Deneme,  Edebiyat,  Gündem Arşivi Klasikleri,  Toplum

Müyesser

Üç çeyreği adımlamaya başladık ya, kaybettiğim bir şeyi ararken bir başka şeye rastlayıp aradığımı unutuyorum. Bu kez çok şeye rastladım. Yavaş yavaş buluşturacağım onları sizlerle.
Meslektaşlarım, arkadaşlarım, şair/yazar dostlarım, yeni tanıdıklarım, eskiler, hepsi yazmamı istiyor. Kimi okul, kimi meslek, kimi müfettişlik, kimi tiyatro, kimi gazetecilik anılarımı…
Ben de istiyorum da o güç nerede? Bakalım ömür dedikleri nelere yetecek? Burada hepsinden birer tutam var.

Son arama bir CD… Orijinali, Beta ya da VHS kaset olarak Yaşar Sökmensüer dostumda kalmış mıdır, bilemem. “Son Kahraman” oyunumun görüntülerini ararken Müyesser Hoca’nın, hadi düzelteyim, “Bana Müyesser de.” dediği için Müyesser’in bir mektubuna rastladım. Ve bir tane daha…

Yaz dedim Ali, yaz. Müyesser çok istemişti onu yazmanı. Ama böyle değil. Hoca’mız Sayın Sami Gürtürk ile evlenmeden önceki Sami Hoca’mın mektuplarını, Türkiye’nin tarihini… Evet, bana vermişti o mektupları. Birkaç gün okuduklarımdan sonra kendimde onu yazacak gücü bulamadım. Emeklilikte olabilir diye okuduğum ve bazı örneklerini aldığım mektuplarını iade ettim. Bunlar, sadece Sami Hoca’nın yazdığı mektuplardı. Felsefe öğretmeni olmak için çabalayan Sami Gürtürk; o günleri, o günlerin olaylarını çok güzel tahlillerle anlatıyordu, güzel betimlediği aşklarının yanı sıra.

O zamanın parasal değeri ile normal mektubun 6 kuruş olduğu, onların ise 18 kuruşa giden ve gelen mektupları… Elazığ’da elli yıldır aileyle birlikte yaşayan Azerbaycanlı Sara Lala müjdeleyerek “Hanım, yine bir ağır (şişman) mektup geldi.” diye verirmiş mektuplarını. Annesi, kızının bu samimi arkadaşını davet edecek olmuş:
“Sara Bacı, Müyesser’in odasına bir somya daha koy.”

Ancak Müyesser, arkadaşının erkek olduğunu söyleyince:
“Tabii o zaman deşifre olduk.” diyor…

Dediğim gibi, o günün Türkiye’sinin tahlilleri ile değerlendirmesi çok zor mektuplardı. Onların sevgisini Müyesser Hoca’ma “Hocalarımız da Severmiş / Öğretmenler de Severmiş” başlığı ile yazmayı düşündüğümü belirttim. “Ben asıl sizin yazdıklarınızı merak ediyorum. Adama neler çektirmişsiniz!” sözüme karşılık gevrek gevrek gülerek, “Karıştırma oraları!” diye geçiştirdi beni.

Bu samimiyetin öyküsü ile başlayalım…

Ankara Atatürk Liseli olmak bir ayrıcalıktı bizlerin gözünde. 1999 yılında Atatürk Liseliler Derneğimizin seçimlerine genç bir ekiple giren arkadaşlarımızı destekleyerek seçilmelerini sağladık 68-69’lular grubu olarak. Genel Kurulda “Biz Atatürk’üz” adlı oyunumun telif hakkını yeni yönetim kuruluna gelir sağlamaları amacıyla verdim. Yine yeni yönetimle birlikte eski öğretmenlerimize birer şükran plaketi verme fikrimiz doğdu. Onlar eğitimde bize çok şeyler verdi. Hatta sonraları derneğimize arsa, daire bağışlayan hocalarımız bile oldu.

Bu nedenle hocalarımızı aramaya ve ulaştıklarımıza plaketlerini vermeye başladık. Yarım asırlık arkadaşım, Fahrettin Telseren, okulda Kütüphanecilik Kolu başkanıydı. Bu kolu yöneten hocamız Sami Gürtürk’ü birlikte aradık. Bir gün Fahrettin, “Ali lan, Sami Hoca huzurevine düşmüş, sen sosyal hizmetlerden bulursun.” dedi. Ben de takıldığım “huzurevine düşmüş” sözüne itiraz ederek bunun bir yaşam tercihi olduğunu dilim döndüğünce anlattım. (Fahrettin şimdilerde bir bakım merkezinde yaşamını sürdürüyor.)

Adana, Mersin derken hocamızın Adana Huzurevi’nde olduğunu öğrendim. Plaket hazırlandı ve önce ben Adana’ya gittim. Maalesef Sami Gürtürk’ü 1996 yılının 22 Kasım’ında kaybettiğimizi öğrendim. Eşi Müyesser Gürtürk’ün hâlen orada yaşamına devam ettiği bilgisi üzerine kendisi ile tanıştım. Dernekle bu plaketi hocamızın eşi Müyesser Gürtürk’e vermeye karar verdik. Fahrettin de bir hafta sonu Adana’ya geldi. Müyesser Hoca’yı ziyaret ederek plaketi Ankara Atatürk Liseliler Derneği adına kendisine takdim ettik, sonra bir yemek yemek için birlikte güzel bir mekâna gittik. Güzel vakit geçirdik, kadehler tokuşturduk. Akşamında da arkadaşlar bir araya gelip Fahrettin’i Kazancılarda ağırladık. Geç vakit olacağı için Müyesser Hoca’ya haber vermedik ve ertesi gün fırçamızı yedik. Efendim, nasıl onsuz gidilirmiş? Benim korkum başkaydı oysa. Anlattım ve kurtuldum.

Müyesser Hoca’m derneğimize bir teşekkür mektubu yazdı. Ankara’ya dönüşümüzde, her ay yaptığımız ilk “Nerede Kalmıştık?” kokteylimizde söz alarak bu mektubu okudum. Ve o günü özetleyen bir mektupla görevimi yerine getirdiğimi Müyesser Hoca’mıza bildirdim…

Buraya bir mektup girsin bakalım:

Müyesser Gürtürk
3.11.2000
Cuma
Tel: (7591) 11980
PK 57 Silifke

Atatürk’ümün 1938, 10 Kasım’ında radyodan öldüğünü işittiğimde Adana Kız Lisesi son sınıfında, 18 yaşında bir öğrenciydim. 1 aydan beri sevgili Ata’mızın sağlık durumunu bildiren raporları heyecanla bekliyorduk. İyileşmesi için hepimiz ayrı ayrı ve bazen birlikte bildiğimiz bütün duaları okuyor, Yaradan’a yalvarıyorduk. Ben bu büyük insanın öleceğine inanmıyordum. “Atatürk, milletimi kurtaran kimse ölebilir mi?” deyip duruyordum. İşte ne olduysa bu acı radyo haberiyle oldu. Salonun tavanı başıma yıkıldı, burnumun direği sızladı. Ve hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bütün düşmanlar o anda sınırlarımızdan vatanıma girecek diye korkumdan tir tir titrediğimi bugün gibi hatırlıyorum.

