Edebiyat,  Toplum

Dilim Dilim Dilim

Görevli kişinin telefonda bildirdiğine göre, kadın Bonn’a geçecek, oradan Köln’e gelecekti. Acaba ona yardımcı olabilir miydim? Tabii, ne demek! Hem sen dolaylı da olsa bizim işimizle meşgul olacaksın, hem de biz seni bilmediğin bir kentte yalnız başına bırakacağız! Doğrudan söylemiyor, ima ediyor; ben istasyondan almayı öneriyorum. Üç aşağı-beş yukarı saat konusunda anlaşıyoruz.

Telefondaki erkek sesi Alman aydınının üniformasıydı. Hemen hepsi gözlüklü, yorgun bakışlıdır. Tüm heyecanları törpülenmiş, sesleri yumuşamıştır. Hepsi de bir ırkın vicdan azabını çekerler. Yabancı dostudurlar. Gösterişsiz otomobillerinin en göz alıcı donanımı, yabancı düşmanlığına savaş açan plâstik etiketlerdir. Hoşgörülü ve alçakgönüllülerdir. Aralarında yabancı uzmanlığı ya da danışmanlığı gibi konuları araç edinip mesleklerinde yükselme fırsatını kollayanları da vardır; olsun varsın.

Gelecek olan da aydın takımındandır, herhalde. Bu kadınla tanışmayı özlüyor, heyecanla bekliyorum. Bugün sabah vardiyasındaydım. İşim erken bitti. Somunları sıkarken hep kadını düşledim. İnan olsun aklıma kötü bir şey gelmeden. Hem kadından bana ne? İş arkadaşım Juan’ın kardeşini memleketinde tutuklamışlar, aylardır haber alamıyormuş. Kadın, bu işlerle uğraşan uluslararası bir kuruluşun görevlisi.

Juan’a yardım etmeyi önerdiğimde “Hadi oğlum, git işine. Sen kendi memleketindeki kardeşlerinle meşgul ol” diye beni tersledi. Ben siyasetle ilgilenmem. Şu kadar yıldır otomobil fabrikasında zamana karşı yarışımı 19 numaralı somunu sıkarak kazandım. Her şeyi uzun boylu düşünmeye kalkarsan yandın. İflâh olmazsın. Bizimki bir insanlık. Juan hatırım için razı geldi görüşmeye. Biz yabancılar garip bir milletiz. Kim ne yapsa yaranamaz.

İşten çıkınca bir hışım eve gidip banyo yaptım. Oğlan çevremde döneniyor ama Almanca gak-gukundan, kafayı vermeyince, hiçbir şey anlamıyorum. Kapıdan çıkarken hanım da on kelâm ettiyse ikisini Almanca söylüyor. Gurbetçinin yazgısı bu.

Söylesem kimseler inanmaz. Kaç yıldır Almanya’da işçiyim, bir defa olsun trene binmedim. Burada satılan Türk gazetelerinde istasyonları yazarlar. Hemşerilerin burada buluştuğunu, memleketten haber getirecekmişçesine tanıdık bir yüz görmeye, ekmek-gazete almaya, hiçbir nedeni de olmasa gelmiş olmak için geldiklerini anlatırlar.

İstasyona erkenden gittim. Ara sıra kendi kendime konuşurum. Al sana bir konu: Neye göre erken? İstasyona her dakika giren çıkan trenin, adamın sayısı belli değil. Hem sonra kadının hangi trenle, kaç numaralı perona gireceği de belirsiz. Belli olan, bizim buluşacağımız yer ve saat. Her zamankinden farksız, park edecek yer yok. Arabayı yarısı yola, yarısı kaldırıma ilişmiş bir yabancı gibi bırakıyorum ortalığa. İyi ki, kadını çiçekçinin önünde karşılayacağım, oradan görebilirim benim külüstürü. Keşke yıkasaydım, içini süpürseydim. Boşver, karı arabamıza binip kuş mu konduracak?

On dakikadır çiçekçinin önünde çakılıp kalmışım, vatandaş arıyorum. Nerede bunların hepsi? İki çember sakallı, kafası traşlı herif anlamadığım bir dille konuşup yanımdan geçtiler. İlâç için koca Köln tren istasyonunda bir yurttaşımı bulamayacak mıyım?

