
Bir Kişi Ne Kadar Çalışmalı?
Sonunda korktuğum başıma geldi: İki yıldır kör topal geçtiğim fizik dersinden bir yıl bekleyeceğim. Üniversite sınavlarını da kazanmışken bu darbe yaşamımı altüst etti. Duruma en çok babam üzülecek. Evin en büyük çocuğu sıfatıyla öteki kardeşlerime örnek olmam gerekirken…
Hepsi de okula giden dört kardeşimle annem bir Ege kıyı kentinde otururken, babamız ülkenin güneydoğusunda petrol rafinerisinde çalışıyor. Kıt kanaat geçinip kazandığının önemli bölümünü bize gönderiyor. Annem dikiş dikiyor; ben tatillerde çalışıp yıl içinde öğrencilere ders veriyorum. Ancak idare ediyoruz. Fizik bütün işleri berbat etti. Ara sıra namaz kılarken şimdi iyice sıklaştırdım. Hızır tez zamanda yetişti; babama oturduğumuz kentte iş bulduk. Babam, çektiği telgrafta hemen oraya gitmemi bildirmiş.
Annem, olacakları sezinlemiş gibi bavuluma ne var ne yoksa doldurdu. Hiç bitmeyecek kadar uzun süren tren yolculuğunda kompartımana birileri geldiler, hayat hikâyelerini anlatıp yaşamımdan çekiliverdiler. Gözlerim pencereden kayıp giden bozkırda, sigaranın birini ötekine ulayan dedenin, torunlarını ve onu yalnız başına bırakan oğullarını dinledim. Dedenin indiği istasyonda yerine oturan bıçkın delikanlının çapkınlıklarına ve içki âlemlerine arkadaş oldum. Ankara’da çalışan avukat, hep kazandığı davaları diline dolamıştı. Dik oturuşlu, kısa kesilmiş saçlı adam Türkiye’yi kurtarma reçetelerini sıraladı. Karşımdaki efendiden genç adam, doğu hizmetine giden birisiymiş.
Annesinin pişirdiği zeytinyağlı dolmaları ikram etti. Karşılık olarak börek sundum. Tren dağlara sardırdığında daha az konuştuk, daha çok uyuduk; uyandıkça derinlerde kıvrılarak akan ırmaklara daldık, sarp yamaçlara tırmandık, yeniden uyuduk. Heybeleriyle gelip bizden de az konuşan ve çok sigara sarıp içen adamları hemen hiç anlamaz olduk.
İstasyonda babam karşıladı. Ayrıldığı yere beni işe koyduracakmış. Bir hafta içinde işlemleri tamamladık. Çektirdiğim fotoğrafların, doldurttuğumuz kâğıtların sayısını şaşırdım. Zavallı kafa kâğıdım, işler ters gidecek korkusuyla terleyen ellerimde buruştu, rengini yitirdi. Tam babamın ayrılacağı gün işe başladım. Uğurlamaya bile gidemedim.
İşyerim, rafineriden uzakta ama kasaba merkezine yakın. Haritada içi boş küçük bir yuvarlak olarak gözüken kasaba, aslında büyücek bir köy: Kerpiçten evler, alçacık iskemleli ve duvar halılı kahvehaneler, el kadar vitrinleri kaçak çakmak, saat ve çakılarla dolu bakkallar, başları poşulu yaşlı erkekler, yaşları belirsiz başları örtülü kadınlar… Sokakları asfalt, lojmanları bahçeli, mühendisi ve sekreteri bol rafineriyle Orta Çağ’ı yaşayan kasabanın sınırını demiryolu çiziyor.
Bir yanını demiryolunun çevrelediği büyük arsanın yola bakan duvarına demir kapı takmışlar. Üzerinde bir levha: Saha Değerlendirme Âmirliği. Soldaki küçük yapı benim işyerim. Albay emeklisi olan âmirden başka bir şef, iki memur ve bir odacı var. Kapısını saygıyla tıklatıp gene saygıyla masadan iki metre uzakta el bağladığımda, âmir beylik bir-iki soruyla beni başından savdı ve şefe havale etti. Sümenin üstünde unutulmuş gibi duran elleri, ben ayrılıncaya dek kıpırdamadı. Gündüz vakti güneş gözlüklerinin ardına sakladığı, dışarıda çalışan işçileri inceleyen gözleriyle, belli belirsiz kımıldayan dudaklarından gayrı yaşayan bir yanı yoktu. Daha sonra odasına ne zaman girdiysem onu hep aynı konumda buldum. Oturduğu koltuktan kalkmaz, hiç telefonla görüşmez, okumaz ve yazmazdı.
Şef orta yaşlı, cana yakın bir adamdı. Benimle uzun uzadıya sohbet etti, iş arkadaşlarımla tanıştırdı. “Sahamıza sizin gibi değerli bir arkadaşın gelmesiyle daha bir değerlendik.” diyerek ya iltifat etti ya da dalga geçti.
Aynı büroyu paylaşacağımız Selâhattin Bey, bir partinin eski ilçe başkanı. Abdürrahim Bey eşraftanmış. Ağır hareket eden, az konuşan, oturaklı birisi. Selâhattin Bey hemen çay söyledi. Söylemese bile odacı günde on kere getiriyor. Çelik masanın üstüne kocaman bir yazı makinesi kurulmuş, oturuyor. Oda, sürekli içilen sarı saçlı kaçak tütünün dumanıyla sarhoş. Selâhattin Bey askerlik anılarından başladı, işi particiliğe getirdi ve akşamı ettik.
Ertesi günkü programında kaçakçılık vardı. Konuyu tüm derinliğiyle inceledi, oralı tembel köylülere verdi veriştirdi, ülkeyi tarımla kalkındırdı.
Daha sonraki günlerde çapkınlıklarını, hayvanlarla gençlikte kaldığını ileri sürdüğü ilişkilerini, başlık parası bulamadığı için birbirleriyle “samimi olan” erkekleri anlatırken Abdürrahim Bey ağır ağır kara bıyıklarını buruyor, odacı Mıho “Hele rezil!” diye kovalanıncaya kadar işini ağırdan alıp kulak misafiri oluyordu. Bana çoktan sıkıntı bastı ama Selâhattin Bey, kahramanları birbirine karıştırarak aynı öyküleri yeni baştan ısıtıp önümüze sürüyor. Asıl imrendiği iş, tek katlı mühendis lojmanlarında bahçıvanlık yapmakmış. Saf saf nedenini soruyorum. “Evladım” diyor, “Mühendisler sondaja gidip aylarca gelmeyince sarışın, beyaz etli avratlarının hizmetini görürsün. Bundan büyük şeref olur mu bizim gibilerine?” Yüzüne baktığımı görünce bahçıvan Haso’yu, Reco’yu, Hamo’yu ve başkalarını örnek gösterip kıs kıs gülüyor. Abdürrahim Bey yine bıyıklarını sıvazlıyor.
Bazen öğleden sonra ortalığa sessizlik çöküyor. Âmir de, şef de şekerleme yapıyorlardır çünkü iş arkadaşlarım gazete okuyor numarasıyla kestiriyorlar. Sonra gelsin çaylar, akşamüstü taze simitler… Bir gün aklıma esti, ne zaman iş yapıldığını sordum. Cin çarpmışa döndüler. “Aman, ağzından yel alsın!” dediler. Ya arsada öbek öbek yığılı duran, sondaj alanlarından getirilmiş parçaları ayıklayan işçiler? Ele güne gösteriş olsun diyeymiş. Asker emeklisi âmirimiz çok iyi bir insanmış. Soğuklar bastırana kadar işçilere yaptırdığı tek şey, kümelerin yerini değiştirmekmiş. Kışın, yörenin hayvanları gibi, insanları da uykuya yatarmış.
Hava daha erken kararmaya başladı. Artık Selâhattin Bey’in anlattıkları bir kulağımdan girip ötekinden çıkıyor. Dışarıda işçiler, aralarından birisini namaz tahtasına oturtmuşlar; o bilmediğim dilden türkü mü çağırıyor, dua mı okuyor, ağıt mı yakıyor? Daktilonun tuşlarına ses çıkarmadan parmak uçlarımı sürüyor, harflerin yerlerini aklıma kazımaya çalışıyorum. Karar verdim, şeften iş isteyeceğim.
Oda arkadaşlarım beni caydırmak için çok uğraşıyorlar. İnatlaşmaya gelince üstüme yoktur. Hemen şefin karşısına dikiliyorum. Uykusunu açtığımdan olacak, bir azarlamadığı kalıyor: “Günler çuvala mı girdi? Yarın, efendim. Yarın sabah gelin!” Sabahı zor ediyorum. Herkesten önce gelip yerimi alıyorum. Şef bir klasörü raftan indirip önüme sürüyor. “Bunlar” diyor, “asıl değerlendirme alanımızda korunan eski lastiklerin listesidir. Yapacağınız iş, listede dağınık biçimde el yazısıyla yazılmış lastikleri marka ve numara sırasına koymak, daktilo etmektir!” Bayram armağanı almış çocuklar gibi sevinçliyim. Şefe teşekkür ediyorum. “Kontak mı bu?” gibilerden kafasını sallıyor.
İki ay boyunca oda arkadaşlarımı lastik markalarıyla sinir ettim. Her günkü huzurlu sessizliğin, çay höpürtülerinin, tatlı sohbetlerin yerini seyrek aralıklarla tuşlarına vurulan daktilonun tıkırtısı almıştı. Selâhattin Bey, “Hele bir yol kes şu zırıltıyı, kurban! Az biraz insan olak!” dedikçe bana sinir basıyor, yanlış yapıp beş kopyanın her birini tek tek siliyordum.
Geceli gündüzlü çalışmanın sonunda eserim ortaya çıktı. Övünçle götürüp şefin masasına koydum. Beni kutladı ve bir süre “dinlenmemi” salık verdi. Selâhattin Bey, “Bize bu çektirdiklerinden sonra bir hafta çaylar senden” diyerek hoşnutluğunu belli etti. Abdürrahim Bey gülümseyerek bıyıklarını okşadı.
Karlar çözülmeye başlarken işçiler bir yerlerden çıkıp geldiler. Namaz tahtası ortaya konuldu. On-on beş işçi, çelik matkap uçlarını, paslı zincir baklalarını, kalın boruları, demir makaraları, pimleri oradan alıp öteye taşımaya başladılar. Arkamdaki pencereye uzanan ağaca bir kuş kondu. Pencerenin dış pervazına simit kırıntıları serpiştirdik.
İş arkadaşlarıma danışmadan şefe gittim. Bu kez azarladı: “Ben size ‘dinlenin’ dedim. Ne laf anlamaz arkadaşmışsınız!” Ağlamaklı oldum ama iki gün geçmeden yine kapısını tıklattığımda, “Bekleyin, odanıza geliyorum” dedi. Sözlerinin hedefine tam oturması için ötekilerin de tanıklığını arzulamıştı. “Şimdi yanınıza üç işçi alacaksınız. Ana sahadaki lastikleri teker teker silecek, seri numaralarını yazacak, eski listeyle karşılaştıracaksınız!” Şef işleri sıralarken iş arkadaşlarım acıyan gözlerle bana yan yan bakıyor, sonra saygıda kusur etmemek için şefe dönüyorlardı.
İşçileri aldım yanıma, düştük yola. El-kol işaretleriyle yarım yamalak anlaşabiliyorduk. Saha denilen yere varınca ilk kez korkuya kapıldım. Daktilo kâğıtlarında en büyüğü birkaç santimetreye sığan meretler, değişik boylarıyla önümüzde kapkara tekerlenip büyüyorlardı.
Otomobil lastikleri onar onar dizilmiş, tırtıkları kol kadar inşaat makinesi lastikleri sereserpe yayılmışlar, toz bezleri, kâğıt kalemle aralarına dalacak kurbanlarını bekliyorlar. Ötede, rafinerinin atık gazları göklere, kule gibi uzanan bir borunun ucunda yanıp duruyor.
Kıştan kurtulduk, baharı devirdik. Yağmurlar yağdı, üstümüzde kurudu. Tozlar kalktı, tenimize yapıştı. İşçilerle arkadaş olduk. Soğan kırıp ekmeğe katık ettik. Ben onları, onlar beni anlamaya başlarken kara lastikleri ardımızda bıraktık. Yeşil gözlü, beyaz tenli, siyah saçlı arkadaşlarımı dinleyip dudağımın üstünde yumuşak bıyıkları salıverdim.
Aylar sonra şefin karşısına çıktığımda adam lânet okudu:
“Allah cezanızı versin! Bizim üç yıllık işimizi elimizden aldınız. Artık ne hâliniz varsa görün!“
İnsanlar talihe, yazgıya inanmalıdır, derim. Başkentteki akrabaların mektubu tam zamanında imdada yetişti. İşi az bir yer bulmuşlar. Ücret düşükmüş ama rahat ders çalışır, sınavlara hazırlanırmışım. Çok çalışıp kendimi daha şimdiden tüketmenin anlamı yokmuş.
Bavul elde istasyona yürürken şefin dolaylı özür dileyen sözleri kulağımda çınlıyor:
“Yahu, biz de seni yerimizde gözün var sanmıştık. Değerli bir arkadaş olduğunu ilk gördüğümüzde anlamıştık ama… Benden sana ağabey nasihati: Çok çalışmazsan rahat edersin. Kimseyi küstürmez, kendine düşman etmezsin. Haydi, hayırlı yolculuklar.“
El değiştirmek için bavulu yere koyup çevreme bakıyorum. Çamurlu ham petrolü asfalt niyetine yola yayan makinenin ardındaki işçiler, silindir gelmeden önce kürekleriyle yeri pür telaş düzlüyorlar. Hendekleri kazanların alnından şıpır şıpır ter damlıyor. Bahçelerdeki kalın kara bıyıklı adamlar, iki büklüm ağaç diplerini çapalıyorlar. Bir kuş, ağzında solucanla yuvasına konmak üzere. İleride, tâ ileride, rafinerinin simgesi olan borudan dumanlı alev kıpkızıl fışkırıyor.
Yavuz Kürkçü