5 yıldır Elaziz’den Adana Kız Lisesi’ne okumak için ailem çelimsiz bir kız çocuğu olan beni trene bindiriyor, endişesiz, Atatürk’ün kanatları altındaki Türkiye’de aydınlanmaya yolluyorlardı. 12 saat süren kara trenden burun deliklerim lokomotiften uçuşan kurumlarla dolu, bazen trenin penceresinden bakmaktan kendimi alamadığım için gözüme kaçan kömürlerle, kan çanağına dönmüş gözlerle inerdim Adana Garı’na. Ne yol yorgunluğu ne kurum tahribatı beni karamsarlığa çekip suratımı asıklaştıramazdı çünkü büyük Atatürk’ümün onurlu ve daima ileri gitmemizi isteyen sesi kulaklarımdan kalbime çoktan yerleşmişti. Beni iyi, vatana yararlı bir vatandaş olmaya doludizgin uçuruyordu.

O eşsiz kurtarıcımızın ölümünden sonra ne olduysa oldu. Adım adım geriye, bağnazlığa ivme almaya başladı canım yurdum. Aydın ve her an kendimi aşmaya çalışan bir öğretmen olarak, daima öğretmenlikten gurur ve mutluluk duyan ben Müyesser, gerileme realitesini de görmezden gelemedim. “Neme lâzım” hiç diyemedim. Pırıl pırıl yaşama başlayan, Atatürk’ün genç kızı ben, adım adım üzüntüye gömüle gömüle 81 yaşıma geldim. İşte tam bu sırada Atatürk Lisesi’ni bitiren Ali Erkan ile Fahrettin Telseren, iki yiğit karşıma çıktı. “Biz Her Birimiz Atatürk’üz” yapıtını elime tutuşturdular. Yaşamımda bunu ruhumun, moralimin Rönesans’ı, kurtuluşu sayıyorum. Ve sevinçle haykırıyorum: Vatanım için, siz genç yaşlı Atatürkçüler; birer güçlü, yürekli, yürekten koruyucumuz. Hepinizi Yaradan’ım korusun!

Bu mektupta benim “Biz Atatürk’üz” adlı oyunumdan bahsediyordu. “Atatürk Geliyor” tezahüratımızın sonraları siyasete de girdiğini, yobazlara karşı söylendiğini anlattık. Fahrettin Telseren de Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu üyesiydi.

Mürsel Zengin arkadaşımla birlikte Adana ilinin genel teftişi için görevlendirildik. Orada çalışmalarımız sırasında dostlarla da hep bir aradaydık. Müyesser Gürtürk de onlardan biriydi. Hemen hemen her gün görüşüyor, telefonlaşıyorduk. Adana sıcağında mesai sonrası “kalıbı dinlendirmek” amacıyla akşam serinliğini –ki hiiç serinlemezdi– yakalamak amacıyla uyumaya yatardık. Müyesser Hoca’m, her sabah aradığı gibi, akşamüzeri ve gece de arardı beni. Bu aramaları her görüşümde “Günaydın efendim!” diyerek açardım telefonunu. Hâlâ da arkadaşlarımın günaydınlarına bu şekilde cevap veririm. Bunu neden anlattım derseniz –mektuplarda göreceksiniz– Müyesser Hoca’mın da diline dolandı bu hitap şekli. Bana sormuştu, ben de bu selamlama biçimim için savunma yaptım; tünaydın vb. sözcükleri sevmediğimi, günün her saatinde günaydın demenin içimden geldiğini, günün her saatte devam ettiğini açıkladım, ikna oldu. Çok değişik tartışmalar, kitap eleştirileri, gazete-gazeteciler, tiyatro oyunları, filmler… Çooook şey tartışırdık. Kendisiyle her konuda sohbet etmenin bana büyük keyif verdiğini söylemeliyim…

Müyesser Hoca’mla ilk sohbetimde kendisinin de kimya öğretmeni olduğunu, öyle ki Yüksek Öğretmen Okulu’nun geçici olarak bizim lisenin bahçesindeki yatılı kısmı kullandıklarını ve kendisinin de o okulun müdür yardımcısı olduğunu öğrendim. Atatürk Lisesi erkek lisesiydi. Teneffüslerde Yüksek Öğretmen Okulu’nun kızlarının peşinde dolanırdık, bazılarımız kovalanırdı. Bazen staj gibi derslerimize girerlerdi. Müyesser Hoca’m çok öğrenciyi kovaladığını anlatmış, nedenini bildiğimiz için de gülüşmüştük…

Böyle başlayan dostluk, karşılıklı kitaplaşmalar, mektuplaşmalar, ziyaretler, güzel sofralarla sürdü. Bazen “Sami Hoca’yı senin kadar özlemiyorum.” derdi. Huzurevinin Kuruluş Müdürü Nurdan Avcı da tanıktır. Tanıklıktan öte, Nurdan Hanım bir gün bana “Müyesser Hanım size âşık.” demişti de gülüşmüştük çünkü huzurevi tecrübemiz vardı, buna benzer şeyler yaşardık huzurevlerinde…

Ankara’ya da geldi. Kale’deki Çengel Han’da –han daha Koç Müzesi olmadan önce– Dursun Usta’nın Ankara dönerini de yedik birlikte. Ben Ankara’dan ayrılmadan önce uğradığım zamanlarda Dursun ve Kazım ustalar hep sorarlardı, nasıl bir etki bıraktıysa üzerlerinde. Ancak eve davetimi hiç kabul etmedi, rahatsızlık vermek istemezdi. Çok da ısrar edemedim çünkü yüzden fazla merdiven çıkması gerekirdi. İşyerime geldiğinde biz müfettişler birkaç kişi birlikte oturduğumuz için üst katlarda eşim Meral’in odasına çıkmayı önerirdim rahat rahat oturup sohbet etmek için, kesinlikle kabul etmez, çıkmazdı. Oturduğum odadaki arkadaşlarımdan da –onların isimleri bende kalsın– hiç hoşlanmadı. Bunların hepsini beni onlarla paylaşamamanın da kaprisi olarak görüyoruz. Bu saptama Nurdan Hanım’dan, ben de aynen katılıyorum. Her geldiğinde Mülkiyeliler Birliği Oteli’nde kalırdı. Toktamış (Ateş) Hoca’yı arar, yerini ayarlar, öyle gelirdi Ankara’ya. Oğlu Ankara’da olmasına rağmen rahatsızlık vermemek amacıyla son gün uğrardı onlara. Şimdilerde yaş ilerleyince anlıyorum bu davranışı.

80 yaşın üzerinde olmasına karşın faal bir huzurevi yaşlısıydı, kaprisli olması dışında. Tiyatro oyununda rol alır, folklor ekibiyle oyunlar oynar, kitap gazete okur, yaşamdan zevk alırdı. “Huzurevine düşme (!)” nedenine gelirsek… Daha rahat bir yaşam için karar verip Silifke’den gelip görüşmüşler. Silifke’de yaşamlarını sürdürürken Gürtürklerden Sami Hoca’mız o amansız hastalığa yakalanmış ve tedaviye Çukurova Üniversitesi Hastanesi’nde başlanmış. Silifke’den geliş gidişlerinin zor olması nedeniyle bir çözüm arayan Müyesser Gürtürk, huzurevine gelerek müdür ile görüşmüş.

Müdür Nurdan Hanım’ın anlatımı ile beyaz pardösülü, minik, kültürlü bir öğretmendir bu gelen kişi. Böyle birini görünce heyecanlanıp sarıldığını, coşkuyla karşıladığını anlattı. Bu sıcak karşılama, anlaşma ile biter. Onların bir tek koşulları vardır: Kalacakları yerin, kütüphanelerinin de sığacağı büyüklükte geniş bir oda olmasını isterler. İstekleri yerine gelince huzurevi yaşamları başlar… Gürtürkler huzurevine yerleşir ve tedaviye buradan devam ederler. Müdüre çok yardımcı olacak öneri ve güzel fikirleri vardır. Başarılı bir kuruluş müdürü olan Nurdan Avcı ile iyi bir ilişki ve iş birliği içerisinde, karşılıklı önerileri hayata geçirir, iyi dost olurlar.

Kurumun Küçük Evler Projesi’ni konuşmalar, tartışmalar, projelendirme sonucu maddi destekleri ile hayata geçirdiklerini anlattılar. Gerçekten, adıyla ve uygulamasıyla Türkiye’de önemli tek kuruluştur bence. Portakal Çiçeği Sokağı’na girdiğimizde 2-3 basamakla çıkılan bir veranda, kenarlarında mis gibi yaseminler, çevrede portakal çiçekleri ile insanın içine ferahlık veren bir yapı… Buradan içeri girince sol tarafta bir mutfak tezgâhı, ocak vb. Aynı yerde salon sade döşenmiş ve bir yatak odası, banyo, tuvaletiyle muhteşem bir küçük ev. (Folklor ekibinin fotoğrafının arka planında görülmektedir bu sokak.) Çok ziyaretine gittim, idarenin haberi olsun olmasın (denetim yaparken oranın personeli gibi her yere girebiliyordum habersiz). Ben otururken kapı çalınır, yemeği gelmiştir; kapı çalınır, hemşire ilaçlarını getirmiştir, tansiyonunu ölçer, konuşur gider; kapı çalınır, komşu gelmiştir, kahveye davet eder, gider… Sonra bu sokaklar arttı: Limon Çiçeği, Nar Çiçeği… Kaç tane oldu bilmiyorum artık.

Müyesser Gürtürk
4.11.2000
Tel: (7591) 11980 Adana
PK 57 Silifke

Günaydın Efendim!
Gribin dördüncü gününün sabahı. Antibiyotik ve ağrı kesiciyle (Zitromax ve Minoset) iyiye, daha doğrusu baş ağrısız, beden kırgınlığı azalmasıyla iyileşmeye yüz tuttum (yöneldim). Ve ne kadar güzel, seninle konuşmak, seninle yaşamı paylaşmak istedim. Gribin yorgunlaştırdığı parmaklarım bu kâğıt ve kaleme uzandı ve yazmaya başladım.
Hava güneşli. Rüzgârsız, tertemiz, şurup gibi. Oksijen bol. Eksik olan tek şey: genç ciğer; enerjik, güçlü kaslar. Bu satırları yazınca içimden bir isyan çığlığı, bir savunma sesi yükseldi:
“– Haksızlık etme, Müyesser ama! Biz sana 80 yıl doludizgin çalıştık ve her zaman gücümüzün en üst düzeyinde hizmet verdik. Doğrusu seni hiç bu kadar kadirbilmez görmemiştik. Neyse ki 4 gündür gripsin. Bu sana yakışmayan tutum, ondan olsa gerek!”

Bir gün Şark Köşesi’nde, sanırım vali veya yardımcısı ile kahve içerken, davullar, zurnalar eşliğinde hasta nakil aracı geldi. Şaşkın bakarken anladık ki araç sıkıntısı varmış. Bizim huzurevi folklor ekibi, hasta nakil aracıyla gidip gelmişler gösteriye. Neyse… Vesileyle öğrendik ki Müyesser Hoca’m, müdür, o sıcakta valiliğe minibüsle gidiyor, sıkıntı oluyor. “Koca huzurevi, her an araba lazım,” diyerek kuruluş müdürünün kullanımı için bir binek otomobil alıveriyor. (Hani huzurevine düşmüş ya 😊)

Ha, daha sonra da onun bölümünde görevli personele, Yusuf’a bir Murat 124 almak istiyor. Aman diyorlar ki olmaz. İkna edemiyorlar, dinlemiyor. Sonunda bana haber geliyor, arıyorum. Hâl hatırdan sonra konuyu o getiriyor. “Eyvah eyvah, tamam,” diyorum. “Bütün personele alabilirsen al ama çok kötü olur bu,” diye ikna ediyorum ve vazgeçiriyorum. Sonraki gidişlerimde Yusuf bana kötü kötü bakıyordu. Ne yapalım? Böyle bu işler…

Yayladaki evini de satacağı sırada, sanırım aile bireylerinin karşı çıkması üzerine, Nurdan Hanım’dan talep edilen yardım nedeniyle bana ulaşıldı. Bir telefon konuşmamızda laf döndü dolaştı oraya geldi. Sonuç: “Ali, gelmeye söz verirsen satmam,” demesi üzerine bir söz verdim ama yerine getiremedim…

6.11.2000
P.E.

Günaydın Efendim!

Saat 10. Ankara’dan hareket edeli 2 saat olmuş. Doludizgin Malatya’ya gidiyorsun. Nasılsın bilemiyorum. Umarım sağlıklı ve neşelisindir. Ben, 4 günlük gribin hırpalamasından halsizim. Allah’tan hava açık, rüzgârsız; sonbaharın renk cümbüşü harika.

6 yılı geçkin sürede çok beğenip, beğendiğim için sevdiğim küçük hanım, benim ona karşı duygularımdan yaşama geçen, onu rahatlatıcı, mutlu edici davranışlarımın yanında, onunkiler çok, çok cılız kalıyor. Tabii buna üzülmüyorum desem yalan olur. Yaradan’ın bana emanet ettiği Müyesser’i kendimi bildim bileli ne üzdüm ne de üzdürdüm. Ayrıca, şans eseri olarak üzecek kimse de çıkmadı. Amma, işler ömrümün en değerli bu son döneminde, bu küçük bayan beni üzecek çok şey yapıyor. Galiba beni realiteyi görmeyecek yapıda görüyor ve herkesi idare ettiği gibi beni de geçiştiriyor.

