir etkinliklerinde, telefon görüşmelerimizde, yolculuklarımızda, şurada burada kaç kez karşılaşıp konuşmuşsak aramızda bu konu hiç geçmedi. TV programında bana o şekilde davranan kişinin de Osman olduğundan haberim yok. Sandığımdan daha önceye dayanıyormuş tanışmamız meğer.
Ta 1997’de Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Kurulu sırasında Afşar Timuçin, Güngör Gençay, Kemal Özer ve Ruşen Hakkı ile birlikteyken tanışıp kısa da olsa konuştuğumuzdan onun da haberi yok her nasılsa. Bir arkadaşımın iddiası o ki Osman’la bizi yirmili yaşlarımızda tanıştırmış. Ondan Osman’ın da benim de haberim yok.

Eve gel pasaportları al derken yola çıkmakta çok geç kalmıştık. Akşam yolculuğu! Hiç sevmem aslında. Güç bela vardığımız Yunanistan’da Türk nüfusun yoğun olduğu bir şehirde geçirdik geceyi. Sabah kahvaltı falan derken tavla oynayacak yer de bulduk kendimize. Tavladan sonra direksiyona Osman geçti ve dönüş yolundayız. Osman, “işim var” dediği için hiçbir yer görmeden, sağa sola göz gezdirmeden dönüş yolundayız, düşünsenize. “Öyle konuşmuştuk,” diyor. Komşudan ateş almaya gitmişiz sanki. Yola çıkışımızla yurda dönüş arasında yirmi dört saat ya geçti ya geçmedi. Ben bu olayı bir iki kısa cümleyle dile getirmiş, Facebook sayfamdaki arkadaşlarımla paylaşmıştım. Tavla maçının sonucunu açıklamak bana düşmez diye de not düşmüştüm bu arada.

Aradı Osman bir süre sonra. Anladım, paylaşımımı görmüş. Renginin karardığını sesi ele veriyordu.
Hani tavla maçının sonucundan söz etmeyecektik kimseye?
Bende bir gülme krizi ki durdur durdurabilirsen. Zor bela, “Ben kimseye bir şey açıklamadım,” diyebildim.
Daha nasıl açıklayacaktın ki! Bari beş üç yendiğini de iliştirseydin yazına.

Uzaktan karlı puslu gözükse de içi yanardağdır Osman’ın… İnsan sıcağıdır. Bu özellik kitaplarına da yansımıştır. Afşar Timuçin, Ruşen Hakkı ve Güngör Gençay üzerine hazırladığı kitaplara göz atsanız hemen anlayıverirsiniz bu özelliğini. Rahatlıkla bir kaleciye benzetebilirim Osman’ı… Asla arkadaşlarına arkasını dönmez. İnsanı insana taşımada da ustadır ayrıca. Onun vasıtasıyla birçok arkadaş, birçok dost edindiğimi belirtmeliyim yeri gelmişken.

Bir gün Afşar Timuçin’le birlikte Çanakkale kırsalındaki evimize gelmişlerdi. Mutluluklar anlardır bence. Ağabeyim, dostum, hocam, büyük şair, önemli felsefecimiz Afşar Timuçin’i son görüşümdür. Aha yine gözlerim doldu.

Osman ilişki adamdır aynı zamanda. Bir grup yazarla birlikte karayoluyla Romanya yolculuğumuz var. Anlatmasam olmaz. Osman’ın girişimleriyle düzenlenen bir yolculuktu. Ulu şairlerimizden, şiirimizin yaşayan Yunus’u diye ifade ettiğim Ahmet Özer de aramızda.

Aracımız Bulgaristan sınırları içinde, ormanlık bir alanda yemek ve ihtiyaç molası verdi. Yolda sıkışmayayım diye aracın hareketine yakın bir sırada gittim tuvalete. Çıktığımda araç ortalıkta yoktu. Tuhaf bir durum. Yarım yamalak Türkçesiyle bir adam yanıma yaklaşarak;
Aa, sen aracı mı kaçırdın yoksa? (Sesim ne ileri, ne geri…) Araç az önce kalktı. Bir ya da iki dakika oluyor otobana gireli. Dört yüz kilometreden önce dönüş de yok, vay Allah!” demez mi!

Çöktüm, çökeceğim. İşin içinden nasıl çıkarım şimdi? Düşünün, telefonum yurt dışı görüşmelere kapalı. Sınırlı bir param var. Dil bilmiyorum. Nerede olduğumu da, nereye başvuracağımı da bilmiyorum ayrıca. İyi ki bu adam… Tutunacağım tek dal. Adam bana;
Olan olmuş artık. Telaşa kapılırsan işin içinden hiç çıkamazsın. Ben buradan ayrılmadan elimden gelen yardımı yapacağım sana. Polisi çağırırız şimdi, merak etme. Seni konsolosluğa alırlar önce. En fazla üç beş gün tutarlar. Dua et şüpheli bir durum görmesinler. Büyük ihtimal sorgun tamamlanınca da sınır dışı edilirsin.

