
Bir Kez Daha: Yaşasın Edebiyat
Arif Damar’a bir etkinlik sırasında sormuştum: Şiirleriniz direniş şiirleri; karanlığa, kabalığa karşı bir başkaldırı adeta her biri. Siz korkmuyor musunuz? “Korkmak insanca bir şey. Ben korkmayanlardan korkarım. Ama insan adil bir dünya, özgürlükçü bir dünya savunucusu ise korkusunun üstüne çıkmadan insanlığın ve özgürlüğün sesi de olamaz. Şair, yazar hiç olamaz! Benim en büyük korkum gözlerimi kaybetmek. Okuyamasam, yazamasam ne yaparım!” Sorumu böyle karşılaşmıştı ulu şair.
Geçtiğimiz günlerde benzer korkuyu ben de yaşadım. Bir süre ne okuyabildim, ne yazabildim. Üç beş kitap, üç beş dergi bekleyip durdu beni masamın üzerinde günlerce. Gözlük sorunu tuz biber oldu korkumun üstüne. Gözlüklerimi değiştirdim neyse ki. Ama bir süre de uyum sorunu!
Her yerin ateşe verildiği, birkaç ülkenin birleşerek bir ülkeyi darmaduman ettiği bir dünyada; özgürlüklerin sınırlandırıldığı; hukukun, adaletin devre dışı bırakıldığı, doğa kırımlarının had safhaya vardığı-vardırıldığı, en büyük enflasyonun yaşandığı bir ülkede kendi durumunu, kendi sıkıntılarını düşünemiyor nedense insan. Yine de okuyabilmek, yazabilmek güzel şey ama! Özgürlük biraz da böyle bir şey belki de. Kötülüklerle başa çıkmak, kötülüklere karşı durmak böyle olanaklı… Her şey şaka gibi yaşanıyor ülkemizde. Ama hiçbirine gülemiyoruz. Şairin dediği gibi acı çekmek bile özgürlük bizim ülkemizde. Birkaç gün önce Şair İlhan Sami Çomak’ın 30 yıl hapsin aradan sonra özgürlüğüne kavuşmasını, hoş geldin dışarıdaki içeriye, diye yorumlasam da dışardaki içeride olmak her şeye rağmen yine de özgürlük… Yine de farklı. Okumak yazmak tek başına bir özgürlük zaten.
Neyse! Yeni gözlüklerim sayesinde Aynullah Akça’nın Favori Yayınları’ndan çıkan Bir Hava Korsanının Anıları adlı romanını bitirebileceğim nihayet. Yarım kalmıştı çünkü. Yine onun Klaros Yayınları’ndan çıkan Biz Neden Böyle Futbol Oynuyoruz adlı kitabı da sırada. Ahmet Özer’in Damara Dokunmak bitmişti zaten. Gözlerime ve gözlüklerime rağmen okuduğum kitap ve dergiler de var bu arada.
Birkaç gün önce başladığım ve bir bölümünü kah ağlayarak, kah acı çekerek, kah yeniden dönerek okuduğum Sezai Sarıoğlu’nun İletişim Yayınları’ndan elimize ulaşan Yaram Derine Düştü adlı kitabı da belli ki beni altüst edecek. Kitaba konu olan Cengiz Aksakal’ı, faşistlerce öldürülen kardeşi Remzi Aksakal’ı tanıyordum. Ağabeyleri Ali Aksakal benim öğretmenim, Ali Aksakal’ın oğlu Turgut’sa benim çocukluk ve gençlik arkadaşım. Kitapta geçen isimlerin büyük bir bölümünü de tanıyorum ayrıca. Kitap Şavşat’ın olduğu kadar Türkiye’nin de bir döneme ilişkin tarihi aslında. Aslında çölü yeşertecek kuyunun yerini bilenlerin başına gelenlerin tarihi kitap. Okumasanız da çarpılırsınız, okusanız da. 12 Eylül’de bir sabah karakola çağrılıyor Cengiz Aksakal. Ve bir daha dönemiyor evine. Karısının kocası, çocuklarınınsa babaları hakkında anlattıkları burktu beni. Ateşlere attı. Dayanamayacağım hissini yaşadım sık sık. Ama bu acıya onlar dayanmışsa bana ne oluyor diyerek direnç katarak okumayı sürdürdüm ve sürdüreceğim yine de. Cengiz Aksakal’ın başına gelenler, 12 Eylül hukuksuzluğu…
12 Eylül mü? Ülkemizi Ortadoğu bataklığına sürükleme ve dinsel gericiliğin zifiri karanlığına bırakma projesi. İçine düşürüldüğümüz… Bugün yaşadıklarımız… Bunları öğrenmekten kaçan insan kendinden de kaçar. Kendine yabancı olur her şeyden önce. Olmaz ve olgunlaşamaz. Kaldı ki Sezai Sarıoğlu’nun dili Türk Edebiyatı’nda farklı bir yerde Ayrı bir derinlik, ayrı bir seviye… Kitabı okurken yara bere içinde kalsanız da onun dili, anlatımı iyileştiriyor insanı. Ve işte hayatınız dercesine de projektör tutuyor duyarlıklarınıza. Sarsılıyorsunuz, dağılıyorsunuz ama toparlıyorsunuz sonunda. “Düşmana inat bir gün daha fazla yaşamak” dizesi oturuyor sol yanınıza. Sol başınıza kalsanız da büyük insanlığı düşünüyorsunuz inadına. Adil, eşit, demokratik ve özgürlükçü bir dünya düşü koruyorsunuz kitaba ara verseniz bile. Ve bir yandan bellek tazeliyorsunuz. Çünkü / yaranı nerenden aldığını unutursan / taşıyamazsın / ağır gelir.
A. Kadir Bilgin’in Giyotin Ziyareti’nden şiirleri sabah kahvaltısı sırasında, Yalçın Duman’ın Arafta Kalan Hayatlar adlı 78 Kuşağı’nı anlatan öykülerini akşam yemeğinden sonra okumak çok güzel. Her sabaha bir şiir, her akşama bir öykü… Aralara dergilerde serpiştiriyorum: İnsancıl, Çini Kitap, Aydili, Eliz Eebiyat, Dil Nehri, Sincan İstasyonu, Edebiyat Nöbeti, Sarmal Çevrim…Yayın kurulu Üyesi olarak yer aldığım Troya Sanat da katılacak bu dergiler arasına yakında… İlk sayı Ocakta. Yaşasın!
Dün güzel bir şey oldu. Çanakkale’de Edebiyatın Lacivert Delikanlısı dediğim bir adam var. Şiir adam, öykü adam! Buram buram insan kokan bir adam. Ali Erkan Güneri… Ona şöyle bir uğradım. Ayak üstü! “Ben de emanetin var” demişti. Rahatsızlıklarım, göz- gözlük sorunum derken gidememiştim. Aydınlık yüzüyle karşıladı Ali ağabey beni kapıda. Ve bir kitap uzattı. Ay Dilbere! Kitap Güven Tunç’a ait bir roman. Ve de adıma imzalı. Yola çıkalı şöyle böyle bir ay olmuş nerdeyse. Eve vardığımda kitabı karıştırınca gördüm ki yazarın başka kitapları da varmış meğer: Gökyüzünü Arayan Mavi, Şehrin Zulası, Elimsende, Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir, Sen Çok Yaşa Babaanne, Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı… Bu kitaplar da girdi okunacaklar listeme.
Montaigne’nin; “şairlere acıyorum. Çünkü onlar, şiir yazmayı şiir bilgisi edinmekten daha kolay sanıyorlar” sözünü unutmamak için, Şiirin Kaynakları Üzerine Bir İnceleme alt başlıklı Yanılsama Ve Gerçeklik adlı kitabı da okumalıyım. Kitap, Christopher Caudwell’e ait. Her on yılda bir okuduğum kitaplardan biri bu. Don Kişot da öyle. Çoklu okuma çok keyifli. Herkese öneririm. Şiir, öykü, roman, deneme… 3-5 kitapla bir arada yaşamak her gün. Güzel bir yürüyüş…
Okumak yazmak özgürlüktür.
Bir kez daha: Yaşasın edebiyat!
Hayrettin Geçkin