Gözüm çiçekçiye kayıyor. Ne kadar çok çiçek alırmış bu Almanlar! Kuş gibi bir türü var ibikli, koca vazoların içinde dikilip duruyor. Saksı çiçekleri, suda büyüyenler, taşların üzerine yosun misali yayılanlar, akvaryum çiçekleri… Ne ararsan burada. Kadına kendimi tanıtmak için karanfil mi taksaydım? Bırak ulan salaklığı. Kimselere çaktırmadan, çiçekçide ne aradığını bilemediğim aynaya yöneliyorum.

Vatandaşlarımın aksine takım elbise giymem. Aynada gördüğüm kişi orta boylu, kumral, spor ceketli, kareli gömlekli, kadife pantolonlu, ayakta mokasenler, beyaz çoraplar. Herkes gibi biri işte. Suratımı görmekten ne yüksünüyorum, ne de seviniyorum. Her sabah traş olurken bana bakan yorgun bir yüz. Yanımdan geçen kısa boylu kadın aynada kendini fark edince daha bir dik yürüyor. Ben de omuzlarımı kaldırıyorum. Çok kaldım burada. Çiçekçinin işleri biraz hafiflese ne aradığımı sorar belki. Her gün kaç kişi orkidelerin, güllerin, lâle ve zambakların önünde buluşur acaba?

Çok uzaklaşmadan yakındaki kitapçıya yöneliyorum. Kitaplara bakarmış gibi yapıyorum; aklıma bugün gazete almadığım geliyor. Soruyorum, adam hayretle bana bakıyor. Gazeteciye gitmeliymişim. Şu memlekette azarlanmadan, horlanmadan gün geçmeyecek mi? Bizim mahallede gazete satan kitapçıyı getirip gözüne sokacaksın adamın. Daha çok kızıp köpürmek için arabaya bir göz atıyorum, henüz yerinde duruyor. Ceza yazdılarsa iyi de, çekip götürmeseler.

Aranıp gazeteciyi buluyorum. Kadın, Alman’a yakışmayan bir nezaketle uluslararası gazeteleri satan mağazayı salık veriyor. Ansızın bir mutluluk kaplıyor beni. Bu aptallıkla Almanya’ya gelmişim, iş bulmuş, değiştirmiş, başka kente taşınmış, akla geldik ve gelmedik bir sürü şey yapmışım ve bir gazete almaktan acizmişim. Seviniyorum, Türkler salaklığımın farkına varmadı. Hangi Türkler? Bu istasyonda Türk yok ki!

Otomatların başı kalabalık. Kısa mesafelere gidecekler düğmelere basıp biletlerini alıyor, damgalayıp peronlarına doğru hızlı adımlarla gidiyorlar. Saat beş olmuş bile. Şık giyimli memurlar dairelerinden çıkıp kısa bir piyasadan sonra metroya atlıyor, istasyonu buluyorlar. Belki aylık bilet aldıklarından mıdır, nedir, onlar daha sâkin, kendilerinden emin yürüyorlar. Küçük sosisçi dükkanları adam almıyor, meyhaneler dolmuş. Kim bilir az sonra nereye gidecek olan bu tombul, kırmızı burunlu, başı dumanlı adamın yerini kim alacak? Karayağız bir vatandaşım yok mu, ey millet?

Gazete almak için olsun istasyona gelmeliymiş insan. Bu gazeteleri, dergileri ben yaz tatillerinde Türkiye’de bile görmedim. En az beş çeşit magazin gazetesinden çıplak kadın bacakları ve göğüsleri fışkırıyor. Günlük gazetelerin yanında dergiler de var. Hangisini alacağımı şaşırdım. Bizimkilerle Yunan ve İtalyan gazeteleri raflarda koyun koyuna serilmiş yatıyorlar. Yanıma yaklaşan çarpık bacaklı yaşlı kadın siyahlara bürünmüş; yakında ölen bir akrabasının yasını tuttuğu belli. Uzanıp raftan adını okuyamayacağım bir Yunan gazetesini alıyor. Bana gözleriyle dostça gülümsüyormuş gibi geliyor. Gülerek karşılık veriyorum. “Hangi gazeteyi okursunuz?” diye İstanbullu Rumlara özgü ağızla soruyor. Benim gazetemin Almanya’da satılmadığını, onun yerine bir başkasını aldığımı söylüyorum. Birbirimize hayat hikayemizi anlatmadan, hergün görüşenlerin selâmıyla ayrılıyoruz.

Tren tarifelerinin asılı olduğu camekâna yapışıp Bonn’dan gelecek trenleri araştırıyorum. Önümüzdeki yarım saat içinde hiç yoksa altı tanesi ayrı ayrı peronlara girecek. En iyisi çiçekçinin orayı boylamak gene. Bavul taşınan arabalara çarpmadan ön kapıya varıyorum. Benim külüstür hâlâ yerinde duruyor, çiçekçi de.

Eğilip çiçeklerden bazılarının Latince adlarını okuyorum. Ne Latincesi, ne Almancası ne de Türkçesi bana bir şey anlatmayacak bu bitkilerin. Hepsi bana yabancı, fazla bakımlı, süslü kokana azınlıklar hepsi.

Başımı çevirince aydınlık yüzlü bir genç kızla karşılaşıyorum. “Merhaba” diyor garip tınlamalı bir Türkçeyle. “Sizinle burada buluşacaktık.
Çok beklettim mi?” Şaşırmamışım pozu takınarak saatime bakıyorum. “Daha beş dakika bile olmadı geleli” diyorum. Nezaketen elindeki çantayı alıyorum. Ceza yazmamışlar ama birisi sileceklerin altına bir el ilânı sıkıştırmış. Kapıyı açıyorum genç kadına.

Arabayı çalıştırıp trafiğe soktuktan sonra anlatmaya başlıyor. Almanlar ne de olsa düşünceli insanlar. Araba kullananın dikkatini dağıtmamak için özen gösterirler. Kız, İstanbul Üniversitesinde Türkoloji öğrenimi yapmış, Türkiye’de gezmediği yer kalmamış. Ayrıca İspanyolca da bildiği için Juanla görüşürken güçlük çekmeyecekmiş. Bu lâfların hepsini doğru ama bir tarafı çarpık bir vurgulamayla söylemişti.

İçimi tanımsız bir sıkıntı kapladı. İki ay önce bıraktığım halde uzattığı sigarayı aldım. Elim, isteğim dışında radyoya uzandı, düğmeyi çevirdim. Otomobilin içini İngilizce bir şarkının sözleri kapladı.

Sonun sonu:

Fabrikadan bir Kürt arkadaşım var, ailecek görüşürüz. Yıllardır önerir durur “Birlikte tatil yapalım“ diye.

Eşime de söyledim “Bu yaz Türkiye’ye gitmeyelim, biraz da Avrupa’yı görelim.“

Kabul edince bu mutlu haberi Hasan’a bildirdim. “Siz kendinizi bana teslim edin. Ülkeyi ve yeri seçeceğim; çok memnun kalacaksınız.“
İzin dönemi yaklaştıkça aldı mı bizi bir heyecan! Nereye gideceğimizi dahi bilmiyoruz; belli olan yalnızca yola çıkacağımız gün.

Hasan “Deniz kenarında herhangi bir tatile gider gibi bavullarınızı hazırlayın. Sizce neyi gerekli görürseniz yanınıza alın. Zaten iki aile iki ayrı arabayla gideceğimiz için kilo ve yer sorunu da yok. Şimdiden kendinizi tatile hazırlayın.“

Böylesi hiç başıma gelmemişti. Nihayet bir gün önce, ertesi sabah saat sekizde yola çıkmak üzere güzel bir uyku çekip bir günlük yolculuğa vücutça hazır olmamız talimatını verdi.

Yol boyunca biz iki kez depoyu doldurduk; Hasan’da tık yok – meğerse arabası dizelmiş, bir depoyla 800 kilometre yol yapıyormuş.
Akşam üstü anakaraya bir köprüyle bağlanmış Krk adasına geldik. Ada şimdiki Hırvatistan’da ama bizim gittiğimiz dönemde içsavaş henüz çıkmamış ve biz gittiğimiz yeri Yugoslavya biliyoruz. Hâlâ bir tür sosyalizm egemen. Küçük adanın merkezinde arabaları park ettik. Hasan “Ben daha önce bu memlekette fabrikanın sendika temsilcisi olarak kaldım. Yol-yordam biliyorum“ dedi ve turist bilgilendirme merkezine doğru yürüdü. Sonradan öğrendiğimize göre, turizm resmî yollardan yürütülüyormuş. İsteğe bağlı olarak, turiste yazlık ev istiyorsa ev, otel arzuluyorsa otel adresleri liste olarak sunuluyormuş. Turist seçenekleri dolaşıyor, hangisini beğendiyse merkeze bildiriyor ve ödemeyi yapıyormuş.

Hasan’ın eşi ve kızıyla eşim ve benim oğlan uzun süre oturmaktan tutulmuş bacaklarımızı açmaya çalışırken yanımızda dev gibi, şişman ve kırmızı yanaklı bir delikanlı belirdi. İngilizce hangi ülkeden geldiğimizi sordu. Almanya yanıtımıza “Ama siz Alman değilsiniz“ diye karşılık verdi. “Doğru“ dedik „biz Türküz, arkadaşlarımız Kürt.“

Sevinç içinde bize sarıldı ve kendisinin de Türk olduğunu, Yugoslavya’nın güneyinden oraya yazın pazarcılık yapmaya geldiğini, pazarın her gün sabahtan öğlene kadar açık olduğunu söyledi. Biz de yazlık bir ev tutacağımızı, yemekleri kendimiz pişireceğimizi, bu nedenle en geç iki günde bir pazara uğrayacağımızı belirttik.

Hasan bürodan çıkınca yer beğenmek için arabalara doluştuk. Çok dolaşmadan kesemize uygun bir evle anlaştık. Tepeden denizi görüyordu ve küçük kasabanın merkezine yürüyüş mesafesindeydi. Akşam yemeği olarak evde hazırlanmış nevaleyi bitiremedik bile. Yorgunluk bastırdığı için kendimizi erkenden yataklara vurduk.

Ertesi sabah eşimle birlikte hem biraz kahvaltılık almak, hem de pazara uğramak için erkenden evden ayrıldık. Pazar yerinde bir gün önce bizimle tanışan delikanlıyı bulduk. Hoş-beş ederken yanımıza iki kişi geldi ve delikanlıyı nereden tanıdığımızı sordu. Biz de, Türk olduğu için söyleştiğimizi belirttik. Adamlar onun Türkçe bilen bir Arnavut olduğunu asıl kendilerinin Türk olduğunu söylediler. Kimsenin Türklüğü ötekine bırakma niyeti yoktu burada.

Küçük adada hemen her yere yürüyerek ulaştığımız için arabaları park ettiğimiz yerden kımıldatmadık. Güya evde yemek yapılıyordu ama Almanya’ya göre çok ucuz olduğu için sık sık dışarıda da yemek yedik. Her gün çocuklara alıyoruz bahanesiyle bizim de nasiplendiğimiz pastanede dondurma tezgâhının başındaki üç delikanlıyla sohbeti her geçen gün koyultmuştuk. Adadaki hemen hemen tüm çalışanlar gibi onlar da Türk’dü. Üçü de yüksek öğrenimlerini yapıyorlardı; biri tıp doktorluğuna, diğer ikisi veteriner olmaya adaydı.

Türkiye’de akrabaları olup olmadığını sordum. Hemen her yerde ama genellikle Trakya’da ve Marmara Bölgesinde yerleşmişlerdi. Onların da Türkiye’ye göç etmeye niyetleri var mıydı acaba?

Soruyu yönelttiğim delikanlı “Bizim Türkçemizi nasıl buluyorsunuz?“ deyince gerçekten çok iyi Türkçe konuştuklarını belirttim. “Bakın, biz altıyüz yıldır bu topraklardayız; biz de göçersek kim konuşacak Türkçe’yi?“

Öykümün adını Dilim Dilim Dilim koymuştum. Oysa bu kadar yıldır dilimlen(e)mediği için şimdi başlığı Dilim biçiminde değiştiriyorum.

Yavuz Kürkçü

Not: Çıkaracağım Kırıntılar kitabımdan alıntı bir öyküyü okudunuz.

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir