
Felsefe, Bilimler ve Dinin İşlevi
“Dinin insan hayatındaki yeri nedir? Ona ne tür bir anlam atfedilebilir?” Bu sorular, düşünsel geleneğin en kadim uğraşlarından biri olarak gündemdeki yerini korumaktadır. Genellikle bu tartışmalar, bilimin insan yaşamına anlam sunma konusunda yetersiz olduğu iddiasıyla sürdürülür. Ancak bu bakışta, bilim kavramı çoğu zaman dar ve indirgemeci bir biçimde ele alınmaktadır.
Oysa bilim kavramını daha geniş ve kapsayıcı biçimde düşünmek gerekir. Sanat da, felsefe de bu bağlamda bilimsel bir çabanın parçası olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla “bilim”, yalnızca doğa bilimleriyle sınırlı değil, insanın dünyayla ve kendisiyle kurduğu çok katmanlı ilişkiyi anlamaya yönelen bütün düşünsel uğraşları içeren bir çerçevede ele alınmalıdır.
Bu tartışmaların özünde yatan temel soru ise şudur: İnsana dair bilginin kaynağı nedir? Ve burada dinin bir işlevi olabilir mi?
Kanımca, insana dair bilginin asıl kaynağı yine insanın kendisidir. Bütün bilimler —sanat, ahlak ve sosyal bilimler de dahil olmak üzere— insanın farklı yönlerini, değişik ilişki alanlarındaki deneyimlerini incelemeye çalışır. Felsefe ise, bu çeşitli alanlarda edinilen bilgileri daha genel bir düzlemde bütünleştirme ve sorgulama çabasıdır.
Bu noktada haklı olarak şu soru gündeme gelir: Peki, dinin hiç mi işlevi yoktur?
Elbette vardır. Din, insan hayatının bir boyutuna hitap eder; ancak onun bu dünyaya ilişkin olan yönleri, ahlak da dahil olmak üzere, artık bilimlerin yöntemsel çerçevesi içinde incelenebilir durumdadır. Bu alanlarda bilgi, deneyime ve rasyonel sorgulamaya dayanır; herkese açık, sınanabilir ve paylaşılabilir hale gelmiştir.
Peki dinin özgün alanı neresidir?
İnanç dünyasıdır. “Öte dünya” olarak adlandırılan gerçeklik alanı, bilgiyle değil inançla ilgilidir. Ve inanç, bu dünyadaki yaşamı sürdürebilmek için zorunlu bir koşul değildir. Sayısız insan, herhangi bir inanca sahip olmaksızın da akıl ve ahlak sahibi olarak yaşamını sürdürebilmektedir.
Dolayısıyla, inanç bu dünyadaki yaşamı anlamlandırmak için bilimsel anlamda zorunlu değildir.
Ancak burada önemli bir ilkeye dikkat çekmek gerekir: Bilimlerin, inanan insanın vicdan özgürlüğünü güvence altına almak gibi bir yükümlülüğü vardır.
Bu açıdan bakıldığında felsefe ve bilimler yalnızca bilgiyi üretmekle değil, aynı zamanda bireyin özgürlüğünü —özellikle inanç özgürlüğünü— gerçekleştirmekle de yükümlüdür. Gerçek anlamda özgürlük, bireyin inansa da inanmasa da düşünsel olarak kendisini kurabileceği bir zeminin varlığıyla mümkündür.
Prof. Dr. Doğan Göçmen


Bir yorum
ezbey
“insan”-lığın şimdilik yegane bulgusu/bilgisi, matematik eli ile evrenle iletişim kurmayı başarmış olmasıdır.
bu manada kavramsal olarak, “bilim” yerine “matematik” kullanmak daha gerçekçi ve/ya bir hakkın teslimi olabilir.
ieşyayı efektif kullanma fikri/dürtüsü/refleksi, bilim’i din rahminde döllemiştir. bu manada yaratan her ne kadar din olsa da eğiten/öğreten/şekle sokan/anlamlandıran matematiktir.
simya’yı kimya kılan matematiktir, ki kimya bilgisini sebil etmiş olmakla birlikte aynı zamanda, simya bilgisini de yücelten gene matematiktir.
sebil ise zebil olmuş/olur ve bilgi bu halden bir an evvel kurtulmak için per-perişan olsa da, bir üst basamağa gene ve gene matematik eliyle çıkar.
din’in yanıtlayamadığı soruların müellifidir matematik ve kıymetsizleşen(sebil’e düşen) eşya’nın şimdilik yegane kullanma kılavuzu dur.
bu halde; retorik yukarıda yazdığım gelişim/oluşum metodolojisi/prosesi ile var olduğundan kelli,
felsefe; falsefe’ye dönüşmüş ve etiği dogmatik sabitlerin ötesine taşıyamamıştır, ki başarırsa matematiğe yeni/genç/dinamik akl’ı selim postüla’lar kazandıracaktır.
naçizane görüşlerimdir, aştığım kendi haddimdir, aman siz’e değmesin.
selamlar, saygılar
not: insan tırnak içinde çünkü, henüz matematik “insan”ın nasıl’ını tanımlamış olsa da neden’ini tanımlayamadığından, bu kavramın din’in ipoteği altında olmaklığındandır.