Gözlerim kararmış mıydı… Dizlerim, ayaklarım beni taşıyor muydu? Ya kalbim neredeydi?
Rüya görmeye mi başladım? Engin Geçtan’ın “İnsanın kendi içinde geliştirdiği korku, gerçek hayattan daha ürkütücüdür” sözünü duydunuz mu? Benim durumumu anlayabilir misiniz?

Bir araç gelip yanımda durdu. Doğru mu görüyorum? Gerçekle düş arası. Bizimkiler! Araçtan kahkahalar öyle bir taşıyor ki… Bilincim yerinde aslında. Çölde susamış birinin serap görmesi gibi bir şey diyorum bu.
İçimde sağlam bir yer kalmış demek ki. “Sakın dağıtma kendini,” diyor. “Bir uyku halidir, teslim etme kendini.”

O arada bütün olup biteni, içimde yaşadıklarımı atlıyorum. Yapacağını yapmıştı Osman. Yaşadığım mutluluk korkumu, geçirdiğim paniği bastırmada gecikmemişti. Erken toparlanarak araçtakilerin kahkahasına karıştırmayı başardım kahkahamı. Şaka olduğunu anlamıştım numarasına yattım. Yemezler tabi… Ama bir kez daha tuvalete gitme ihtiyacı duydum. Dönüp araçtaki yerimi aldığımda Osman yavaşça yanıma yaklaştı ve kulağıma:
“Sakın bu iyiliğimi unutmayasın. Tercüman bırakmasaydım ne hale düşerdin, bir düşün!”

Hayat biraz da anılar biriktirmektir. Belki bu satırları okurken yaptığı şakanın çok ağır olduğunu düşünecek, içinizden kızacaksınız ona. Yapmayın! Ben zerre kadar kızmadım. O, yüreğinin sağlamlığından emin olmadığı hiç kimseyle böyle bir şaka yapmaz. Yani bu konuda bana yalnızca övünmek düşer.

Bu arada şaka kaldıran biridir Osman. Sır saklayan, söz dinleyen, “tamam” diyen, dostuna ölümüne güvenen biri… Uyumsuz olduğu kadar da uyumludur.

Çeşitli konularda görüş alışverişinde bulunuruz zaman zaman Osman’la. Çoğunlukla telefonla olur bu. Konuşmalarımız kısa sürmez. Telefonu kapattığımızda içimi rahatlamış bulurum her seferinde. Yazıya girmeyen, uzatmamak için burada anlatmadığım pek çok şeyin payı olmalı bunda.

Cemal Süreya’nın “Hayat kısa, kuşlar uçuyor” şiirini bilirsiniz.
Keşke insanın arkadaşlarıyla, dostlarıyla geçirebileceği daha uzun zamanları olabilse… Özlemekle yetinilse geçirilen anlar, konuşmalar, birlikte alınan kararlar ve yeri geldiğinde yapılan şakalar, espriler… Elde değil işte!

Geçenlerde telefon konuşmamız sırasında bir şiirini okumasını istedim kendisinden. Kırar mı dostunu! Çok etkilendim. Dedim, “Bu şiir kitaplarında yok.”
Demez mi ki, “Kitaplardan bir şiir okusaydım bu sana özel bir şey olmazdı. İnsan kalbinin bir köşesinde dostu için daima bir şiir bulundurmalı…”

Şimdi o şiire bırakacağım sözü ve ben aradan çekileceğim ama son bir şey… Bu yazıya nasıl oturduğumu anlatmalıyım kısaca: Sabah çok erkenden uyanmıştım. Baktım Osman’ı düşünüyorum. Onunla tanışıp dost olmak bir şans; geç tanışmışız, bu da şanssızlık. Gençliğimiz beraber geçmemiş, okul arkadaşı falan değiliz, aynı şehirde de yaşamıyoruz. Bari birlikte büyüseydik. Aynı köyde, aynı mahallede… Bir dahaki buluşmamızı onun İstanbul’daki Mali Müşavirlik Ofisi’nde yapar, dünyaya karşı kadeh kaldırırdık. Yetmez! Bir de çocukluğumuza doğru top koştururduk.
Uzattı demeyin sakın. Osman’ı az sözle anlatmak mümkün olsaydı inanın susardım.

Ona bu sabah yüreğimin dağlarından renk renk saygı, sevgi, dostluk çiçekleri topladım. Sağlık ve sevinç dileği olarak yola çıkardım. Bu yazıya dönüşen işte o çiçekler.

DAĞLARIN KANATLARI

Duygu seli ormanıydı yamaçlarımız
İçimizde dağların kanatları
Zamanımız yoktu kederlenmeye

Ellerimiz buz beyazı biz uykusuz
Birlikte hiç fotoğrafımız olmadı
Yasa dışıydı ortak bir fotoğraf bile

Hızımızı kesmedik hiç tıpkı Çoruh gibi
Taşmak için dolmalıydı barajlar
Geciken nöbetçileri bekliyor gölgelerimiz de

Kaçak kesilen ağaçlardık yıllar boyu
Vakit yoktu dört işleme gece de çalışmalıydık
Tek mevsimlik bir ömürdük kimine göre

Sürüklendik korkutarak sürükleyenleri
Tarih bizi yazmasa da biz tarihi yazıyorduk
Sıra nöbetçilerde

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir