
Dünyanın En Zeki İnsanından, Dünyanın En Güçlü Komutanına Mektuplar…
1930’lu yıllar, Avrupa’nın siyasi ve entelektüel sahnesinde büyük bir çalkantının yaşandığı, tarihin en karanlık dönemlerinden birine doğru savrulduğu yıllardı. Almanya’da Nasyonal Sosyalist Partisi’nin (Nazi) iktidara gelmesiyle birlikte, özellikle Yahudi kökenli bilim insanları, akademisyenler ve sanatçılar için hayat çekilmez bir hâl almıştı. Bu insanlar, mesleklerini icra edemedikleri gibi, hayatlarını da tehdit altında hissediyorlardı. İşte bu insani krizin ortasında, 17 Eylül 1933 tarihinde, dünya tarihine damga vuracak bir mektup yazıldı.
Bu mektup, görelilik kuramının sahibi, dünyanın en büyük dehalarından biri olan Albert Einstein tarafından, Türkiye Cumhuriyeti’ne hitaben kaleme alınmıştı. Mektup, doğrudan Mustafa Kemal Atatürk’e değil, o dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderilmişti. Ancak mektubun içeriği ve ortaya çıkardığı sonuçlar, onu doğrudan Atatürk’ün vizyonuyla ilişkilendiriyor.
Einstein, Yahudi Nüfusu Koruma Grupları Birliği (OSE) adına yazdığı bu mektupta, Almanya’dan kaçmak zorunda kalan kırk Yahudi bilim insanının Türkiye’de bilimsel ve tıbbî çalışmalarına devam edebilmeleri için Türk hükümetinden yardım talep ediyordu. Mektubunda, “Ekselansları” diyerek başladığı cümlelerle, bu insani yardımın sadece yüksek seviyeli bir eylem olmakla kalmayacağını, aynı zamanda Türkiye’nin de büyük kazançlar elde edeceğini vurguluyordu. Einstein’ın bu isteği, Türkiye’nin o yıllarda gerçekleştirdiği üniversite reformu ile mükemmel bir şekilde örtüşüyordu.
Dönemin Başbakanı İsmet İnönü ve Millî Eğitim Bakanı Reşit Galip, başlangıçta bu talebe yasal ve bürokratik engeller nedeniyle olumsuz yaklaşmıştı. Ancak bu olayın asıl dramatik ve anlamlı yönü burada ortaya çıkıyor. Efsaneye göre, durumdan haberdar olan Mustafa Kemal Atatürk, konuya bizzat müdahale eder. Atatürk, Batı bilimini ve aklını Türkiye’ye taşımayı hedefleyen vizyonuyla, bu bilim insanlarının ülkeye kazandırılmasının önemini hemen kavramıştır.
Atatürk’ün talimatıyla, gelen bilim insanları için gerekli düzenlemeler hızla yapıldı. Mektupta belirtilen kırk bilim insanı olmasa da, 1933-1945 yılları arasında yaklaşık yüz doksan Alman ve Avusturyalı bilim insanı, akademisyen ve sanatçı Türkiye’ye geldiler. Ve bu isimler, İstanbul ve Ankara üniversitelerinin kuruluşunda ve modernleşmesinde kilit roller oynadılar. Tıp, fen bilimleri, mimari ve sanat gibi birçok alanda Türkiye’nin gelişimine eşsiz katkılarda bulundular.
Mektubun Mirası
Einstein’ın mektubu ve Atatürk’ün bu mektuba verdiği olumlu yanıt, sadece bir mülteci krizine verilen insani bir cevap olmaktan öte, uluslararası ilişkiler ve bilim tarihi açısından da önemli bir dönüm noktasıdır. Bu olay, Türkiye’nin o zorlu dönemde dahi Batı medeniyetinin bir parçası olma ve bilimi rehber edinme kararlılığını gösterir.
Yıllar sonra, bir Türk öğrenci olan Münir Ülgür’ün Princeton Üniversitesi’nde Einstein’ı ziyaret ettiğinde aralarında geçen bir diyalog, bu tarihi bağın ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha gösterir. Ülgür’e, “Siz biliyor musunuz, sizin ülkeniz asrın en büyük liderini yarattı,” diyen Einstein, Atatürk’ün sadece bir siyasi lider değil, aynı zamanda bilime ve insanlığa değer veren bir vizyoner olduğunu vurgulamıştır.
Bugün 17 Eylül, bu tarihi mektubun yıl dönümü olarak anılıyor. Einstein’ın mektubu, Atatürk’ün kararlılığı ve Türkiye’nin bilime açılan kapıları, sadece bir tarihi olay değil, aynı zamanda bilginin, aklın ve insanlığın zor zamanlarda dahi nasıl birleşebileceğinin bir simgesi olarak tarihteki yerini almıştır. Bu mektup, Türkiye’nin çağdaşlaşma yolculuğunda attığı en önemli adımlardan biri olarak hafızalara kazınmıştır.
Kadir Veral

