
Darbe ve Umut’un Yazarı V. Nadir Tekin’e Mektup
Düşlerimizin de gerçeğin sınırlarına alınmasını istiyorduk. Aşsız, işsiz insan kalmasın; kimse dilinden, düşüncesinden, kültüründen ve inancından ötürü ötekileştirilmesin diyorduk. Bir çiçek tarlasına dönüştürülebileceğimize inanmıştık yeryüzünü. Ne güzeldi devrim düşlerimiz, Nadir. Ne güzeldi ülkemizi sevmek, insanı sevmek, ve arkadaşlıklarımız… Doğayla bir sevgili yakınlığı kurma heyecanımız. Tam bağımsız Türkiye, demokratik ve özgürlükçü bir toplum düşümüz ne güzeldi sahi… Düşlerimizin gerçeğin sınırlarına alınması için vereceğimiz şey gençliğimizdi yalnızca, canımızdı… Esirgemedik Nadir. Gençlik demişken sanki gençlik o zamanlar dağlara karşı sevişmekti.
Böyle olmamızın hesabı soruldu bizden 12 Eylül’le birlikte… Çiçeklerde aşkı büyütmenin sevinci… Sokağın yürüyen inadı. Başka türlü bir dünya ısrarımız… Aşktan, barıştan, sevgiden bir dünya özlemi… Barışı savunmanın savaşı savunmaktan daha tehlikeli olduğu günlerden geçtik Nadir. Gözaltılar gördük. İşkenceler, ihanetler, ölümler… Yaralarımızda iyileşmek tek çıkış yol olarak kalmıştı. En çelik örgüt ailelerimizmiş meğer. Ailelerimizin sahiplenmesiyle, hayatta kalabildik pek çoğumuz. 12 Eylül’le ilgili son okuduğum A. Yücel Çiftçi’nin Kurmayısız Dövüşen Devrimciler adlı kitabında; “Örgütünü tanımayan önderliğin iflası” ifadesinin altını birkaç kez çizdiğimi anımsadım. Sizin mahalleyi bilmem ama bizim mahalleyle ilgili ifade edilen bu gerçekliğe itiraz edersem geçmişin fanatizmine yakalanmış olurdum. Etmedim zaten.
Kitabın (Darbe ve Umut) elime geçtiğinde; ki içeriğini tahmin etmekte zorlanmadım; işte bunları yaşadım bir anılar sağnağı şeklinde. Anılar sağnağının ardı arkası kesilmedi bir türlü. Daha sonra bir hüzün yayıldı yüzüme ki sorama Nadir. Bed sesimle şiir okumaya kalkıştım. Şarkı, türkü denedim kendime… Balkondan kuşlara laf attım. Gençliğime dalışlar gerçekleştirdim. Erzincan Cezaevi’nden tünel kazarak kaçmayı başaran Adnan Keskin’in İlle De Mavi kitabının sayfalarında kayboldum. Nedret Ural’ın sesini kuşanıp, Adnan’ın ölümünün ardından; “Bir Tünel daha kaz Adnan, çocukluğumuza çıksın” sözünün dilimde bıraktığı kekremsi tatla kendime geldim.
Kitabının kaçıncı sayfasındaydım bilmiyorum; Orhan Keskin’in Diyarbakır Cezaevi’nde işkence sırasında şuurunu kaybettiğinde cezevinin duvarlarını titreten çığlığı doldurdu kulaklarımı: “Bana Beyaz Bir At Getirin!” Azad Sağnıç bu adla kitaplaştırmış Orhan Keskin’i. Kitabın bitiminde de önceden ama değişik zamanlarda okuduğum 12 Eylül dönemine ilişkin yazılan kitapları düşündüm tek tek… Murat Belge – 12 Yıl Sonra 12 Eylül, Ertuğrul Mavioğlu – Asılmayıp Beslenenler, Nazım Sılacı – Asılı Kalan Hayatlar, Cemalettin Canlı – Yaşathak Aslan Bir Uzun Yol Türküsü, Fikret Doğan – Mamak Günlüğü, Muzaffer İlhan Erdost – 12 Eylül’ün İki Yüzü, Kadir Can – 12 Eylül 1980 Akıl Tutulması, Erbil Tuşalp – Eylül İmparatorluğu, Tarık Akan – Anne Başımda Bit Var, Mehmet Eroğlu – Yarım Kalan Yürüyüş, Ahmet Ümit – Çıplak Ayaklıydı Gece, Mehmet Kılıç – Mapus Kaça Kaça Biter, Adnan Gerger – Faili Meçhul Öfke, Mehmet Zaman Saçlıoğlu – General Uçtu, Sezai Sarıoğlu – Yaram Derine Düştü, Şenol Morgül – Hep O Şarkılar Geliyor Aklıma, Mümtaz Temiz – İçilmemiş Çayın Hesabı… birer sinema şeridi gibi gelip geçti gözümün önünden. Yaralandım, acı çektim, sağaldım.