Durumun dökümünü yapacağım. Doğal olarak bir karara varacağım ve sevgi balonunun ipini bırakacağım. Çünkü geçen bütün yıllarımda dostum, düşmanım, sevenim, sevmeyenimden hiç mi hiçbiri beni düş kırıklığına uğratmadı. Şimdi böylece, bana duygu onurumu neye mal olursa olsun kurtarmam lâzım (gerek). Beni çok iyi anladığını, daha doğrusu anlatabildiğimi sanarak huzura geçiyorum. Sana da görevinde, yanlışla doğruyu en insancıl tarzda ayırt etmeni yürekten diliyorum.

Bu küçük hanım da Kuruluş Müdürü, kendisi de bence zor bir hanım. Gerçi, karşılıklı bir kahve içip yüz yüze görüşünce bütün şikâyetleri kalkıyordu ortadan. Müyesser Hoca’mı kaybettikten sonra bir gün, kızı Misket Gizem’e başsağlığı diledikten sonra:

“…Sen bana Müyesser’den kalan bir emanetsin, ben buradayım, bir isteğin…” diye devam ederken Gizem,
“…Ali, Sami Hoca’nın emaneti olsam…” dedi.

Evet, çok zor, akıllı, aklı başında bir kadınla baş etmek… Aramızdaki sevgi köprüsü bize ayrıcalıktı. Yitirdiğimiz güne kadar böyle gitti.

Bir zaman hastanede yatıyordu. Çok ağırdı, hiçbir şey yemiyor, içmiyordu. Haberi gelince küçük oğlumla Adana’ya gittik. İlk iş hastane ziyaretiydi. Nurdan Hanım bizi götürdü. İçeri girdik. Hemen girişte oğlu Barış ve kızı Gizem (ya da anasına göre Misket) oturuyorlardı, uzaklardan gelmişlerdi… Yanına yanaştık, arkası dönük yatıyordu. Nurdan Hanım:

“Bak sana kimi getirdim.” der demez,

“Ali Bey mi?” diye dönüşünü unutamıyorum. Sevinçle döndü, beni gördü. Daha önce hiç görmediği hâlde küçük oğluma,
“Sen de Sarp olmalısın.” dedi.

Biraz sonra, bir gizli işaret üzerine muhallebisini aldım ve yedirmeye başladım. Gayet güzel yedi. Çıkarken de bu kim der gibi bakan çocuklarına takıldım:

“Ben kim miyim? Annenizin son sevgilisi.” dedim ve çıktık.

Bu hastane günleri onu son görüşümmüş, sonrasında kaybettik.

İlk Adana görevi, genel teftiş olup uzun sürmüştü. Adana sıcağında ağustos arası da verdik ve döndük. Sonra da soruşturmalar oldukça, “Sen oraları biliyor, tanıyorsun.” diyerek sık sık Adana’ya gönderildim. Bazı ciddi soruşturmalar olduğunda ilk olarak Vali’yi ziyaret ederek geldiğimi, soruşturmaya başlayacağımı bildiririm. O arada ya mesajla ya da telefonla bir bilgi gelir. İlkin kendisine uğramadığım için Müyesser Hoca’mın ya kapısını kilitleyip kimseye açmadığı ya da toparlanıp Silifke’deki evine gitmeye hazırlandığı haberini verirlerdi. Hemen oraya gider, gönlünü alır ve açıklardım; o zaman rahatlardı.

Zor kadın zor… Severim zoru…

8.11.2000
Çarşamba

Günaydın Efendim!
Bu hitap o kadar içten ve kibar ki! Kaptım, kullanmaya başladım. Beş gün süren grip yığıla yığıla ciğer ve hançereme sığındı. Gülsem öksürüyorum. İş yapsam öksürüyorum. Üzülsem öksürüyorum. Saniyelerce sürüyor, boğulur gibi oluyorum. Nedense beni yıkmıyor, gelip geçiyor. Şu kanıya vardım: Yaşamda beni yalnız moral zikzakları sarsıyor. Hatta resmen fizyolojik ağrılara, hastalıklara neden oluyor. Hep kendimden söz ettim. Geçelim bunu. Oralar nasıl? Batı (sınırında) cephesinde yeni bir şey var mı? Burada hava çok güzel. Rüzgâr yok. Güneş, sonbaharın renk renk yapraklı ağaç ve çiçekleri ile tatlı bir veda içinde!

Odamdayım (küçük evlerin). Radyomdan canım, güzel türkülerimiz okşayıcı, huzur verici bir ritim (tempo) ile akıp içimi tarif edemeyeceğim mutluluk ve huzurla sarıp sarmalıyor. Cennet dedikleri bu olsa gerek! İnsan bazen kendine sunulan, hak ettiğinden fazla şeyden rahatsız olup utanç duyuyor. İşte benim de bu anda yaşadığım, içine düştüğüm ruh hali bu.

9.11.2000
Saat 17.00

Günaydın Efendim!
Biraz önce Yusuf, Alev Dergisi ile mektubunu getirdi. Ne kadar güzel! Zarf açılmadan içime sevinç doldu. Açınca, tertemiz, itinayla basılmış, Atatürk Lisesi’ni bitirenlere özgü bir dergiyle karşılaştım. Gurur duydum. İçindeki mektup az, öz, duyguların en güzeliyle yüklü, yetenekli bir elden çıkmış, özü sözü bir karakteri yansıtan bir destan. Ayrıca, içimden defalarca geçen düşünce ve duygu sarmalımı en doğru şekilde dile getirmiş. Katılıyorum. Ben, sen, onun gibi insan yüreği taşıyanlar, hiç mi hiç kimseye en ufak bir zarar, en ufak bir acı veremezler. Güzel ve iyi bulduğu her şeye gönül verip, baş koymaya yatkındırlar. Çoğu zaman şartlar, bu coşkulu duygu gelgitlerine, elde olmayan nedenlerle yaşam tanımaz. İşte o zaman hasret, arayış ve tertemiz isteklerini yaşama geçirmekteki zorluğu, acısını sineye çekmek yine bana göre güzel olan bu insanlara düşer. Vurdumduymazlar bu yönden rahattırlar. Amma ne fayda, yaşamıyorlar ki, yaşayamıyorlar ki onlar. Çünkü yaşam tutku ve coşku ile sürdürülmeli. Yoksa o yaşam sadece tüketilmiş, heba edilmiştir.

Kokteylinizdeki sevinç, coşku, insancıl duyguların kaynağı bizatihi siz kadirbilir Atatürk Liseliler’siniz. Tabii ki bu eşsiz güzelliği yaratan ana gücün ve adımın, yiğit Ali Erkan’la Fahrettin Telseren’den kaynaklandığını bılıyorum. Canım Bülent İlik’in de o gece aranızda olması sevincime sevinç kattı. Her nedense onu, hiç ummadığım ve beklemediğim Hasan Gemici’nin siyasi hışmına, haksızlığına uğramış sayıyorum ve çok üzülüyorum. Hıncım, kudretim ancak Hasan Gemici Sokak Çocukları Evi’ni açmaya geldiğinde yanına gitmemek ve “Hoş geldin.” dememekle kendimi avutmaya çalışacağım. Sevgili Bülent’e duygularımı ilet. Üzülmemesini söyle. Gözlerinden öpüyor, sağlık ve mutluluk diliyorum. Gözlerindeki ona has ışıltıyı ve tertemiz yüzünüdeki tebessümü Yaradan’ım eksiltmesin!

Kara delik deyimini ben de doğru bulmadım. Doğru değildi çünkü altı yılı geçkin zamanda, sevgim, beğenim, şefkatim bir nebze eksilmeden saniye saniye ivme kazandı. Bu şüphe siz onun yüreğinin sevgi üreten bir güzel kaynak olduğunun kanıtı.

Bu günlük bu kadar olsun. Arkası zaten akıp gelecek.

Gözlerinden hasret ve sevgiyle öpüyor, sağlık ve mutluluklar diliyorum.
Yiğit, iyi kalpli insan, insan oğlum!

Müyesser Gürtürk
(İmza)

“Günaydın Efendim” diye başlayan mektuplarını neden öyle yazdığını da açıklıyor böylece. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlerinden Bülent İlik ile ilgili bir sorun yaşanmıştı bakanlıkta; tepkiler ya da destekler arasında bir karışıklık oldu ve bir huzurevi yaşlısı bunu bilebiliyor, anlıyor, değerlendirip tepkisini gösterebiliyor. Benim mektubumda ve yazımda yer alması, Bülent İlik’in de bir Ankara Atatürk Liseli olmasından kaynaklanmaktadır. İyi ki de yer almış; huzurevi yaşlısının yönetime sahip çıktığını görüyoruz.

Müyesser Gürtürk
13.11.2000
Tel: (7591) 11980 P.E
P.K.: 57 Silifke
Saat: 11.00

Günaydın efendim!

Grip, 14 günden beri beni alabildiğine hırpaladı. Savunma sistemim, antibiyotik ve vitamin desteğine rağmen zayıf kalıyor. En çok da başımın ağrısı beni incitiyor. Başımın ağrısını oluşturan yalnızca grip değil. Kanıma göre, içinde bulunduğum arapsaçı durumundaki sevgi yumağını bir türlü kördüğümden kurtarıp düze çıkaramamam, beynimi ateşler içinde sızlatıyor. Bu çetrefilli durumda yalnız olup canım kadar sevdiğim kimseler olmasa, üstesinden gelmem işten değil.
15.11.2000
Çarşamba
Saat: 09.30

16.11.2000
Perşembe, H. Evi

Saat: 09.00

Günaydın efendim!

Düşünce ve duyguları kâğıt üstünde görünür hâle getiren usta ve Yaradan’dan iltimaslı insan… Seni tanımakla onurlandım, Türkiye’min yarını için umutlandım.

19.11.2000 – Pazar
Saat: 09.15

Dün öğlen, grip diye teşhis koyup 18 gün tedavi ettikleri hastalık nüksetti. Müthiş bir üşüme başladı, bedenimin en ufak mafsalına kadar hepsi sızlamaya koyuldu. Ölmek, doğaya dönmek, ebedi uykuya geçmeyi istemekten başka çare kalmadı. Lâkin onu da istediğim zamanda ele geçirmek mümkün olmuyor.

Aklıma gelen tek şey; sevdiğim, değer verdiğim kimselerin seslerini duymak, vedalaşmak oldu. Açtım telefonumu… Üzülmeni de istemiyor, hiç mi hiç istemiyordum. Tabii başaramadım. Hasta, üzüntülü sesim her şeyi faş etti.

Senden hemen sonra Barış’a açtım telefonu. O da üzüldü. “Hemen gelip alıp Ankara’ya götüreyim” dedi. Kıyar mıyım hiç? “Yok” dedim. “Ne olur ne olmaz, son kerre bir sesini duyayım istemiştim” dedim, o da oldu. Derken, Frankfurt’tan kızım Misket Gizem telefon açtı. Neyse ki onun da sesini duydum. Duydum ama telefon tam konuşmadan kesildi.

O kadar halsizdim ki, bütün gece merak etmeme rağmen telefonu tuşlayamadım. Barış, evine hasta olduğumu bildirmiş. Gelinim, torunlarım aradılar. “Gelip alalım” dediler. “Yok” dedim. Ne olacak sanki! Ben daha uzun, güçsüz, anlamsız yaşamak istemiyorum ki! Diyorum ya, ebediyete göçmek, Sami ile buluşmak, yine eskisi gibi acıyı, tatlıyı paylaşmak istiyorum.

En yakınımda olan, her yönden yüreğime, beynime yerleşmiş Nurdan’ı da rahatsız etmek istemem, bu olası değil. Bu nedenle onu da aramadım.

Her zaman olduğu gibi, Yaradan’ımın yardım sürprizleri ola geldi. Çukurova Tiyatro Bölümü son sınıf öğrencisi İlter, bir buket karanfille çıkageldi. İnsan ölürken bile aranılmaktan, sevdiklerinin yanında olmasından memnun oluyor, güç buluyor.

Bu arada, nöbetçi hemşire Yeşim koştu geldi. Ondan hasta olduğumu işiten Ali Usta, beyaz gömleğiyle telaşla kapıdan girdi. “Ne oldu hocam, ne yapalım? Acile götürelim mi?” diye sordu.

Hastalığın dağıttığı kafamla Ali Usta’yı beyaz gömleğinden doktor sanmıştım. Güldüm.

“Ali Usta, sağ ol. Hiçbir şey gerekmez. Ben seni zaten doktor zannettim. Hakikaten de ilaç gibi iyi geldin ağrılarıma. Bana mutfakta ıhlamur kaynat, yeter.”

On dakika sonra, kocaman bir çaydanlık kaynar suyla geldi. Ihlamuru, Yeşim Hemşire demledi.

Bütün bunlar, diyorum ya, benim moralimi düzelten, Yaradan’ımın iltimasından doğan, bana göre büyük haksızlıklar. Ve inan, beni üzüyor.

19.11.2000
Pazar
Saat: 16

Peçeteden yaptığın gül, ayaklı abajurumun saçakları arasında duruyor. Baktıkça, kâğıt peçeteden yaptığın andaki pür çocuksu sevincini hatırlatıyor bana. Bence yaşamın güzelliği, bu çocuksu sevinç ve sevgilerde saklı. Yoksa yaşam, kuru, tatsız bir posadan ibaret olmaz mı?

