
İnsanın Gerçek Yurdu
“İki şey var ancak ölümle unutulur
Anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü”
Nazım Hikmet
İnsanın gerçek yurdu neresi sahi? Geçmişle gelecek arasındaki salıncağa kurulup bir güzel düşünmeli bunu. Ya da dünyanın kıyısında bir yerdeyken; başıboş, başıdüş şekilde; koyup elini kulağına, yerin çekirdeğinden gelen esintiler eşliğinde; uzun, upuzun… Bomboşken göğün sokakları… Dal değiştirirken güneş. Ay buluttan çıkınca. Çatılarda dolaşırken rüzgâr. Ya da! Ya da! Kaybolduğunda insan, kendini arar gibi. Hıçkıra hıçkıra susarak…
Toprağın hafızası iyidir. Üzerinde yaşadığını ya da öldüğünü ispat etme çabasındaki insanların kaydını bile eksiksiz tutar çünkü. Gerçek yurt hakkında en kesin bilgi ondadır. Kimi yaraların zamanla iyileşmediğinden biliriz bunu.
Sıla kokusundan daha yaralayıcı, daha yakalayıcı, daha sağaltıcı hiçbir şey yokmuş; bilgelerin, dervişlerin söylediğine bakılırsa… İnsan anne sıcaklığına, kekelediği ilk sözcüğe oradan dokunabilirmiş ancak. Ve büyüleyici, şaşırtıcı güzelliğini oradan seyredermiş varoluşunun.
Derler ki en çok toprağından koparılmış fideler bilirmiş her mevsim üşümesini. Şaşırtılmış fideler… “İnsanın gerçek yurduyla ne ilgisi var bunun?” derseniz hiç de şaşırmam. “Bilmem, aklıma geliverdi,” derim birden. Ve saçmalamaya devam eder, ilk uçuş denemesinden söz ederim bir yavru kuşun… Ve bir şiir tuttururum yurduma doğru:
Bir kanadımla sana uçacağım / Biriyle kopacağım kendimden, diyerek…
Sonra da avazım çıktığı kadar susarım.
Dünya ne zamandan beri güvenli değil? Ne zaman güvenli bir yer hâline gelecek peki? Cumartesi olmuş bir anne, yüreğiyle örtmek istediği bir mezar bile bulamıyorsa koskoca dünyada, gerçek yurdunu ararken kafası karışmaz mı insanın? Mülteci olmak yetmez tek başına; sıvası dökülmüş kentlerin dilini bilmek gerek insanın gerçek yurdunu sorgulaması için. Kurdun, kuşun, taşın, toprağın, suların dilini… Türkü türkü, şiir şiir dalarken kendi iç sularına…
İnsanın gerçek yurdu neresi sahi? Baştan sona adımlamadan bulabilir mi insan bu sorunun yanıtını; baştan sona adımlamadan hayatını? Gözlerini anı denizine daldırmadan rastlayabilir mi çocukluğunun gökyüzüne peki? Bir kesik izi, bir çentik… Affan Dede’ye para saysa gelir mi bu işin üstesinden? Dalını arayan bir yaprak olmaktan kurtulabilir mi insan? Belki de en umulmadık zamanda, en derin yerinden duyumsar gerçek yurdunu, belli mi olur! Bir anne yüzü gibi beliriverir aniden. Deli dalgalar vuruverir yürek çeperine, çıkıverir de bir yerlerden. Bir acı ya da bir sevinç eşliğinde. İnceden inceye bir sızıyla… Bir toprak kokusudur sarar tüm bedenini, bir yağmur sonrasına düşürüp. Başına her aşk gelmişse, her bela; daha bir yaman olur etkisi. İşte o vakit bir ırmak geçer göz ucundan düşücuna doğru insanın. Kaynağını arayan bir ırmak, denize yaklaştıkça…
İnsan hep merak eder gerçek yurdunu, nereye gitse, nerede kalsa… Çivileme dalışlar yapar gelmişe, geçmişe… Bu kesin. Yoksa bir fazlalık gibi durur dudağına düşen her sözcük. Ve de yabancılaşır kendine.
Her neresiyse insanın anayurdu / oradan
Çocukluğuna basar ayaklarını
Hayrettin Geçkin
Kaynak: AYVALIK EDEBİYAT GÜNLERİ’NİN ANA İZLEĞİ: “İNSANIN YURDU NERESİDİR?” KONUSUNDA KATILIMCI YAZARLARIN YANITLARI -9, İNSANIN GERÇEK YURDU – Hayrettin Geçkin

