
Felsefe Mücadelenin Neresinde?
Son günlerde ve haftalarda olup bitenleri felsefeye başvurmadan anlamlandırabileceklerini sananların büyük bir yanılgı içinde olduğunu, çatışmanın konusu olan hak, hukuk ve özgürlük kavramları bakımından daha önce gösterdim. Felsefe, bu çatışmaların tam kalbindedir.
Felsefe çatışmaların tam kalbindeyse –ki öyledir–, çatışmanın konusu ilkeseldir ve iktisattan etiğe, hukuktan siyasete, bilimden eğitime toplumsal yaşamın tüm alanlarını ve kurumlarını ilgilendirmektedir.
Hak ve hukuk kavramlarını her biri kendisi açısından talep eden çatışmanın taraflarının, birbirine zıt iki kavramlar sisteminden hareket ettiklerini göstermiştim. Rousseau’nun “hak kavramı olarak nitelendirilemez” dediği, “güçlünün hakkı” kavramını iktidar tarafı talep etmektedir.
Muhalefet tarafı, özgürlüğü ve adaleti talep etmekle, klasik modern felsefede temellendirilen, hakkı özgürlük olarak kavrayan ve hukuku bir özgürlükler sistemi olarak anlayan anlayıştan hareket etmiş olmaktadır. Zaten iktidarın tahakkümcü dayatmacılığı ona başka bir seçenek bırakmamaktadır. Parlamenter muhalefetin kendisini bir anda sokakta bulmasının nedeni budur.
Tarafların dayandığı özgürlük kavramını da ele alıp göstermiştim. İktidar tarafı, hükmedenin tahakkümcü bakışıyla, kendisi ve dayandığı zümre için imtiyaz hakları talep ederken; muhalefetin, halkı aktif özne kılan evrensel özgürlük kavramından hareket etmekten başka bir seçeneği yoktur.
Evrensel özgürlük kavramı, kendisinde aynı zamanda hem eşitlik kavramını hem de dayanışma kavramını barındırır.
Burada, hak/hukuk ve özgürlük kavramları bakımından, Marx’a kadar uzanan Rousseaucu yaklaşımla Heidegger’e kadar uzanan Nietzscheci kavrayışın birbiriyle çatıştığını görmek çok zor olmasa gerek. Rousseau, fiziksel farkların toplumsal tabakalaşmaya dönüşmesini engellemeye çalışırken; Nietzsche, tam da fiziksel farkların toplumsal tabakalaşmaya dönüşmesinin önünü açan politika anlayışını öne çıkarmaktadır. Bunları daha önceki paylaşımlarımda gösterdim. Şimdi amacım, tarafların politika yapma yöntemi bakımından çatıştığını göstermek.
Politika yapma yöntemi bakımından iktidar tarafı, mevcut olanı ilkesel olarak muhafaza etmek için her şeyi değiştirmek istemektedir. Eş deyişle, her şeyi olduğu gibi korumak için tüm değerleri tersine değerlendirmek istemektedir. Altyapıda sermaye transferi yapmak koşuluyla, tüm üstyapı kurumları yeniden yapılandırılmak istenmektedir.
İktidardaki taraf, kendisini Tanrı’nın yeryüzündeki yansıması olarak tasarlıyor söz konusu yeni üstyapı çerçevesinde. Mantıksal sonuçları bakımından Nazizme kadar gidebilecek olan bu politika anlayışına temel oluşturan Nietzscheci “değerleri tersine değerlendirme” ilkesinin anlamı budur.
Buna karşın muhalefetin, iktidar partisinin güttüğü ayrılıkçılığa karşı bütünü kapsayan bir perspektiften emekçi-halkçı politika yapma arzusu –ki politikada bütüncül yaklaşım başka türlü mümkün değildir–, belki farkında olmadan Hegelci “kapsayıp aşma” perspektifi ile politika geliştirmektedir.
Yukarıdaki açıklamalarım, felsefenin yaşama yabancı, halktan kopuk, insanlara dokunmayan soyut bir şey olmadığını; tam tersine, felsefenin yaşamın tam kalbinde attığını, günlük politik mücadelelerin tam göbeğinde olduğunu bir kez daha gösteriyor. Bu ise felsefesiz politika yapmanın olanaksız olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Felsefe mücadelenin ta kalbindedir. Felsefesiz siyaset yapmak mümkün değildir.
İktidar Nietzscheci anti-felsefe geleneği içinde iş görürken, muhalefet için felsefeye dayanmak ve bu konuda tutarlı olmaktan başka bir çıkış yolu yoktur. Çünkü iktidar, Carl Schmittçi dost-düşman ayrımından hareket etmektedir. Bunu yaparken çok anlamlı kullandığı “millet” kavramını, inanç ortaklığına işaret eden dar anlamında alıyor. Muhalefet “millet” derken, kavramı en geniş anlamında kullanmaktadır. Felsefe anlayışlarının ve kavramların siyasete nasıl yön verdiğini görüyoruz. Politikada bir özgürlük bilimi olarak felsefeyi ihmal edenler kaybeder.
Prof. Dr. Doğan Göçmen