Bu akşam saat 20 için Yıldız Kenter’in oynayacağı “Hep Aşk Vardı” temsili için bilet almıştım. Gitmeyi çok istiyorum. Ağrıları dindirmek için bir Vermidon alıp ne olursa olsun gitmeyi düşünüyorum. Yaş 80’i geçince hastalıklar da korkutmaz oluyor. Olsa olsa ölüm değil mi? Varsın olsun, zaten olacak, değil mi? Ben, uykuya gidilen, gittiğim anı yakalamayı çok istedim. Ve yakalamak için çok çabaladım fakat asla başaramadım. Ölüm de öyle bir an olsa gerek. Tek farkı, ölümün uykudan farkı, uykuda uyanmak var, ölümde uyanmak yok. Uyanmak olmasın, ne çıkar? Evveliyatımda doya doya yaşanmış bir süreç var ya… Tok gözlü birisi için bu yeter de artar. Bu görüşüme katılıp katılmayacağını bilemiyorum ama seninle paylaşmaktan rahatlık duyuyorum.

Biraz önce Nurdan’la telefonla konuştum. Sosyalci Osman Bey’in hanımı Filiz, onda misafirmiş. Sen, Nurdan ve bana bir aradayız diye gıpta ediyordun. Hani ya! 24 saat oldu, bir araya gelip konuşamadık. Evi, çocukları, annesi, kardeşi, yaşlıları derken komşuları… Müyessere ayıracak zaman kalmadı. Yakın olup buluşamamak insana daha çok koyuyor, daha çok batıyor. Araya kilometreler girince dost yokluğunun suçunu mesafeye yükleyerek teselli olabiliyorsun. İşte hâl pür melal böyle, sevgili Erkan!

Yine aynı duyguları Kuruluş Müdürüne de yöneltiyor. “Küçük Hanım” diyerek hemen hemen her bölümde yer veriyor. Burada aslında gerçek olanı açıklıyor. Benimle olan sevgi bağını, aramızda kilometreler var diyerek kabul edebiliyor ama Müdür Nurdan Avcı’nın evi, çocukları, annesi, kardeşi, komşuları ve yaşlılarının olduğu gerçeğini görebiliyor ve söylüyor. Elbette Kuruluş Müdürünün İl Müdürlüğü, Valilik ve dışarı işlerini de yürütmesi gerekiyor. Bunu da “Sokak çocuğu daha eve dönmedi. Bir anne heyecanı ve özleyişi içinde onu bekliyorum.” diyerek açıklıyor. Zor zor kadın, diyorum ya…

Müyesser Hoca, konuşmalarımızdan benim Malatya’ya göreve gittiğimi, öğretmenevinde kalacağımı da öğrenmiş (ya da ben mektubumda yazmış veya telefonda söylemiş olabilirim). Ben Malatya Öğretmenevi’ne girdim, kayıt için resepsiyona yanaştım, adımı söyleyince görevli hemen “Mektubunuz var efendim!” dedi. Kesin işle ilgili yeni bir “iş emri” dedim ama Müyesser Hoca’nın mektubunu görünce çok hoşuma gitti…

Müyesser Hoca’mı kaybettikten sonra da birçok kez Adana’ya soruşturmaya gitmiştim. Etkisinin her dönemde devam ettiğini görmek güzeldi. Anmadığımız gün yoktu. İl Müdürlüğünün bize tahsis ettiği araçla görev yerimize gidip gelirken, araçtaki küçük bir plaketten bu aracın Müyesser Hoca’mın Huzurevi’ne alıp bağışladığı araç olduğunu anladım, gördüm. İl Müdürü, sorum üzerine açıkladı:

“Efendim, koskoca İl Müdürü daha basit bir araca binerken Huzurevi Müdürü böyle bir araca… Olur mu efendim?”

Hemen el konmuş. Bağışçı Müyesser Gürtürk’ün emekleri boşa gitmiş ve kemikleri sızlamıştır mutlaka.

Görev tamamlanınca Sayın Adana Valisi’ne soruşturma ile ilgili bilgi vermek için gittim. Sonunda da Vali Bey’e öğretmenim Sami ve Müyesser Gürtürk’ten bahsettim. İl Müdürlüğünce yapılan uygulamayı aktararak öğretmenim adına çok üzüldüğümü söyledim ve Adana’dan ayrıldım.

Ankara’ya gelip telefonumu açtığımda ilk gelen mesaj bir teşekkürdü. Sayın Valim (İlhan Atış) gereğini yapmış, bir saat içinde araç kuruluşa tahsis ve teslim edilmiş. Çok duygulandım. Sayın Valime telefonla teşekkürlerimi bildirdim. Son valilerdendi kendisi, sonra görevden alındı. Ondan sonra gelen Vali’ye statta tezahürat yapılmıştı. “Gavat” diye nitelenen halkımız tarafından, öyle hatırlanıyor. Vali İlhan Atış da adı verilen “İlhan Atış Anadolu Lisesi” ile…

Sevgili Müyesser! Senin mektuplarını keyifle okudum, anlattım insanlara. Seni anlatmak çok güzeldi. Sami Hoca’m da sen de ölümsüzler arasındasınız. Sana son bir mektup yazmak geldi içimden ve yazdım. İşte o son mektubum:

Merhaba efendim!
Merhaba Müyesser,
Müyesser Hoca’m, merhaba!

Bu kez “Günaydın Efendim!” diye başlamadım gökyüzüne yazdığım bu son mektubuma. Telefon zaten yok o tarafa. Sami Gürtürk Hoca’mın Savaşım Sürüyor kitabını da armağan etmiştiniz bana, kayıptı, bu yazı bittikten sonra buldum onu. Aaa, Sami Hoca’m da benim gibi “zor kadın” diyor sana! Dahası, Misket’in de senin gibi olduğunu yazıyor kitabında. Zor, inatçı, tuttuğunu koparan, hazırcevap, hiçbir lafın altında kalmayan, korkusuz, başarılı, söylediği dinlenen olarak niteliyor taa Müyesser Çolpan olduğun zamanlardan bu yana. O gittikten sonra da ben tanığım öyle olduğuna. Sami Hoca’mın nitelemelerine eklemeler de yaparak yazdım o özelliklerinizi. Ben dâhil, “Küçük Hanım” ve daha birçok insana dokundunuz, etkilediniz. Ziyaret edenlerden belliydi bu etki, çoğuna tanık oldum ve bazılarıyla da tanıştım.

Sorduğunuzu hissediyorum. Batı Cephesi’nde çok şey oldu, ben artık daha batıdayım. “Çanakkale içinde…” diye başlıyorum çook şeye… Kalbimdeki rahatsızlıklar nedeniyle o tarafa gelirken çok güzel şiirler yazan ve okuyan bir doktora (Doç. Dr. Ercan Akşit) rastladım. Yüreğime bakarken “Durdu duracak, durdu duracak.” diye bir tespitle beni yollamadı, yaşama devam ediyorum. Okuyor, yazıyorum.

Sami Hoca’m kitabında ilk arkadaşlığınızdan, arkadaşlarınızdan, öğretmenlerinizden, öğrencilerinizden bahsediyor. Arkadaşlarınızın sizin saatlerce ne konuştuğunuzun merakına açıklık getiriyor: “Biz yazından, sanattan söz ediyoruz diyemezdik.” diyor. Evet, biz de aynı durumdaydık, saatlerce süren sohbetlerde bu konuları konuşuyorduk ve çevredekilerin anlamamalarını, anlam veremediklerini bakışlarından anlıyorduk. Ve hatta çok kıskandıklarını… Müdürlerinin size ilgisini kıskananlar, Küçük Hanım’dan şikâyet ettiğinizi bilseler utanırlardı herhalde.

Sami Hoca ile arkadaşlığınızda onun deyimiyle:
“Biz okuyup bir şeyler öğrenmek ve bunları konuşmakla vakit geçirirdik. Yabancı dil öğrenmek, enstrüman çalmak gayretinde olurduk. Bunda itici güç hep Müyesser olurdu. Tanıdığımda klasiklerin çoğunu okuduğunu biliyordum. Zor bir arkadaşlık…” yaşanmıştı.

Yaşamınız hep zorluklarla geçmiştir çünkü ikiniz de çevrenizde olanlara duyarsız kalamıyordunuz. Mücadeleden hiç vazgeçmiyordunuz. Sami Hoca’m kitabında:
“Ankara’da, Ulus Meydanı’ndaki İstanbul Pasta Salonu’nda oturuyordum… Çoğu aydın orada buluşur, dertleşirdi. Çünkü her dönemde ve her ülkede aydınlar hep dertlidirler. Kimi sivil polislerse buraya çokça gelir, gerçek suçlu yerine düşün suçlusu avlamaya çalışırlardı.” diyerek bu düşüncemi doğrulamış efendim.

Dünyada her şey aynı. Ülkemizde de aynen devam ediyor. Ha, bu arada “aynen” dedim ya, oradan aklıma düştü: “aynen”, “hayret bir şey”, “geri iade” gibi bir dolu sözcük ve söyleyişle güzel Türkçemizi perişan ettiler, ediyorlar. Sami Hoca’m kitabında ailece görüştüğünüz Jülide Gülizar’a bir gönderme yapmış, hepinizin kemikleri sızlıyordur. Her şey bıraktığınız gibi devam ediyor anlayacağınız.

Gerçi, Sami Hoca’mın yazdığı Savaşım Sürüyor kitabını sindire sindire okuyunca orada görüyorum sizin neslin çektiklerini, yaşadıklarını. Oysa bizim gözümüzde “birer öğretmen”diniz. Okudukça anlıyorum ki öğretmenden çok daha öte bir kavramsınız sizler. O zamanlar sever, sayardık ama şimdi daha iyi anlıyorum sizi…

Bir Sami Gürtürk kolay olunmuyor. Müyesser Gürtürk de! İtici gücü olduğunuzu daha önce okuduğum Sami Hoca’mın mektuplarından ve bu kitabından anlayabiliyorum. Açıkça söylüyor. Bir sıkıyönetim komutanı generalin karşısına geçip hesap soran Müyesser, etkisiyle generalin özrünü kabul etmeyip evini basan albayı getirtip ona dersini verir. Sami Hoca’mı oradan oraya sürüp mahkeme kararlarını tanımayan, Hasan Âli Yücel’den sonraki Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri’ye hesap soran, kahve ikramını kabul etmeyen Müyesser Hoca’m… Saygın davranışlarınız bugünlerde kimsede görünmüyor ne yazık ki!

Yaşı büyük olduğu için ortaokula alınmayınca Mustafa Kemal’in resmini yaparak ekindeki mektupla istekte bulunan, cevap alan ve okumayı başaran Sami Gürtük. Hasan Âli Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığı sırasında okuyan, öğrenci olarak kendisi ile görüşen, eleştiren o. Hasan Âli Yücel’in öğrencisinin kendisinin Fransızca öğretmeni olduğunu, müzik öğretmeninin Saip Egü olduğunu belirten Sami Hoca’mıdır. Ailesine katkı için ortaokulda fotoğrafçılık yapan da o, oradan (Silifke) Adana Öğretmen Okuluna giden de o. Cavit Orhan Öz’le sınıf arkadaşıdır ve Türkiye genelinde yapılan giriş sınavında geometri sorusunu ikisi bilebilmişlerdir. Bu andığımız isim Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil’in ta kendisidir. Orada okurken İstanbul Haydarpaşa Lisesini kazanan ve oraya giden de o. Haydarpaşa Lisesi Müdürü Saffet Şar’dır. Şar, Yunanlı Komutan Trikopis tutsak edildiğinde Atatürk’e tercümanlık yapan kişidir. İsmet İnönü ile Lozan’a giden de Saffet Şar’dır. Tarih öğretmeni Reşat Kaynar, daha sonra profesör olur. Biz de onun kitaplarıyla okuduk tarihi. Zihni Turgay Anadol, toplumsal gidişi beğenmeyen arkadaşlarından birisi. Oğlu da onun gibi oldu, der Kemal Anadol için. Arkadaşı Halil Tekinalp de Konya Lisesinde Mustafa Ekmekçi’nin öğretmenidir. Gazete yazılarını okudukça bir yazı yazar öğrencisine: “Sana bir şey öğretemedim ama senden çok şey öğrendim,” diyebilir. Fizik dersine Hayri Dener girer, ben de fiziği onun kitabından okudum Atatürk Lisesinde. (Atatürk Lisesi deyince ekleyeyim hemen, Mustafa Ekmekçi’nin eşi Aldoğan Ekmekçi de Sami Hoca’mla aynı dönem lisemizde öğretmedi.) Ya Eflatun Cem Güney’e ne demeli? O da yazın dersine girermiş Sami Hoca’mın.

Bunları yazıyorum diye kızmıyorsunuzdur umarım. Çünkü bunların içinde siz de varsınız. Sizin de arkadaşlarınız, dostlarınız çoğu. Ve seversiniz biliyorum bu anlattıklarımı, bıyık altından gülüyorsunuz şimdi bana. Müstehzi demeliydim, doğrusu o herhâlde. Ama daha önce de gevrek gevrek güldüğünüzü yazmıştım. Hepsi aynı kapıya çıkıyor, değil mi Hoca’m?

Sevgili Hoca’m, sizinle kitaplar üzerine çok konuştuk, alışkınız yani. Bunu neden söylüyorum, anlamışsınızdır. Size yazdığım bu mektup Sami Gürtürk’ün “Savaşım Sürüyor” kitabını tanıtan bir yazıya dönüştü sanki. Kıskanmayın ha! Sami Hoca demek, biraz da Müyesser demektir; bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Ve ikinize, beraberliğinize hayranlığım artıyor.

“Dünya Andersen Masalları Birincisi” olduğunu yazdığı Eflatun Cem Güney, zor geçindiğinden Sami Hoca’mı öğretmenlikten vazgeçirmek için çok konuşmuş ama caydıramamış, sonunda “Öyle güzel düşünüyorsunuz ki,” diyerek tepkisinden ödünle kutlamış kendisini.

İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunu, “Batı anlayışını benimsemek için kurulan bu bilim yuvası”nı o kadar güzel anlatmış ki… Unutulmaz bir yaşamı anlatmış bence. Müyesser Çolpan’la burada tanışmış, mektubun başında anlattım, arkadaşlarını da…

Bu bilim yuvasının müdürlüğünü ve öğretmenliğini yapanlara bakar mısınız Hoca’m? Sizleri yetiştirenleri de anmış olayım sizin yanınızda. Ünlü tarihçi Prof. Dr. İsmail Hakkı İzmirli, değerli Türk tarihçisi Cevdet Paşa, jimnastiğin kurucusu Selim Sırrı Tarcan, yazar/ozan İbrahim Alâattin Gövsa, psikolojiyi aydın kesime sevdiren Mustafa Sekip Tunç, tanınmış matematikçi Salih Zeki (Halide Edip’in ilk eşi), ünlü maliyeci Cavit Bey, Tevfik Fikret, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver…

Sonuç olarak bu ocaktan yüzlerce değerli öğretmen, yönetici, bilim ve sanat insanı yetiştiğini söylüyor Sami Hoca’m. Elbette başta sizler olmak üzere birçok insanı tanıdım arkadaşlarınız arasından… Onları da analım: Ord. Prof. Dr. Şemsettin Günaltay (Başbakanlık da yaptı), Ahmet Kutsi Tecer, Prof. Dr. Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Fahir İz, Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil, Prof. Dr. İsmail Tunalı (Kardeşi ile Samsun’da birlikte çalıştık, Sağlık Sosyal Yardım Müdür Yardımcısıydı.)

Diğer taraftan, es geçmediği bazı arkadaşlarınızı da “ne yazık ki mi demeli” diyerek sıralamış zaman zaman “komünist öğretmen” olarak nitelenen Sami Hoca’m: “…Türkiye’de ırkçılığın, Turancılığın başını çeken Nihal Atsız, yaklaşık görüşü yeğleyen Adnan Ötüken, benzer görüşleri benimseyen Prof. Dr. Mehmet Kaplan, dinci görüşleri ile Abdulkadir Karahan, bu doğrultuda Ahmet Kabaklı…” Daha ne olsun? Hemen hepsiyle de zaman içinde bir yerlerde karşılaştınız ve yaşadınız.

O okuldaki arkadaşlarınız ise Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Cemil Yener, Tahir Alangu, Orhan Dengiz (Sonraları Millî Eğitim Bakanı oldu, ben lisedeydim) ve en önemlisi, unutulur mu? Müyesser Hoca’m. Siz hocamın yaşamının her noktasında önemli yerler tuttunuz. Okulda çok değerli öğretmenler de konferanslara gelenler de ufkunuzu nasıl açtıysa bugünlere geldiniz, sizin yaşamınız biter mi hiç? Mazhar Osman’dan tiyatro sanatçısı Hazım’a, Mümtaz Turhan’dan Sabri Esat Siyavuşgil’e, Hilmi Ziya Ülken’den Macit Gökberk’e… Onlardan nasıl feyz aldığınızı anlamamak mümkün mü?

Ya yetiştirdiğiniz öğrenciler? Onlardan bildiklerim: Cumhuriyet gazetesi Yazı İşleri Müdürü Sami Karaören, Arslan Başer Kafaoğlu, Gülseren Günce (Eronat), Uğur Mumcu, Cüneyt Canver ve eski, o zamanın Doğu Perinçek’i.

Daha yazacak çok olay ve çok isim var ama sıkmayım sizi orada. Elâzığ, Silifke (o zamanlar il iken sonra ilçe), Adana, İstanbul’da ayrı ayrı ya da birlikte yaşadığınız kentler… Öğretmenlik ve kütüphanecilik günlerinizde de Antalya, Kars, Yozgat, Malatya, Amasya, Afyon ve Ankara… Kâh birlikte, kâh sürgünle biriniz Antalya’da, diğeriniz Kars’ta… En sonunda, Sevgili Müyesser Öğretmen’im el koyar ve düzelir her şey; Ankara günleri başlar. Sami Hoca’mı o günlerde tanımışım. Meğerse sizinle de aynı bahçedeymişiz. Tabii, aynı bahçe içindeki misafir okulun müdür yardımcısı olarak… Sami Hoca’m da çok güzel Deneme Lisesi deneyiminin canını sıkması üzerine Ankara Atatürk Lisesi’ne gelince yollarımız ve kaderimiz sosyal hizmet uzmanı olmamla kesişti. Hoca’m olmadı, Sami Gürtürk ama okulun kütüphanecilik kolunun yöneticisiydi, Fahrettin Telseren de Kütüphanecilik Kolu başkanı, ben Gazetecilik Kolu, Tiyatro Kolu ve atletizm takımıyla uğraşıyordum.

Bunları size anlatmadım hiç. Kısmet bu güneymiş. Benim ilk senemde 139, sonra 169, Sami Hoca’m da Deli Veli (Veli Soysaldı) döneminde 200 öğretmenimiz olduğunu yazıyor kitabında. Evet, hepsi benim öğretmenim. Hepsinden mutlaka bir şeyler aldım. Sosyal hizmet uzmanı olmayı, o okulun 1. sınıfında kafama koymuştum. Çünkü edebiyat öğretmenim Mebrure Ergün, konularımızı işlerken bir arkadaşıma Sosyal Hizmetler Merkezi kurulduğunu, onlarla röportaj yapmasını istemişti. Onlar da bizim sınıfa kadar gelip mesleklerini anlatınca karar verdim. Ben, Milli Kütüphane Genel Müdürü Müjgân Cumbul ile zor da olsa yaptım ödevim olan röportajı. Eee, bir de gazetecilik kolu; iki sene basılı gazetenin yazıları, matbaa ve dağıtım işleri, sonra tiyatro, sınıflar arası tiyatro yarışması… Meslek ve ilgi alanlarım da böylece oluştu işte, sizin gibi öğretmenlerimle…

Sizi çok seviyorum.
Sadece ben değil, birçok insan sizi çok seviyor.
Saygılar Sevgili Öğretmenim.
Ve şahsınızda, ülkemin bütün öğretmenlerini, hepinizi saygıyla selamlıyorum…

Ali Erkan Güneri

 

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir