Aklın Atları ve Kanat Sesleri

Birkaç günüm hastanede geçecekti nasıl olsa. İyi ki Nusret Ertürk’ün adıma imzalayıp gönderdiği, çoğu 2003-2014 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan yazılarından oluşan o iki kitabını da yanıma almışım. Ruhuma çok ama çok iyi geldiler, sağalttılar beni adeta: Aklın Atları ve Kanat Sesleri

Aklın Atları’nı ameliyat öncesi bitirdim nerdeyse. Sonrasında da Kanat Sesleri’ni… İlginç olan; pek çoğunu yayınlandığında okuduğum, anlaşılır ve derinlikli bulduğum, güncelliğini bugün de yitirmemiş yazıları hemen anımsayışım ama aynı zamanda ilk kez okuduğum birer yazı gibi de algılayışım… Kafamdaki bu karışıklık Kanat Sesleri‘nin girişinde gözüme ilişen C. Connolly’dan yapılan şu alıntıyla bir çırpıda dağılıverdi neyse ki: “Edebiyat, ikinci kez okunacak; gazetecilik ise bir defada anlaşılacak şeyi yazma sanatıdır.” Her iki kitabın da niteliği aslında bu ifadede dile gelmiş.

Birinci kitabın bir yerinde karşıma çıkan bir yazıdan ötürü yaşadığım şaşkınlığı anlatmasam olmaz: Çanakkale’de yaşamaya başladığım ilk günlerde tanıştırıldığım kentin önemli simalarından, aydınlanmacı, kültür insanı ve bir doğa aktivisti olan Hicri Nalbant, ikinci karşılaşmamızda cebinden çıkardığı gazete küpürünü elime uzattı. Baktım 01.05.2011 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki bir yazı. Şair Ahmet Özer’le uzun uzun kulaklarını çınlattığımız, aynı zamanda hemşerim olan Nusret Ertürk imzasını taşıyor. Hızlıca ama daha çok da merakla okumaya başladım yazıyı. İlk paragrafta şu satırlar yer alıyordu: “Eğitimci yazar Vecihi Timuroğlu, 1969 yılında Artvin Lisesi Müdürü’dür. Timuroğlu, okuldaki bir bayram töreninde toprak reformuna dokunur. Vali Babür Ünsal, anında konuşmayı kestirir, müdürü kürsüden indirir. İçeri girerler. Timuroğlu orada valiye unutamayacağı bir ders verir. Vali, soruşturma açar. Timuroğlu yıllar sonra şöyle der: ‘Artvinli il müdürlerinin hiçbiri valiye yağcılık yapmadı. Aklandım. Artvin’in doğası güzeldir ama insanı daha güzeldir.’ Bu sözler Artvinli için onur belgesidir.” Yazının devamını okuyup bitirdiğimde Hicri Nalbant’ın yüzüne baktım. “Artvinlileri ben de çok severim. Siz hem Artvinlisiniz hem de şairsiniz. Uzun zamandır sakladığım bu yazıyı sizinle paylaşmak istedim.” Vecihi Timuroğlu’nu tanımış olmanın, onun yazı ve şiirlerinin hayranı olmamın ve Çanakkale’deki hayatıma böyle güzel bir başlangıç yapmanın heyecanıyla mıydı bilmiyorum, bir süre Hicri Nalbant’a (ağabey demeliyim) ağzımı açıp da bir şey söyleyemedim. Sözcükler dilimin ucuna gelip orada taş kesildi adeta. Kitaplarda bu yazıya rastladığımda da benzer duygular yaşadım.

Nusret Ertürk; cumhuriyetçi, aydınlanmacı, çağdaş ve demokrat bir yazar. Meslektaşım üstelik; Türkçe öğretmeni.

Bir solukta okuyacağınız ama aklınızı kurcalayacak yazılarına giren sözcükler sanki dağların sazağından çekilip alınmış, tipilerde bekletilmiş, derelerin ayazından geçirilmiş, suların akışında yontulmuş. Aşkla, sevgiyle ve umutla yoğrulup büyülü bir hale getirildikten sonra da adil, demokratik, özgürlükçü bir dünya için yola çıkarılmış. Hepimizin anlayabileceği ama hiçbirimizin kolayca yazamayacağı kısa yazılar, Ertürk’ün yazıları. Bir yazıyı okuyup diğerine geçemiyorsunuz kolayca. Her birinde bambaşka dünyalar çıkıyor karşınıza çünkü. Derin anlamlar, yepyeni düşler, düşünceler… Yazılara yedirilen öykücükler ve kısa şiirler konuyu hem anlaşılır hem de unutulmaz yapmış. Sanata, edebiyata yaslanmış her bir yazı. Oralardan doğmuş, onlarla beslenmiş, onlardan uç vermiş.

Yazıların yüzü aydınlığa dönük. Bir tür günebakan çiçekleri.

Cumhuriyetin kazanımlarını, kültürümüzün güzelliklerini ve düşlerimizi yansıtıyorlar. Ülkemizin ve insanımızın içine düşürüldüğü kıstırılmışlık ve kuşatılmışlıktan çıkış yollarını görüyorsunuz yazılarda. Ama bu görme işini sizin duyarlıklarınıza bırakmış yazar. Gezi Parkı olaylarıyla ilgili yazılar bambaşka boyutta. Okuyunca diyorsunuz ki: Bir bildiği varmış o çocukların. Köy Enstitüleri’yle ilgili yazıları da çok keyifle okuyor ama arkasından bir sancıya yakalanıyorsunuz ister istemez. Sadece bu kadarla da değil.

“Öğrendikçe bilmediklerim çoğalıyor,” sözünü kim söylemişse doğru söylemiş. Adını bildiğim, şu ya da bu ölçüde tanıdığım, kitaplarını okuduğum yazarlar, şairler, bilim insanları, düşünce adamları, gazeteciler, sanatçılar ve felsefeciler hakkında o kadar yeni bilgilere, güzel sözlere, farklı düşüncelere ulaştım ki her iki kitapta da… Keşke onlara da yer verme olanağım olsaydı burada. Bu iki kitap yaşama tutunmam ve yaşamı yeniden anlamlandırmam için önüme öyle sağlam halkalar attı ki… Açıkçası dile getirmem hiç de kolay değil. Edebiyat açısından, dili yalın kullanmanın, bir şeyi estetik olarak ifade etmenin tadını yaşattı her şeyden önce. Kitaplar beni aldı ve adını şu an anımsayamadığım bir felsefecinin; “Estetiğin, en son varacağı nokta sadeliktir” sözünün yanı başına bıraktı. Yazıların hepsini birer deneme tadında okudum. Altını birkaç kez çizmediğim hiçbir yazı yok nerdeyse. Altını çizdiğim pasajlardan bazılarını, ister sizi üzsün, ister sevindirsin, üzerime düşen sorumluluk neyse onu da alarak burada paylaşmak istiyorum:

“Köleye sormuşlar: ‘Özgür ve zengin biri olsan, ilk neyi elde etmek isterdin?’ Köle hiç düşünmeden yanıtlamış. ‘Çok kölem olsun isterdim!’…” Aklın Atları, Sayfa 74.