Oysa, 12 Eylül, o insanlık dışı dönem, o dönemde insana yapılanlar anlatılamaz derdim kendi kendime. Buna dil yetmez, yürek dayanmaz sanırdım. Sözcükler görüntüye getiremez derdim böylesi bir gerçekliği. Ya da ne anlatılırsa anlatılsın gerçeğin çok büyük bir bölümünün dışarıda kalacağına inanırdım açıkçası. Kitapların, sinemaların, bestelenen şarkıların, tiyatroların, tuvallerin yetersiz kalacağını düşünürdüm hep. Seni ve yukarıda kitaplarıyla beraber andığım isimleri tek tek kutlama şansı buldum bu mektup aracılığı ile… Her biri kendi içinde çok başarılı. O kirli, o kanlı, o insanlık dışı dönem ayan beyan sergilenmiş, büyük ölçüde gözler önüne serilmiş. Devrimcilerin neyi savunduğu, neleri istediği de görüntüye gelmiş. Tarihe, doğaya, insanlara ve geleceğe ses olunmuş. Hatırlamak büyük bir isyandır. 12 Eylül’ü unutturmamak için hafıza oluşturulmuş. Bu, çok ama çok kıymetli.
Ancak, bize yapılan işkenceye bir süreliğine ara verilip, isim benzerliğinden ötürü örgüt lideri sanıp yakaldıkları aklı dengesi yerinde olmayan ve ailesi tarafından aranan Vakkas Demir’e yapılan işkence; hiçbir sözcüğün, hiçbir cümlenin üstlenip anlatamayacağı yürekleri parçalayan, insanın bilincini darma duman eden, insana “Keşke kulaklarım olmasaydı, keşke böyle bir dünyaya hiç gelmeseydim” dedirten, Vakkas Demir’in o çığlıkları aklıma gelince 12 Eylül’ün hala anlatılamadığını, anlatılamayacağını, yazılanların yetmeyeceğini düşündüm nedense, Nadir. Bu nedenle senden de yukarıda adlarını andığım yazarlardan da özür diliyorum.
Seninle cezaevi sonrası tanışmıştık Nadir. Cezaevinde bizlere yapılan bin bir türlü eziyeti hiç konuşmadık. Gereği de yoktu belki. Kitabının bende yarattığı derin samimiyete dayanarak sana bir şeyi anlatmam lazım: 13 gün süren işkencenin üzerinden 36 gün geçmişti. Gardiyan demir kapıyı açıp; “Yarın doktor gelecek. Görünmek isteyenler koğuş başkanına ismini yazdırsın.” 40-45 kiloya düşmüştüm. Bir kürdan adam gibiydim adeta. Doktora çıkarken koğuştakilerin arkamdan “doktor değil feriştah gelse hocayı fazla yaşatamaz” fısıltılarına rağmen hâlâ yaşıyorum. Doktor beni bir güzel dinledi Nadir. Baktım bir de reçete yazıyor. A-Ferin! Bu bildiğimiz soğuk algınlığı ilacı mı diyecek oldum. “Sıradaki” dedi ve beni gardiyanlar oradan uzaklaştırdı. Doktor benden de sana bir “aferin” bile dememe izin vermedi. Bu kadar alçalmayı, böylesi bir alçaklığı bırak yazmayı kimseye anlatmayı düşünmedim yıllarca. Devlet denen aygıtla yüzleşmem bu anlattıklarım değil yalnızca.
Görüşmeyeli uzun yıllar oldu Nadir. Ateşlerde açan çiçek, direnişlerde atan yürek, teslim olmayan, dönmeyen, kocaman yürekli bir devrimci imgesi olarak yer etmişsin kafamda. Unutmamışım yüzünü. Kararlılığını unutmamışım. Dostu düşmanı birbirinden ayıran duruşunu unutmamışım. Konuşmalarımızı unutmamışım. Hafızamın bunları benden esirgememesi doğrusu iyi geldi.
Bir yazar iyi bir okur olmalıdır, Nadir. Kitabın bu tadı verdi bana. Bunu özellikle belirtmeliyim. Dili iyi kullanmışsın. Anlatılanlar çarpıcı. Siyasi mahkûmların cinayetten, uyuşturucudan yatanların koğuşlarına verilmesini, oraya gelenlerin uyuşturucuya alıştırılıp sağlıklarının elinden alınmasını, paralarına çökülmesini ve Umut önderliğindeki devrimcilerin bu kirli oyunu bozmasını öyle bir anlatmışsın ki kitapta… Kalbimin hızı bir nehirden daha hızlıydı bu bölümleri okurken Nadir. Kitabı özetlemeye kalmayacağım. Buna hakkım yok. Çünkü okurlara haksızlık olur. Roman kahramanlarının her birine selamımı söyle, Nadir. Özellikle Umut’la Evrim’i kucakla benim için.
24 Ocak Kararları’nı uygulamak için planlanan 12 Eylül devam ediyor. Her yer, her şey çok daha tehlikede bugün. Her insan, her kadın, her çocuk… Bütünüyle doğa, bütünüyle canlılar kötülüğün hedefinde. İnsanın dünya malı için bu kadar kötü olabileceğini ise hâlâ aklım almıyor benim.
Gelecek beklenen şey değil kuşkusuz. Yapılan bir şey… Yaratılan bir şey çünkü. Ya düşlerimizin gerçeğin sınırlarına alınması, ya da barbarlık.
Arif Damar’ın dizeleriyle sevgilerimi ve selamlarımı yolluyorum sana Nadir:
“Karşı koymazsak eğer
tehlikededir günlük ekmeğimiz
bacamızın tütmesi tehlikededir
evimiz, aşkımız, çocuğumuz
pencerede saksı
kitap sevgisi, insan sevgisi
tehlikededir.
…
uyumak, uyanmak tehlikededir
tehlikededir çiçek koklamak
bardakta su, ateşte yemek
bahçede güneş tehlikededir.
Tehlikededir gözbebeklerimiz”
Hayrettin Geçkin

