
Hayalografi
Kitabın adını da hatırlıyorum: Hayalografi! Adı ilgimi çekmişti. Hatta kitaptaki “Ben Afife Jale” adlı ilk öyküyü ayaküstü okumuş, çok beğenmiştim. Değişik bir ele alışla yazıldığını hemen anlamıştım kitabın. Yanımda kalem olsaydı, öyküde geçen “Çamaşır ipine dizilmiş şiirlerin, şarkıların içinden geçiyorum,” cümlesinin altını ille ki çizerdim. Çanakkale’ye döner dönmez de bir çırpıda kitabın tamamını okurum demiştim üstelik. Aksiliğe bakın! Neredeyse bir ay olacak. Bir yerden ortaya çıkıp da “buradayım” demedi şu ana kadar. Yok işte. Evde her yeri didik didik ettim. Yok! Yok!
Kitabı bulamadığım için Zeynep, “Birine vermiş ya da armağan etmiş olabilirsin,” deyince gücüme gitti doğrusu. Adıma imzalanmış kitabı… Okumadan üstelik… Hassasiyetimi biliyor çünkü. Yaptığım bir şey değil. “Olan olmuş, yapacak bir şey yok,” demeye getiriyor belki ama yine de böyle söylemeseydi keşke… Kitap bulundurmanın suç sayıldığı günleri iyi bilirim. Ekmekle kitabın bir tuttulduğu günleri… Birine kitap armağan etmek zevklerim arasında ama bu durum başka. Münever İzgi’nin uzun süre önce başlattığı ve bir hayli de yaygınlaşan OKU-BIRAK kampanyasına karşı çıkacak da değilim. Bunu Zeynep’le epey bir konuştuk aslında. Bana öyle derken bu konuşmamızdan etkilenmiş olabilir. Okunan kitapların rafta beklemesi bana doğru gelmiyor. Okuduysan bırak, biri daha okusun. “Karanfil elden ele…” Dedim ya, bu durum başka.
Bu evde oturmaya başlayalı üç dört ay oluyor. Kütüphanemiz henüz eski evimizde. Evde çok fazla eşya yok. Bir şeyi aradığınızda bulunmayacak gibi değil. Öyleyse nereye gitmiş, nereye karışmış olabilir bu kitap? Avalık Edebiyat Günleri’ne (26 Mayıs – 1 Haziran) giderken topu topu bir valiz hazırlamıştık. Bir de küçük bir çanta almıştık yanımıza. Üstelik kendi aracımızla gidip gelmiştik. Dönüşte bunların yanına bir çanta dolusu kitap eklendi en fazla. Bilemedin fazladan on, on beş kitap daha… O da onların arasındaydı. Ama yok işte! Getirdiğimizden eminim. Oralarda kaybolmuş olamaz. Döndüğümüzde gözüme iliştiğini de hatırlıyorum hatta. Kaşla göz arasında yolculuğa mı çıktı bu kitap? Burada bir yerlerde olsa ille ki gözümüze çarpardı şimdiye kadar. Eve gelip gidenleri düşünmeye başladım birkaç gündür. Gelenlerle kitap alışverişimiz oldu ama kimseye “Al, önce sen oku, sonra ben okurum,” demiş olamam. Zeynep, böyle yapmış olacağıma diretiyor. Kırk kez söyledim, böyle bir şey olmaz diye. Kendimi tanıyorum çünkü, davranışımı biliyorum.
Kitabın yazarı Emine Türker Özgen, kitabı imzalayıp bana verirken, “Hocam, Nazım Hikmet üzerine yaptığınız kapsamlı sunumdan çok etkilendim. Herkes gibi ben de bir saate yakın nefesimi tutarak dinledim sizi. Farklı bir ele alıştı. Alışılmışın dışındaydı. Ansiklopedik bilgi şeklinde değildi anlattıklarınız. Kronolojik bilgilerle de sıkmadınız kimseyi. Sesinizdeki inişler çıkışlar hele… Sanki ilk kez duyduğumuz, hayır hayır, hiç duymadığımız bir şiir okudunuz Nazım’dan bize. Ne kadar uzundu. Ne kadar kısaydı. Kitabı sizin için imzalamam tam da bu yüzden. İçinde Nazım Hikmet’le ilgili bir öykü var. Onu mutlaka okumanızı isterim. İnanır mısınız, sizi dinlerken o öykümü seslendirdiğinizi bile hayal ettim,” demişti. Tam olarak böyle değildi belki de söyledikleri. Ama uydurduğum bir şey de yok. Zeynep de keşke orada olsaydı da tanık olsaydı olanlara. Çünkü kaçtır, “Emin misin kitabın sana imzalanıp verildiğinden?” bile diye sorduğu da oluyor. Geçirdiğim büyük operasyonun olayı böyle algılamama yol açabileceğini düşünüyor olmalı. O böyle söyleyince kendimden kuşkulanmadım da değil. Ama!
Esas sorun şu: Böyle bir iltifatın ardından yazarın adıma imzaladığı kitabı kaybetmek hiç hoş değil. Bağışlanır tarafı da yok. Kitabı edinip okusam da yazara büyük bir ikiyüzlülük yapmış olacağım duygusu bırakmayacak yakamı bir türlü, belli ki. Ama en azından kitabı bir şekilde edinmek rahatlatacak içimi yine de. Evet, evet, bir an önce edinmeliyim. Daha fazla beklemenin yararı yok çünkü. Öyle ya, yer yarıldı da içine mi girdi el kadar kitap! Öyle ya da böyle kitap kayıp. Bir şekilde yazarın kendisiyle ilişkiye geçsem asla bu sevimsiz durumdan söz etmem. Ayıp olur. “Adıma imzalayıp verdiğiniz kitabınızı kaybettim.” Olacak şey mi? Söyleyeceklerim kitabın içeriğiyle sınırlı kalır, hiç kuşkusuz.
Her gece olduğu gibi dün gece de uyku tutmadı. Kitabı nerede unuttuğum, nasıl kaybettiğim takılıp duruyor kafama. Sabaha yakın binanın otoparkına indim, inanır mısınız! Arabayı açıp bagajını yeniden gözden geçirdim. Hani bir yere giderken okurum diye yanıma almış olabilir miyim! Olur mu, olur! Yapmadığım şey değil ki. Koltuk aralarını tek tek yokladım. Bereket o saatte apartman komşularımız uykudaydı da hakkımda dedikodulara yol açacak bir şey gelmedi başıma. Ne yazık ki kitap kayıplara karışıp gitmiş, nereye gitmişse… Eve dönüp yarım bardak su içeyim derken, yolculuğa çıkarken yanıma aldığım kitapları bir kez daha ama son kez karıştırayım; belki aralarına karışmıştır, birkaç kez baktığım halde belki gözden kaçmıştır diye akıl yürüttüm. Öyle ya, kaybedeceğim ne vardı ki! Hazır uyku da tutmamışken. Üstelik Zeynep de duymayacak olup biteni nasıl olsa. Yine hafiye gibi kitabın peşine düştüğümü fark ederse “Alırız yenisini,” diyecek her defasında yaptığı gibi. Ama sorun kitabın yenisini almak değil.
Size yalan gelir. Küçükken bir akrabamız gurbet dönüşü bir metal para vermişti bana. İlkokula yeni başladığım sıralardı. Yoksulduk… Hem de çok. İlk kez param olmuştu köylük yerde. Cebimden çıkarıp çıkarıp arkadaşlarıma gösterirdim. Bakın, param var! Şeker falan almadım, harcamadım. Param olmasını onunla bir şey alıp yemeye yeğlemiştim. Oyun oynadığımız arsada düşürdüğümü fark ettiğimde yaşadığım üzüntüyü nasıl anlatabilirim ki! Ne çok aramıştım onu. Santim santim bakmıştım her yere. Tek tek gözden geçirmiştim otların aralarını. Yoktu. Yoktu işte! Yıllar geçmişti üzerinden. Vakit buldukça yine bakardım, bir yerlerden gözüme ilişir diye. Şimdi de aynı şey. Demek ki huyum değişmemiş. İnsan yedisinde neyse yetmişinde de oymuş. Evet evet, o zaman yedisindeydim, şimdi de yetmişindeyim. Aynı şey!
Dediğim gibi, son kez kitapların olduğu çantaya baktım. Aman Allah’ım! İşte! İşte! “Çok istedim ama sesimi duyuramadım,” dercesine duruyor onların arasında. Oysa kaç kez bakmıştım demenin sırası mı şimdi! Nasıl sevineceğime şaşırdım. Kitap bir elimden diğerine geçti. Bir gözümle baktım, yanılıyor muyum diye; sonra iki gözümle birden. Çığlık atsam… Bu saatte olmaz. Üstelik Zeynep uyuyor. Derin uykuda hem de. Korkmasın kadıncağız. Uyandırmaya kıyamadım zaten. Yazlık evimizde olsaydık, dışarı çıkar, ağaçlara, yuvalarından uçmaya hazırlanan kuşlara, boy atmak için güneşle kucaklaşmayı bekleyen çiçeklere doğru kocaman bir “hey” fırlatır, hatta kıyıya iner denize taş sektirirdim.
Aynaya baktım. “Git bir an önce uyu. Artık rahatla,” diyor. Dinliyorum! Bahtiyarlık böyle bir şey olmalı. Seferden dönmüş bir masal kahramanı gibi uzandım yatağıma. Derin bir uykuya dalmış olmalıyım. Kahvaltı için uyandırıldığımda, “Gece ortalıkta dolanıyordun, ne yazdın bakalım yine,” demesin mi Zeynep! Dedim, bir şey yazmadım ama yazacağım öykünün ilk cümleleri aklımda. Oysa böyle hallerde hep şiir yazdığımı bilir. Tamamlamışsam da kahvaltı sırasında ve çoğunlukla da yaptığımız edebiyat tartışmalarının öncesinde okuduğuma tanıktır. Söylemedim kitabı bulduğumu Zeynep’e. Ama bu kez konuyu kendi açıp; “Hayrettin, kızma ama bana öyle geliyor ki, o kadının etkinlikte kitabı hakkında verdiği bilgi, okuduğu öykü hoşuna gitti. Benim için de aynı şey geçerli. Ancak etkinlik çok geç saate kadar uzadığı için kitabın imzasına zaman kalmadı. Buna üzülmüştün, farkındayım. Bu açığı kapatmak için kitabın sana imzalanarak sunulduğunu düşünmüş olabilirsin. Çünkü ertesi gün ayrıldık oradan. Yani kitap zaten yoktu. Bir yanılsama içindesin.” Kitabı bulduğumdan şimdilik söz etmeyeceğime karar verdim tam o an. Çünkü ona, kitabın yaklaşık 200 sayfa olduğunu ve Günce Yayınları’ndan çıktığını daha önce de söylemiştim. Neredeyse deliye çıkaracaktı mı.
Ne kadar sürdü bilmiyorum. Kitaptaki tüm öyküleri okudum. Bırakamadım ki zaten elimden. Üstelik bu okumaları Zeynep’ten gizli yaptım. Kitabın dördüncü öyküsü olan “İki Liman Bir Yolcu: Nazım Hikmet” adlı öyküyü —ya da öykü denmeyi— uzun bir süre sona bırakmayı denedim. Ama olmadı. Başaramadım. Nihayet onu da okudum kitabın bitimine yakın. Yazarın diğer öykülerde geçen yazar ve sanat insanları hakkında öykülere yedirdiği bilgi akışını Nazım Hikmet’le ilgili öyküde de buldum. Yazarın bilgi birikimine şaşırdım açıkçası. Her öykü bittiğinde ağzım açık kaldı desem yeridir. Ayvalık Edebiyat Günleri kapsamında Nazım üzerine yaptığım konuşma sırasında beni dinleyenler arasında, yazar ve sanat insanları hakkında böylesine güçlü birikime sahip kimselerin olduğu aklıma gelseydi heyecana kapılır, elim ayağım birbirine karışır mıydı diye geçirdim içimden. Gülümsedim. Kitapta Edip Cansever, Cemal Süreya, Gülten Akın, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Leyla Erbil, Tezer Özlü, Tarık Akan, Âşık Veysel ve daha pek çok kişi öykülerde nasıl can bulmuş öyle. Yazarın “öykü” diyerek sunduğu metinlerin her biri, söz konusu kişiler hakkında derin bir bilgilenmeyi, esaslı bir birikimlenmeyi gerektirir. Ve anlatım tekniklerine bakarsanız, usta bir anlatıcı olmanız gerekir. O yazar, şair ve sanat insanlarının yapıtlarını tek tek ve ayrıntılarına kadar incelemeden, o kişilerin ruhlarına bürünmeden yazılamaz bu metinler diye düşündüm her birini okurken. Yazılamaz, evet! En azından herkesin harcı değil. Değişik kurgu teknikleri hakkında bilginiz yoksa, ortaya çıkan metin piyasada gördüğümüz pek çok metinden farksız olur çünkü. Kitaptaki hangi metni okursanız okuyun, bir tiyatro izliyorsunuz, bir belgeselin içinden geçiriliyorsunuz sanki. Bir tablonun karşısında bile hissedebilirsiniz kendinizi rahatlıkla. Duyarlıklarınıza masallar, öyküler dökülüveriyor ve her dilden şarkılar istiyor içinizi. Yüzünüzü düşlerle yıkamadan yapamayacağınızı da ben söyleyeyim.
Bilmeden de olsa kitabın üzerinde bu kadar durmaya değdi bence. Böyle bir vesile olmasa, elimde okunması gereken yaklaşık 200 kitap gibi sırasını bekleyecekti o da. Belki de sıra hiç gelmeyecekti ona.
Bir kez daha baştan sona okumadan kitabı Zeynep’e göstermeyeceğim. Söz olsun!
Hayrettin Geçkin
23 Haziran 2025


Bir yorum
Ali Erkan Güneri
“Çamaşır ipine dizilmiş şiirlerin, şarkıların içinden geçiyorum,” Sözcüklerinin geçtiği bir öykünün şiirselliği hemencecik değerli dostum Hayrettin Geçkin’in şiirleriyle şekillenmiş yaşamında anacığının gönderdiği “gözyaşı dolu mendiliyle” dizelerini anımsattı bana. Altını çizme işlemini yapmam ama o cümleyi de unutmam. İşe oradan başlayıp beni ve okuru heyecan içinde hızla yazıyı okumaya yönlendirdi tabii “Hayalografiyi” de. Gerçekten o kadar güzel bir tanıtım olmuş ki yazarımız Sayın Emine Türker Özgen ve Hayrettin Geçkin’e çok yakışmış. Amacına da ulaşmış, ama Sevgili Zeynep Geçkin’e biraz haksızlık edilmiş gibi geldi bana. Yüreğinize/yüreklerinize sağlık…