“Sivas’ta yakılan Behçet Aysan işsiz kaldığında Ankara’da simit satmaya çıkar. Ondan simit almaya pek az kişi gelir. Yakındaki simitçiye sorar: ‘Kardeş, sen simit satıyorsun, ben satamıyorum. Nedendir? Simitçi, “Sende simitçi tipi yok ağabey’ der.” Aklın Atları, S:108.

“Almanya’da bir sokak taşıtlara kapatılmış. Nedeni sorulduğunda, ‘Burada bir yazar oturuyor. …” yanıtı verilmiş.” Aklın Atları, S:117.

“Çocuğun biri, vitrinde resmi ağabeyine almak için aylarca para biriktirir. Sonunda sevdiği resmi almaya gider. Ressama, ‘Bu paramın tümü, şu resmi almak istiyorum’ der, avucundaki paraları masaya bırakır. Sanatçı, hiç düşünmeden tabloyu paketler, verir. Çocuk resmi alır almaz sevinçle uzaklaşır. Orada bulunan ressamın bir tanıdığı, çığlık atarcasına, ‘Sen ne yaptın?’ diye sorar. Ressam öyle düşünmez: ‘Dünyada kaç kişi, parasının tümünü bir resim için elinden çıkarır?’…” Aklın Atları, S: 76.

“Şerefli hırsızı boşuna aramayın, bulamazsınız. Aisopos’un sözüdür: ‘Hırsızın küçüğünü asarız da büyüğünü baş tacı ederiz.’ …” Aklın Atları, S:106.

“Yaşamdan içtenliği çıkarırsanız, geriye elle tutulacak bir şey kalmaz. Acılarımız ondandır.” Kanat Sesleri, S:67.

“Gezi ile ilk kez eleştiri sokağa indi.” Kanat Sesleri:S:48.

“Taksim Gezi Parkı direnişiyle dilimize giren Duran Adam’ı, biraz da ölçüsüz konuşmalara tepki diye mi sevdik?” Kanat Sesleri, S: 64.

“Tıraş bitinceye değin ağzını açmaz, bakışları aynı noktaya mıhlanırdı. Çalışırken işine içtenliğini, yüreğini katar, tıraşını tamamlar kalkardı. Behçet Usta, küçük dokunuşlarla görünüşünü güzelleştirmenin yolunu açıyordu. O, alacağından çok vereceğini düşünüyordu.” Kanat Sesleri:S:76.

“Nelerden mi davacıyım?
Suyu bulandırandan; suya, sabuna dokunmayanlardan davacıyım.

ODTÜ ormanlarında otoban yapılıyor. Gençler: ‘Ağaç kesme, metro yap’ diye pankart açtılar. Ankara’nın bozkırında ağaçlara sarılıp sahiplenen gençlere, ‘Ormanı seviyorsanız gidin ormanda yaşayın’ diyenlerden davacıyım.”

“Soru, çekirdeğinde ışık taşır.” Kanat Sesleri, S:12.

“Kuzu gibi olun diyorlar
Büyüyüp ortaya çıkınca
Koyun gibi gütmek için” Aklın Atları, S:128.

Daha bunlar gibi nelere yer vermek isterdim burada. Ama diyeceğim şu: Bir elimde serum bir elimde bu kitaplar vardı. Okuyup bitirdiğimde, Cumhuriyet İçin Yazılar, cumhuriyeti geri kazanmak için bir yol haritasına dönüşmüştü kafamda.

Baktım ki önce, Rıfat Ilgaz’ın, “Aç iki kolunu iki yanına /Korkuluk ol” dizeleri, sonra da Metin Demirtaş’ın şu dizeleri tütmeye başlamış duyarlıklarımda:

“Karıncanın ise
Bir eli yağda
Bir eli balda
Ama ne şiir, ne şarkı var hayatında
Mutsuzdur…
Bu yüzden uzun kış geceleri
İçi sıkılır durur
Çünkü yaşamında
Arpa buğday kadar
Önemli bir yeri var
Şiirin ve şarkının da”

Ameliyat başarılı geçmişti. Hastaneden taburcu olup eve dönerken yüzüne baktım Zeynep’in. Dedim biliyor musun, şehirden uzak oturuyoruz. Bir iki gün sonra da senin doğum günün. Bahçemizde bu mevsimde ne çiçek olur, ne de gül… Birkaç gün içinde bir yere çıkıp sana armağan da alamam . En iyisi sen hastanede geçen günlerimizi doğum günün nedeniyle üç beş günlük tatile çıkarmışım gibi kabul et. Bir de okurken sık sık altını çizdiğim ve gelen ziyaretçilerime içinden pasajlar okuduğum çantamdaki kitapları… Çiçek niyetine…

Gülüştük…

(Aklın Kanatları, Nusret Ertürk, Payda Yayınları, 2013, 272 Sayfa
Kanat Sesleri, ,Nusret Ertürk, Payda Yayınları, 2015,208 Sayfa)

Hayrettin Geçkin

Atatürk Devrimleri ile Türk Kadınları Meydanda

Atatürk Devrimleri

Aralık ayı Atatürk Devrimlerini içermektedir. Bugünkü yazımda bu devrimlerden ve bu devrimleri karalamak isteyen karşı devrimcilerin çabalarından söz edeceğim.

A) Türkiye de kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması 05 Aralık 1934

Pek çok Avrupa ülkesinde bile kadınlara böyle bir hak tanınmamıştı bu devrim tüm dünya kadınlarına örnek olmuştur. Büyük önderimiz Mustafa Kemal 1925 yılında Kastamonu’da şöyle der:

“Toplumu kalkındırmak istiyorsak Türk kadınını çalışma hayatımıza ortak etmeliyiz, kadınlarımızın bilim ve ekonomik hayatta var olmasını sağlamalıyız.”

Büyük önderimizin bu devrimi Türk kadınına güç olmuş ve gerek ülkemizde gerekse yurt dışında çok bilimsel başarılara imza atmışlardır. Bu devrim tüm dünyaya örnek olmuştur!!!

Ancak ülkemizdeki bazı çevrelerin son zamanlarda Türk kadınına karşı saldırılarına devam ettiklerine tanık oluyoruz. Üstelik yüce meclisimize bile girmişlerdir.

Önümüzdeki süreçte ATATÜRK devrimleri ile bu devrimlere karşı çıkanların mücadelesine tanık olacağız gibi.

B) Tekke, zaviye, tarikat ve cemaatlerin kapatılması 30 Kasım 1925

ATATÜRK “Türkiye Cumhuriyeti artık şeyhler, dervişler ve müritler memleketi olamaz.”

Ata’mızın büyük devrimine karşı ülkemizde pek çok karanlık kafa halen savaşını sürdürmektedir. Bu devrimler sayesinde ülkemiz karanlıktan aydınlığa çıkabilmiştir!!!

Şimdi ülkemizdeki Kemalist Atatürkçü aydınlarımız bu devrime sahip çıkmalıdır.

C) Yeni Türk harflerinin kabulü 01 Kasım 1928

Bu Devrim sayesinde Türk halkı cehaletten kurtulmuş, okuma yazma oranı % 3’lerden kısa sürede % 60’lara ulaşmıştır. Bu gün bu rakam artık % 80’leri aşmıştır.

Ancak şu günlerde ülkemize gelen yabancılar başta Suriyeli ve Afgan sığınmacılar yeni harfleri kabul etmemişlerdir. Aslında bu da aşılması gereken bir başka sıkıntıdır ve Türk diplomasisi Türkiye’nin güvenliği için tüm yabancıların ülkemizden ayrılması gerektiğini kabullenecektir.

Türk Kadınları Meydanda

İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi üzerine Türk kadınları İstanbul’da meydana çıkarlar. Şefika Kurnaz, Halide Edip, Meliha Hanım ve Naciye Hanım kürsüde İzmir işgalini protesto ederler.

Halide Edip Konuşmasında; “Müslümanlar Türkler için bu gün en kara gündür fakat sabahı olmayan gün yoktur. Bizler bu karanlık geceyi yırtıp parlak bir sabahı yaratacağız.” der.

Daha sonra Padişaha başvurarak İzmir’e yapılan işgale karşı destek istemeye giderler ancak kabul edilmezler!

Bu mitinglerin Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’ndaki başarısına çok anlamlı katkıları olmuştur.

Türk kadınlarının cesaretini gerek bu kadınlarımızdan gerekse İnebolu’dan cepheye cephane taşıyan kadınlarımızdan ve Kara Fatmalar Gördesli Makbuleler diğer kadınlarımızın kahramanlıklarından utanmayıp onları aşağılayanlar hiç utanmanız yok mu?

Bu konuda son sözüm Sayın İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’e: Tüm bu kahraman kadınlarımızın isimlerini sokaklara veriniz ve bu sokaklarda birer küçük masklarını dikiniz yeni yetişen kuşaklar bu kahraman kadınlarımızdan örnek alsınlar.

 

 

Özgür Özel’e Uyarılarım

CHP’nin yeni genel başkanı Sayın Özgür Özel’e bazı uyarılarım olacak. Her ikimizin de siyasi hayatımız Manisa’da geçti. Benim siyasi hayatıma tanık olan binlerce arkadaşım var orada. Bu neden ile bu uyarılarım kendisine ulaştırılacaktır.

Manisa’da Özgür beyin babası Talat Bey’i tanıyordum, çok efendi bir insandı. Özgür Özel henüz eczacılık fakültesinde okuyordu…

Öncelikle oturduğunuz koltuk başta ATATÜRK olmak üzere İsmet İnönü’lerin Bülent Ecevit’lerin koltuğu. Bu nedenle klasik bir söz ile başlıyorum yazıma. Ülkemizin en zor koşullarında göreve geldiniz. Özellikle büyük önderimiz ATATÜRK’ün devrimlerini yıkmak için karanlık güçlerin saldırılarının sınır tanımadığı koşullarda görev almanız nedeni ile başarılar dileyerek önerilerime başlıyorum.

a) Son günlerde o kadar çok konuşuyorsun ancak “Türkiye NATO’dan çıkmalı mı” konusunda ne düşünüyorsun? Bu konuda bilgi sahibi olamadık. Senden önceki genel başkan Türkiye’nin çıkarlarını Atlantik bölgesinde temiz parayı İngiltere’de ve Bilimi Almanya’da aramaya kalkmıştı. Sen de aynı görüşleri mi paylaşıyorsun?

b) Geçtiğimiz günlerde ülkemizdeki iklim krizine bağlı olarak aşırı hava olayları nedeni ile 27 yurttaşımızı kaybettik ve ekonomik kaybımız on milyonlarca dolar…

Bu günlerde Birleşik Arap Emirlikleri Dubai’de önemli bir toplantı yapılıyor. İlk günü bu toplantıya Sayın Erdoğan da katıldı ve iklim krizine karşı Türkiye’nin hedeflerini anlattı.

Şimdi bakıyorum, gölge kabinede iklim krizi için bir gölge bakanlık yok.

Size 3 isim öneriyorum;

Kendin gitmesen bile bu üç arkadaşı gönderebilirsin ve bu güzel insanların hepsi CHPli…

1) Dursun Yıldız uluslararası su uzmanı,
2) Necdet Pamir enerji uzmanı,
3) Doğan Yaşar iklim bilim uzmanı,

Size önerim sadece ülkemizin değil dünyamızın en önemli sorunu olacak bu olay için gölge kabine kurmanız!

c) Sayın Özer, Manisa’da Eczacılar Odası başkanlığı yaptınız. Siz bu göreve gelmeden önce biri il başkanımız Mete bey diğeri kadın kolu başkanımız ülkücüler tarafından katledildiler ve sadece 2 yıl içinde 49 arkadaşımız ülkücüler tarafından öldürüldü!!!

Bu arada Adalet Partisinin bir üyesi eczacının başka ilçelerden gelenler tarafından öldürülmesi sonucu tam şehrin girişinde heykelleri dikildi.

Hayatını kaybeden ve çoğu benim can arkadaşlarım için en azından bir meydana bir taş dikerek onların anısını yaşatmayı düşünür müsünüz?

d) Son birkaç yılda CHP’ye her defasında hakarette bulunan Meral Akşener’den seçimlerde destek beklemenizi hiç onaylamıyorum. Bu makama oturanların onurları her şeyden önemlidir…

Önümüzdeki yerel seçimlerde sadece elimizdeki belediyeleri değil elimizde olmayan belediyeleri bile kazanabiliriz. Bunun için de CHP’nin hiçbir partiyle iş birliğine ihtiyacı yoktur!!!

Orhan Ayber

 

Ayakkabıcı Mahmut

Geçen perşembe, Kadıköy’den Beyoğlu’na doğru yola çıktım, 2000’lere kadar çok sık yaptığım bir turun, 20 küsur sene sonra tekrar keyfini çıkaracaktım.

Hava güzel, rota basit; Kadıköy’e minibüs, oradan vapur marifetiyle Karaköy, ardından Finiküler ile Tünel, tabanvayla Taksim meydanı ve Gezi’de son mola. Dönüş, Gümüşsuyu’ndan tabanvayla devam, önce Dolmabahçe sonra Beşiktaş ve gemi ile Kadıköy.

Tur programı;

1) Türk-Alman kitabevi,
2) Orta yaş klasik konfeksiyon ürünleri satan (ceket, gömlek, pantolon, şapka, trençkot, eldiven, kemer, kaşkol, yelek v.s.) birkaç mağaza turu,
3) Şampiyonda bir + bir çeyrek ızdıraplı,
4) Balık pazarının kokusu ve muazzam tezgah / vitrin manzaraları, Hisar pavyon…
5) Cumhuriyette 2 meze 2 tek veya 1 duble rakı eşliğinde öğlen molası,
6) Çiçekte cila niyetine 1 Arjantin ve üstüne kallavi bir Türk kahvesi,
7) İnci’de nefis profiterol,
8) Yavaş adımlarla sindire sindire son durak, istiklalin çıkışında sağda, ayakkabıcı Mahmut.

Gerçekleşen olmaz olasıca hal-i pür melal;

1) Türk-Alman kitabevinin 2.katı (teknik kitaplar) kapanmış, alt katı kafe olmuş, sadece birkaç yüz ikinci el görünümlü kitap var raflarda, kitaptan sorumlu olduğu belli, ben yaşlardaki hanıma umutsuz bir şekilde; “Stahlbau son baskı” diye sorarken ki üzüntüme, aynı üzüntülü bakışla kurduğu şu cümle ile yanıtladı: “maalesef teknik kitap artık gelmiyor, istediğiniz bir kitap varsa siparişle getirtiyoruz.”
2) O konfeksiyon mağazalarından bir tane kalmamış hepsi kapanmış hepsi!! Ya dönerci olmuş ya hamburgerci yada bilmem ne b*k!
3) Şampiyon mercan olmuş, şampiyon yok olmuş!!!
4) Şükür ki Balık pazarı yerinde ama ne eski kokusu ne de görüntüsü yok! Hisar çoktan kapanmıştı, onu çoktan gönlümüze gömmüştük…
Hepsi mi kapanır be kardeşim ya, hepsi mi ya !?!?!?!?!?!?!
5,6) Moralim çok bozuldu, Cumhuriyete ve Çiçeğe uğramadım, hatta kafamı çevirip bakamadım bile…
7) İnci’nin kapandığını duymuştum çoktan, da, gözümle gördüm, çok büyük boşluk / üzüldüm!
8) Son darbeyi ayakkabıcı Mahmut’un dükkanına varınca yedim, 1 sene kadar önce kapanmış. Maalesef, daha yeni sayılır, neden geciktirdim ki bu turu bu kadar? Hangi “boş” işler bu gecikmeye sebep oldu? Yazık oldu. Gittim ustalarını aradım hala sokakta, bir tanesi kalmış ökçe yapıştırıyor / çakıyor belli, dükkanı bir müşteriye emanet edip malzeme almaya gitmiş, düşün ki çırak bile tutacak mecali kalmamış!!! ki o Ayakkabıcı Mahmut, zamanında “menderesin ayakkabıcısı” diye nam salmış bir usta / mağaza idi, kışın kauçuk yazın kösele tabanlı el yapımı deri / süet klasik ayakkabı yapardı / yaptırırdı / satardı.
Yok olmuş! bitmiş! Ayakkabıcı Mahmut artık yok! O kaliteli / sağlam / doğal ayakkabılar da yok!

Yerine bir mobil operatörün mağazası açılmış, ne işe yarıyor bu mobil operatör mağazaları!?!?!?!?!?! ihtiyarların silinmiş fihristlerini kurtarıyor(!!!) ki ihtiyarlar kimselerini arasın, kimseler ihtiyarları aramıyor(…) tamam.

Hepsi mi kapanır be kardeşim ya hepsi mi!?!?!?

İstiklal saç ektirmiş “angut” tarlası!?!?!? iki üç adım zıplayarak ilerleyeyim desen, gözün kamaşır, güneş sanki parlıyor… Siyah çarşaflar yansıyan ışığı emiyor! görüntü berrak / çıplak /çirkin, yerde gökte arama boşuna, al işte sana saygıya muhtaç bir cehennem!!!

Eskiyi bilmeniz gerekmiyor; memleketin resmini çekmek istiyorsanız gidin istiklale, gezin / görün, veya gitmeyin!   Beni vebale koymayın!

Ben, bir daha asla gitmeyeceğim, ki en azından, hafızamdaki hatıralar da silinip yok olmasın… 

Not: Beyoğlu’nu merak eden, anlattığımı anlamayan var ise şayet, şu aşağı bıraktığım kitapları okuyabilir, kitapta bahsi geçen dönemleri ucundan / kıyısından-az biraz görmüş / dinlemiş biri olarak, ne demek istediğim muhtemelen anlaşılır.

“Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar” ile başlayıp, Jack Deleon‘un tüm İstanbul kitaplarını okumanızı öneririm.
Tanıma fırsatım olmadı ama, rahmetli Jack yabancı değil, bizim “Jak”,
İstanbul’da doğmuş – yaşamış – ölmüş Yahudi asıllı bir Türk.
Muhtemeldir ki, Beyoğlu’nun son halini göremesin diye, ilah onu erkenden yanına almış. O da kapatmış gitmiş velhasıl!…
Son not: hakkını yemeyeyim, cafe Nero tarihi bir binayı komple almış restore etmiş ve hizmete açmış, güzel olmuş – da, işte ne diyeyim… Hayy bin kunduz!

Dönüş heyecanım kalmadı, rotayı değiştirdim isteyerek. Taksim meydanının son halini merak dahi etmedim, Gezi’nin çoktan kapandığını da duymuştum zaten, gözümle görüp, AKM ve Gezi pastanesinin hafızamdaki son enstantanelerini silmek / güncellemek istemedim…

90’lara kadar çok sık yaptığım bir Çarşıkapı sahaflar / bit pazarı turum da var, eğer ki son halini keşfetme motivasyonunu bulabilirsem, standli damarlarımı patlatmak uğruna onu da yazacağım…

Ezbey

“İnsan Anlamadığının Düşmanıdır.”

 

Eğitimde ‘Etik’ Sorunsalı

Toplumumuzda eğitim ve eğitimciler hep kutsana gelmiştir ve görülen o ki kutsanmaya da devam edecektir. Bunun tabii sonucu olarak da eğitimdeki etik dışılıklar görülememiştir veya çoğu kere olduğu gibi görmezden gelinmiştir.
Yetişme çağındaki bir çocuk için anne babadan sonra ikincil öncelikli rol model öğretmendir. Bu yüzden ahlaki ve etik değerler konusunda öğretmenlerin sorumluluğu, çocuğun gelişiminde rol oynayan diğer pek çok paydaşından, daha fazla. Eğitim bilimsel verilere göre problemli bir öğrencide ebeveyn ve öğretmenin yanlış tutumunun payı yüzde altmış.

Bu oranı tersten okursak, “yaramazlık” yapan öğrenci yüzde altmış oranda masum!

Eski Yunan’da, Roma İmparatorluğu’nda ve Osmanlının kimi dönemlerinde ve özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında ahlaki ve etik değerler konusunda öğretmenlerin, rengiyle, duruşuyla, sahip olduğu değerleriyle, bırakın okulu ve öğrencileri, topluma öncülük ettiğini görüyoruz. Gelelim günümüze…
Bir defa “eğitim” tanımının içi tamamen boşaltılmış durumda. Yani artık eğitim, “istendik davranış değişikliği” değil. Söylemeye dilim varmıyor ama üniversite ve ödüllü yarışma programlarına adam hazırlayan; içerisinde kuru, ansiklopedik bilgiler yığını olan, bir yerlerden ödünç alınmış, eğreti bir sistem çöplüğü durumunda.

Hâlbuki eğitimin en karakteristik özelliği, insanı öteleyip onun yaşamına bazı artılar katmasıdır ve o yüzden de en başta kendisinin sağlam bir temele oturması zorunludur.

Sokrat’a göre gerçek bilgi, insanın özümseyip içselleştirdiği bilgidir. Şöyle der: “Hiç kimse bilerek kötülük yapmaz!”. İşte bu yüzden sigara içen bir öğretmenin çocuklara, “Sigara içmeyin, sigara sağlığa zararlıdır!” demesi etik değil, etik dışıdır.
İçimizde hocasından dayak yemeyen var mı?
Bu soruya, son dönemde mezun olanlar hariç, kaçımız “hayır” diyebilir? Sadece dayak konusu bile eğitimde etik sorunsalının, üstü örtüle örtüle, ne boyutlara tırmandığının açık bir göstergesidir.

Hocasından dayak yiyen adam karısını döver- kocasından dayak yiyen kadın da çocuğunu döver elbette. Hocasından dayak yiyen polis işkence yapar. Neden mi? Çünkü rol model gördüğü, örnek aldığı hocası kendisini dövmüş ve “adam” etmiştir.

Toplumda gittikçe tırmanan şiddet kültüründe en büyük payın dayakçı öğretmenlere ait olduğunu söylesek hiç abartmış olmayız.
Liselerde yazın yapılan ve kabaca “bütünleme sınavı” diye de adlandırabileceğimiz ortalama yükseltme ve sorumluluk sınavlarında (ortalama yükseltme sınavları 2014’te kaldırıldı, sorumluluk sınavının da sayısı artırıldı) genelde hocalar çocuklara kopya verirler.

Sıkı durun; onlara sorarsanız yaptıkları şey kopya değil, basit bir yardımdır. Basit de bir gerekçesi vardır: “Eğitim zaten ergenlik dönemindeki çocuklara dadılık yapmak değil mi? Tamam işte, mesai bitti, mezun edelim gitsinler başımızdan.” Hatta bu geleneği, özellikle resim, müzik, beden eğitimi öğretmenlerinden bir güruhun ağırlıkta olduğu, normal yazılı sınavlarında da sürdüren ve elinde telefon masasından kalkmayarak sözde öğrencilerin kopya çekmelerine göz yumarak onlara yardımcı olduğunu sanan “iyi” öğretmenler az değildir.
Pedagojik açıdan ise olay tam bir felaket…

Kendi ellerimizle çocuklara hırsızlığı, emek harcamadan kazanmayı öğretiyoruz. Büyüdüğünde kapkaççı, hırsız, dolandırıcı olması kuvvetle muhtemel bu çocuğun suçlusu bizzat biz öğretmenleriz.
Çevrenizi biraz dikkatli gözlemlediyseniz okula; deftersiz, kitapsız bir şekilde turist gibi giden öğrenciler görürsünüz. Onlar okulun uyanıklarıdır, iyiliksever (!) öğretmenlerin yazın bütünleme sınavında ya da şimdilerde olduğu gibi şişirilmiş notlarla kendilerine yardımcı olacaklarını bilirler.
Okullardaki yazılı sınavlarını merkezi sınav şeklinde yapmadığımız ve koridorlara bolca serpiştirdiğimiz kameralardan en az birer tane de sınıflara koymadığımız sürece ne söylesek nafile: İsterseniz Finlandiya eğitim sistemini getirin, çalışmaz!
24 Kasım Öğretmenler Günü’nde sağ olsunlar yavrularımız bizleri unutmazlar ve sınıf annesinin de el altından desteklediği organizasyonla; mücevher, laptop, takım elbise, şık bir saat ve hatta Nişantaşı, Etiler gibi nezih muhitlerde bir arabayla bizleri hatırlarlar…
Bir dakika şu duygusal atmosferi bir dağıtalım isterseniz. Rüşvet yiyen tapu memuru ya da bir trafik polisinin bizim “kutsal” öğretmenimizden ne farkı kaldı şimdi? Onlar da küçük bir hediye mukabilinde vatandaşın işini görmüyorlar mı?

Meslektaşlarım kızmasınlar ama kimi kamu personeline yolunu bulmayı uygulamalı olarak öğreten biz öğretmenleriz. Bir araştırmaya göre Türkiye’de yatırıma harcanan her yüz liranın otuzu rüşvete gidiyormuş, bu bir tesadüf mü?
Burada bir parantez açmadan geçmeyelim. Ülkemizde rüşvet alan kamu görevlileri olduğu gibi, rüşvet almayan ilkeli, dürüst ve namuslu memurlar da var. Onlar konumuzun dışındalar. Elbette bir insan için akşam çocuklarına helal, alın teriyle kazandığı ekmeği götürmesinden daha güzel ne olabilir? Çocuklarımıza bırakacağımız en güzel miras, para pul şan şöhret gibi renkleri zamanla solacak “renkli” oyuncaklar değil, onurlu bir yaşam olmalı.
Bizim okullarda uygulanan bir de öğrenci kılık-kıyafet yönetmeliğimiz var. 1981’de çıkarılan bu yönetmelik çok eski ve ne yazık ki, artık çağımıza yanıt vermiyor. Buradan devlet büyüklerimize sesleniyorum: “Lütfen şu yönetmeliği değiştirin hatta mümkünse tamamen kaldırın.” (Sanırım Bakanlık bu çağrımı duydu: 2014 yılında kılık-kıyafet yönetmeliğinde türban dâhil pek çok konuda özgürlükçü diyebileceğimiz önemli değişiklikler yapıldı ancak kraldan çok kralcı okul müdürleri işgüzarlığa devam ediyor hâlâ.) Bu yönetmeliğin uygulanmasıyla ilgili okullarda maalesef çok çirkin görüntüler var. Öğrencinin beyninin içindekilerle değil de kılık kıyafetiyle, saçıyla makyajıyla ilgileniyor sadece kimi idareciler.
Önünden geçerken öğrencilerin tir tir titredikleri öğretmenler odasından söz etmeden yazımızı bitirmeyelim.
Tertip-düzen timsali sevgili öğretmenlerimizin vitrini öğretmenler odası, çöp kovasından farksız. Kitaplar, dönem ödevleri, test kitapları, yaprak testler, kâğıtlar, zarflar ve yiyecek artıkları masaların üzerinde ve elbise dolaplarının içerisinde rastgele atılmış durumda… Biz sevgili öğretmenler işte o odadan çıkıp sevgili öğrencilere tertip düzen ve temizlik gibi konularında ders veriyoruz…
Hadi tamam çocuğa kötü örnek olduk, yetmedi bir de sahtekârlığı öğretiyoruz, çocuğun temiz zihnini bulandırıyoruz. Allah’tan çocuklar çok zeki de bizim gibi sahtekârları örnek almıyorlar.
Ben burada sadece yaygın olan birkaç etik dışılıktan söz ettim.

Menfaat karşılığı öğrencileri geçirenlerden, kurs açıp kursa gelmeyenleri sınıfta bırakmakla tehdit edenlere, okul dışında ayrıca bir dershanede çalışıp dershanesine gelenlere sınıf geçirmeyi vaat edenlere, kendi öğrencisine özel ders verenlere değin okullarda yaşanan bir dizi etik dışılığı atladım. Onlar da ayrıca birer ilkesizlik örneği olarak inceleme konusu elbette…

Osman Akyol

Biraz Tebessüm

Yeni bir teğmen göreve başlamış. Çok içiyormuş. Albay çağırıp nasihat vermeye başlamış. “Bak oğlum bu kadar içme. Rütbe alamazsın. Daha yüzbaşı, binbaşı, albay olursun yoksa halin zor” deyince teğmen “Boş ver be albayım. Ben bundan 2 duble içince General sanıyorum kendimi. Rütbe için bırakacaksam askerliği bırakırım.” 🤣

*** *** ***

Bir adam bir kadına aşık olmuş. Evlenelim diye ısrar ediyor. Çok ısrarlar karşısında kadın Evet diyor. Evleniyorlar. Sabah adam uyanıyor. Bakıyor aynanın önünde bir asker resmi. Bağırmağa başlıyor kadına “İlk günden utanmıyor musun beni aldatmağa. Sevgilin mi buuu” Kadın diklenip “Ne bağırıyorsun böyle. O benim resmim. Askerdeyken çektirmiştim…” 🤔

*** *** ***

Adam işten erken gelir. Karısını yatakta biri ile yakalar. Bağırmaya başlar. Öteki yataktan iner. 2 metrenin üzerinde bir adam. Karısın “Bu kim ulan” der. ‘‘Karısı da basketbolcu” der. Adamı kovar evden. Karısı söz verir “Affet kocacığım bir daha olmayacak” der. Bir müddet sonra yine erken gelir. Başka birini yakalar. Bağırmağa başlar. Karısı yalvarır, affeder. üçüncüye yine erken gelir. Başka biri var. Yataktan bir cüce çıkar. Adam şaşkınlıkla “Bu ne ulan karııı” diye bağırınca karısı “Ne bağırıyorsun yahu. Alışkanlıklar kolay bırakılmıyor. Bak ufak ufak bırakmağa çalışıyorum! “

*** *** ***

Baba akşam eve gelir. Çocuğu dua etmektedir. “Allah’ım dedem ölsün.” Ertesi günü dede ölür. Diğer akşam dua eder. “Allah’ım annem ölsün” Anne de ölür. Bir gün sonra yine dua ederken baba dinler “Allah’ım babam ölsün” Baba uyuyamaz. Sabah olur bakar ki sağ. Oğluna “Bak bu sefer duan tutmadı” deyince oğlu “Tuttu tuttu, gece mahallenin imamı ölmüş” !!!

Hayati Sarnık

 

Futbol Dünyamızdaki Kirlenme

Son günlerde televizyon kanallarında Türk futbolunun düştüğü durumu izliyoruz. Korkusuz gazeteci Murat Ağırel tarafından Futbol dünyamızdaki kirlenmeyi ortaya döktü.

Eğer bu kirlenme başka ülkelerde olsa futbol kulüpleri ağır cezalandırılırdı. Şaibeli bir banka müdiresi tarafından kandırılan futbolumuzun düştüğü durum çok üzücü…

Sizler para uğruna Cumhuriyetimizin 100. yılında Büyük önderimiz ATATÜRK’ün ben sporcunun ahlaklısını severim sözüne de ihanet ettiniz yazıklar olsun sizlere!!!

Orhan Ayber

 

Çocuk

Bu göz göze
gelişlerimizin

Bi anlamı olmalı
çocuk,

Bu kaçıncı bakış
çocuk,

Bu Kaçıncı kaçışı
gözlerinin bendeki,

Bu kaçıncı devir
gözdaşlık ediyorsun,

Çok zamandır
tanıdık geliyorsun,

Tıpkı

Çocukluğumun
göz pınarlarındaki

Göz yaşları gibiydi

Yağıyorlarken üzerime çocuk,

Sen

Ben

Damlalar…

Herkes
kimsesiz,

Her şey
çaresiz

Ve

Hepimiz
gün doğumlarına gebeyiz!…

aLi taşkala✍🏻
#Tunceli 06.11.2023

Saffet Arıkan

Atatürk’ün bir elin parmakları kadar az devrimci arkadaşlarından biri Saffet Arıkan’dır.

Saffet Arıkan bundan tam 76 yıl önce öldü.

Ölümünün 76. yılında andığımız devrimci Saffet Arıkan’ı ana başlıklarla tanıyalım.

1888 yılında Erzincan’da doğdu. 26.11.1947’de İstanbul’da öldü.
• 1910 yılında Harp Akademisi’nden kurmay yüzbaşı olarak çıktı.
Çanakkale savaşlarına katıldı. Tüm yaşamı boyunca Mustafa Kemal Atatürk’ün çok sevdiği, çok güvendiği kişilerden biri oldu.
Binbaşılığa yükselince staj için Almanya’ya gönderildi.
• 16 Mart 1920: İsmet Bey’le (İsmet İnönü) birlikte Anadolu’ya geçti. Bu önemli olayı aşağıda ayrıntılı olarak anlatacağım.
• Kurtuluş Savaşı sırasında ortaya çıkan çok sayıda isyanlardan biri olan Aznavur Ayaklanmasının bastırılmasında önemli görev yaptı.
• 1921 sonlarında Moskova Askeri Ataşeliğine atandı.
• 1923’de Kurmay Albayken ordudan ayrıldı. Mustafa Kemal Atatürk’ün isteğiyle Kocaeli’nden milletvekili seçilip Meclis’e girdi.
1947’ye değin; 2.,3,.4.,5.,6., ve 7. dönem milletvekilliği yaptı.
• 1925-1931 sürecinde, yani Atatürk Devrimlerinin bir birini takip ettiği dönemde, CHP Genel Sekreterliği görevini üstlendi.
• 1935-1938 sürecinde, Mustafa Kemal Atatürk’ün isteğiyle Milli Eğitim Bakanlığı yaptı. Bu dönemde, sonradan Köy Enstitülere dönüşecek olan Köy Öğretmen Okullarını kurdu. Milli Eğitimde “İlköğretim Seferberliğini” başlattı.
Bakanlığının daha 22. gününde İsmail Hakkı TONGUÇ’u İlköğretim Genel Müdürlüğüne getirip şu hedefi gösterdi: “Bozkıra çıkarma yapacağız! Karşımıza çıkacak her engeli aşacağız!”
• Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de ölümünden hemen sonra, İsmet İnönü tarafından Milli Eğitim Bakanlığı’ndan alındı.
• 1940 Köy Enstitüleri Kanunu’nun çıkarılmasında öncülük etti.
• 1940-1941: Milli Savunma Bakanı görevine getirildi.
• 1942-1944: Berlin Büyükelçisi olarak görev yaptı.
• Saffet Arıkan’ın ölümünden hemen sonra, kardeşi Baha Arıkan şu açıklamayı yaptı: “Saffet Arıkan’ın tuttuğu notların üzerinde ‘ATA’NIN EMİRLERİ’ yazılıdır.”

Şimdi, bazı olayların ayrıntılarına girelim.

ANKARA’DAN MUSTAFA KEMAL ÇAĞIRIYOR

16 Mart 1920 günü İstanbul işgal edildi.

Birinci Dünya Savaşı galip devletlerinin askerleri, başta İngilizler olmak üzere İstanbul’a girdiler.

Büyük bir karakolu bastılar. Askerleri şehit ettiler…

Bundan sonra olanları İsmet İnönü hatıralarında şöyle anlatıyor:

“İstanbul’un işgalinden sonraki iki üç gün içinde, bir gün, Saffet Bey (Arıkan) evimize geldi. Sanırım Mart’ın 19’uncu günü oluyor. “Seni Ankara’dan Mustafa Kemal çağırıyor. Hazır mıyız?” dedi.

Ben o zaman Süleymaniye’de kayınvalidemin evinde oturuyordum…
Saffet Bey’in bize gelişi ikindiye doğru bir saate rastlar. O gün Saffet Bey’in geleceğini bilmiyordum. Böyle bir ziyaret beklemiyordum. Saffet Bey geldiği sırada, eşim Mevhibe Hanım’la beraber sokağa çıkmak üzere hazırlanmıştık. Saffet Bey’den haberi alınca, “Hazırım, hemen hareket edelim” dedim…

Saffet’le Haydarpaşa’ya geçtik, trene bindik, Maltepe’ye gittik.

Maltepe’de Piyade Atış Okulu vardı. Yenibahçeli Şükrü’nün idare ettiği bu merkez, İstanbul’dan Ankara’ya geçeceklerin işlerini kolaylaştırıyor ve onlara yardım ediyordu.

O geceyi atış okulunun subaylarından birinin evinde geçirdiğimizi hatırlıyorum. Bize okuldan iki er elbisesi getirdiler. Elimize bir vesika verdiler. Kıyafet değiştirdik… Sabaha karşı bir kafile halinde hareket ettik. Önümüzde zabitler vardı.

Biz Saffet Arıkan’la üzerimizde er elbiseleri olduğu halde kafiledeki başka erlerin arasında yürüyerek gidiyorduk. Odun kesmeye, hizmete giden askerler olarak gidiyorduk. Yolculuk böyle başladı…”

(Burada bir açıklama yapayım: Er elbiseleri giyerek yola koyulan İsmet İnönü gerçekte Kurmay Albay, Saffet Arıkan da Kurmay Binbaşı idi.)

“Yolda aldığımız bilgilere göre İzmit işgal altında idi. Biz İzmit’e ve büyük şehirlere, büyük merkezlere uğramaksızın köylerden gidecektik…

Daha İzmit’e gelmeden, hatırlayamadığım bir yerde bizim gibi Ankara yolculuğuna çıkmış bir kafileye rastladık. Büyücek bir kafileydi. Osmanlı Meclisi Reisi Celalettin Bey ve daha bazı milletvekilleri, Çerkez Ethem’in ağabeyi Reşit Bey bu kafiledeydiler. Bundan sonra yolculuğumuz beraber geçti.

Kafilemiz devamlı yol alıyor. Celalettin Arif Bey ve diğer yolcuların bir kısmı mebus oldukları için onlar itibarlı yolcular. Kimisi atta, kimisi arabalarda gidiyorlar.

Saffet’le ben yürüyoruz…

Bu seyahat yirmi gün sürmüştür.

Kafilemiz nihayet 9 Nisan’da Ankara’ya vardı.”

“ATATÜRK” SÖZCÜĞÜNÜ BULAN SAFFET ARIKAN

“Atatürk” sözcüğü ilk kez, Saffet Arıkan’ın 26.09.1934 günü İstanbul Radyosunda yaptığı konuşma metninde yer almıştır.

İşte bu olayın öyküsü:

Saffet Arıkan’ın kardeşi Baha Arıkan , Galatasaray Lisesi’ndeyken Edebiyat Tarihi öğretmeni İbrahim Necmi Dilmen bir gün kendisine şöyle der:

“Atatürk, soyadını, ağabeyinin bir nutkunda ilk defa kullandığı ‘Atatürk’ sözcüğünü beğenerek almıştır.”

Bahri Arıkan, bu konuyu ağabeyine sorar.

Saffet Arıkan şunları anlatır:

“Milli Eğitim Bakanı olmadan önce, 1934 yılı dil kongresinde, Dil İnceleme Derneği başkanlığına getirildim. Kongreden bir süre sonra, 26 Eylül günü, dil bayramıydı. Birinci Türk Dili Kurultayı açıldığı gün, İstanbul Radyosunda bir konuşma yaptım. Bu konuşmamın metni, ertesi gün Hakimiyeti Milliye gazetesinde yayınlandı:

‘Hanımlar, Beyler.
Bugün, büyük önderimiz Ata Türk’ün budunumuza armağan ettiği bayramlardan birini yaşıyoruz, dil bayramınız kutlu olsun yurttaşlar.’

İşte, ‘Atatürk’ sözcüğü. Mustafa Kemal’in bu soyadını almasından yaklaşık iki ay önce ilk kez, Saffet Arıkan’nın bu radyo konuşmasında geçmektedir.

Değerli Dostlar,

Devrimci Saffet Arıkan’ı ölümünün 76. yıl dönümünde sevgi, saygı ve özlemle anıyorum…

Yılmaz Dikbaş
27 Kasım 2023, Pazartesi
0532 233 31 52

Yaşanır Kentler, Adil Demokratik Ülkeler Düşündeyim

28 Kasım 2023 tarihinde, yani yarın, 18 Mart Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde bir ameliyat daha geçireceğimden, sevgili dostum İrfan Mutluay’ın CHP’den Çanakkale Belediye Başkanlığı için aynı gün yapacağı adaylık açıklamasında ne yazık ki yanında bulunamayacağım. Bu yazı ona başarı dileğimdir. Aydınlık, demokratik ve özgürlükçü bir Türkiye için işaret fişeği olsun adaylığı… Ve bir seferberlik ilanı, Çanakkale’den başlayan…

Birkaç hafta önceydi; İrfan Mutluay’la konuşmuştuk ayak üstü.

“Destek bulacağıma inanır, halkta ciddi bir karşılığımın olduğunu görürsem Çanakkale Belediye Başkanlığı için adaylığımı açıklayacağım” diye başladı söze.

İçimi sevinç kaplamıştı.

Ama hemen arkasından da; “Bu kararının, öncelikle mevcut Belediye Başkanı Ülgür Gökhan’ın kararına bağlı olduğunu,” söyledi.

Nasıl yani dedim.

“Hali hazırdaki görevim olan Çanakkale Belediye Başkan Yardımcılığına Ülgür Bey’in daveti üzerine geldim. O aday olursa karşısına çıkmam. Vefa yalnızca İstanbul’da bir semtin adı değil benim için,” diye de sürdürdü sözlerini.

Şaşırmıştım.

Her şeyin kirlendiği, herkesin herkesi özel çıkarları için kullanmaya kalktığı ve herkesin başkasının omzuna tırmanarak yükselmeye çalıştığı bir dünyada böyle birinin varlığı, çok ama çok şaşırtıcı geldi bana. Hem de Çanakkale gibi bir yerde.

Kendisini çevre hareketlerinden ve Kazdağları’nda Kanadalı Alamos Gold Maden Şirketine karşı verilen mücadeleden tanıyorum. Bir insan sıcağı olarak bulurum onu. Çalışmalarını da az çok biliyorum. Hele bir kültür insanı olduğunu. Sanatın toplum hayatında işin olmazsa olmazı olduğuna olan samimi inancını. Ve nasıl bir insani öz taşıdığını… Deprem bölgesinde hayatı yeniden başlatmak için belediye olarak atılan adımların başında o vardı. Bölgeye çeşitli ve çok miktarda tohum gönderme faaliyetleri sürdüğü günlerde de karşılaşmış, ayak üstü başarılar dilemiştim kendisine. Karşılaşmalarımızın birinde söz nasıl gelip dolaştıysa; “Çanakkale kimsenin hayal bile edemeyeceği bir tarım kenti, bir ziraat kenti, bir sanayi kenti ve bir turizm kenti olabilir” demesi var ki o ses hala kulaklarımda.

Aynı sözü bir kez daha tekrarladı.

Bu yetmez dedim.

Dedi ki; “Sizin demek istediğinize getireceğim sözü.”

Sustum, dinlemeye devam ettim.

“Evet Çanakkale suyun kenti, rüzgârın kenti. Tamam! Eyvallah! Ama aynı zamanda bunlara sığamayacak, bunlarla yetinemeyecek olan da bir kent.

Bir tarih denizi her şeyden önce burası. Bir kültürler müzesi!

Burası sahiden de aşkın, edebiyatın, sanatın başkenti olabilir.

Ama sizlerle olur.

Dediğiniz gibi; baş başa, düş düşe verirsek olur.

En azından bilgimiz, bilincimiz kadarını başarırız. Vicdanlarımız devreye girer.” Bunları söylerken sevdalı bulut gibiydi gözleri, büyük yolculuklara hazırlanan bir yüz ifadesi vardı. Ve yarınları çağrıştıran bir ses tonu…

Şaşkınlığım bir kez daha artmıştı.

Ortamın sessizliğini yine kendisi bozdu:

“Bu kentte herkes, herkesin kimsesi olabilir. Kimse kimseyi ötekileştirmeden yaşayabilir. Yeter ki meseleye kamucu bir anlayışla yaklaşılsın. Burada her şey herkese yeter de artar bile. Hepimizden bir ‘biz’ yapabiliriz burasını. Kaldı ki Çanakkale Türk’ün, Kürdün, Laz’ın, Çerkez’in bu coğrafyada kimler yaşıyorsa onların şehri aynı zamanda. Çünkü onların verdiği mücadeleyle kazanılmış bir şehir. ‘Çanakkale geçilmez’ sözü bağımsızlığın, Türkiye Cumhuriyeti’nin önsözü olmuş her şeyden önce…”

Dedim ki İrfan Bey!

Dedi; “Son bir şey! Bitiriyorum.”

Sustum!

Dedi, “Yine sizin bir yazınızda ifade ettiğiniz gibi; her düşünceden, her kültürden ve her renkten bir çiçek tarlasında dönüşebilir Çanakkale. Aşkın, barışın, sanatın başkenti olabilir. Bir doğa harikası olarak da örnek olur dünyaya. Bu mümkün! Bu anlattıklarım bir çağrıdır da aynı zamanda.”

Çok duygulanmıştım.

Ayaküstü konuşma biraz uzun sürmüş olsa da aklıma gelen şu sözle selamladım İrfan Mutluay’ın anlattıklarını:

Gelecek beklenen bir şey değil, yapılan ve yaratılan bir şeydir. Hele baş başa düş düş verilirse bu dedikleriniz neden olmasın!

Hadi yolunuz açık olsun İrfan Mutluay, dedim. Ve sonra da ayrıldık.

Düşünsenize barıştan, adil yönetimden, kardeşçe ilişkilerden yapılmış, doğasına sahip çıkılmış bir dünya kenti…Bir sanat, kültür ve turizm kenti… Birlikte üretilen, kardeşçe bölüşülen bir kent. Kimsenin aç açıkta kalmadığı, gülen yüzlerden oluşan bir deniz kenti… Bir su ve rüzgâr kenti.

Hayal etmesi bile güzel.

Ayrıldıktan sonra da CHP Genel Merkezinin, Çanakkale CHP Teşkilatının, Çanakkalelilerin böyle bir adayı anlayıp anlayamayacağı takıldı kafama. CHP’nin huyudur bazen öyle birini getirir dayatır karşına ki çık çıkabilesin işin içinden.

Bu düşüncemden bir anda sıyrıldım nasıl olduysa. Dedim, Çanakkale halkı aydınlık bir halktır, öncüdür. Dedim, Çanakkale Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında bir başlangıçtır ne de olsa. Dedim, şimdiye kadar yaşanmamış, yapılmamış güzel şeyler için ve Çanakkale’nin bir dünya kenti olması için İrfan Mutluay neden bir başlangıç olmasın ki! Cumhuriyetin 100. Yılında, cumhuriyeti geri kazanmak, içeriğini demokrasi ile taçlandırmak neden imkânsız olsun! Cumhuriyet ikinci yüzyılına girerken gerçek anlamda adil, demokratik ve özgürlükçü bir Türkiye’nin başlama noktası neden Çanakkale olmasın, öyle ya! Çanakkaleliler İrfan Mutluay’ı kendilerine belediye başkanı seçmekle en azından Yılmaz Büyükerşen ve Fatih Maçoğlu gibi belediye başkanlarını da yalnız bırakmamış olurlar. Fena mı!

Baktım yaşanır kentler, adil demokratik ülkeler düşündeyim. Baktım dilimde Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın o güzelim; o ateşten, o çiçekten ve o düşten dizeleri:

“Mustafa Kemal’i gördüm düşümde
Daha diyordu
Zafer ırak mı dedim
Aha diyordu”

Hayrettin Geçkin