Edebiyat,  Gündem Arşivi Klasikleri,  Kitaplar,  Toplum

Bir Hava Korsanının Anıları

Daha büyük bir güç
Elde etme peşindeydi Che,
Don Kişot’la buluşabilse.
Yoksa kim tutabilirdi onu, kim…
Koşarken imkansıza?

İnsanı insan eden şey, ayrıcalıklı yanlarını başkalarının iyiliği için sunmasıdır.

Baştan belirtmeliyim: Bu yazıyı karman çorman bulabilirsiniz, hiç itirazım yok. Çünkü yazıya konu olan kitap önce beni karman çorman etti. Normalde, Favori Yayınları’ndan çıkan, birinci basımı 2015, ikinci basımı 2022’de yapılan kitabı, bir bakıma ( 12 Mart-12 Eylül) devam niteliğinde sayılması gereken ve üzerlerine bir şeyler de yazdığım Adnan Keskin’in “İlle de Mavi” ve Sezai Saroğlu’nun “Yaram Derine Düştü” romanlarından önce okumalıydım. Bunun için kendime kırıldım, “anneme küstüm”.

“Bir Hava Korsanının Anılarını” bitireli on beş, yirmi gün oldu… Ama kafamda bitmiyor. Kitabın beni kuşatacağını sezmedim değil daha ilk başlarda. Şöyle otuz kırk sayfa okur okumaz huzursuz olacağımı da anladım zaten. Bitirdikten sonra yeni bir kitaba başlayamadım bir süre. Kısa öykü, ya da kısa bir iki şiir okuyabilir miyim diye elimdeki dergilere şöyle bir göz attım, kitaplar karıştırdım, fakat olmadı. Yakalayıcı, yaralayıcı, iyileştirici, derinleştirici, dertleştirici, düşündürücü kitaplar okudum mu böyle olur çoğunlukla. Bir yandan da kendime yolculukların biri biter, biri başlar. Yaralanmadan da iyileşmiyor insan.

Kitabın etkisinden kurtulmak için tuhaf şeyler düşünmeyi denedim açıkça söylemek gerekirse. Önsöz ve sonsöz kısımlarına taktım örneğin. Bu şekilde bir önsöz ve sonsöz, böylesi bir kitabın büyüsünü boşaltmaktan başka bir işe yaramaz diye söylenip durdum. Hele de sonsöz için… Yazarla ilişki kurabilsem, kitabın yeni basımı yapılacaksa önsöz ve sonsöz bölümlerinin kitaptan çıkması gerektiğini söyleyebilirim diye hayaller kurdum. Önsöz ve sonsöz bölümlerini kastederek edebiyat eseri fazla söz kaldırmaz, gereksiz detaylardan hoşlanmaz, her edebi eserin kendine göre bir sır saklama huyu vardır, salt şiire özgü bir durum değil bu, roman bile olsa fark etmez demeyi geçirdim birkaç kez içimden. Biraz daha ileri giderek sonsözde kanıtlanmak istenen Meze ile yazar arasındaki aşk ilişkisinin gerçek olup olmadığı okuru hiç mi hiç ilgilendirmez, hatta yazarı bile bile demeyi düşündüm… Kitabın İyi bir editörden geçmesi gerektiğini söylemeyi unutmamalı diye de bir not düştüm kendime.

Bunlar işin bahanesiydi aslında. Bir kaçıştı daha çok benim için. Çünkü fena halde büyüsüne kapılmıştım kitabın, adeta darma duman olmuştum. Yaralı halimle kendime sığınmaktan başka yolum yoktu. İyi örülmüş içeriğinden, etkili anlatımından, beni gençliğime yaklaştıran yaşantıların etkisinden, okurken birden bire yeniden ayaklanmak için bahane arayan adil bir dünya diyerek kurduğum düşlerden kurtulamıyordum bir türlü. Ne olduğunu bilmediğim bir sağanağa tutulmuştum. Zeynep, bende iyi gitmeyen bir şeylerin olduğu duygusuna kapılıp; “hayrola kötü bir haber mi aldın yoksa” diye sordu. Sağlığımla ilgili endişesini böyle açığa vurmuştu aslında. Uçak yanlış bir limana indi diyebildim. Denizlerin idamı engellenemedi diye de ekledim ardından. Sonra kitap üzerine değişik aralıklarla birçok kez konuşup tartıştık. Kitabın içeriğine ve kapsadığı döneme dair bildiklerimizi, biriktirdiklerimizi bitiştirerek çeşitli değerlendirmelerde bulunduk. Başkalarını da ortak ettik bu işe.

Bir Hava Korsanının Anıları, evet bir anı roman! Ama dünyanın en uzun mektubu aynı zamanda. Her ne kadar Deniz’in ağabeyi Bora Gezmiş’e yazılmış gibi gözükse de her birimizin çocukluğuna, gençliğine, geleceğine; duyarlıklarına, sorumluluklarına ve vicdanına yazılmış. Bilme ve anlama mecburiyetlerimize daha çok… Ülkemizin dününe, bugününe, yarınına… Ağaca, kurda, kuşa, taşa, toprağa… Yani herkese ve her şeye… Kitap, ülkemizin bir dönemine çok yakından ışık tutan, devlet yapısından, halkın yaşam koşullarına, gençlik hareketinden siyasetine kadar önemli gerçeklikleri görünür kılan önemli belge aynı zamanda. Resmi tarihi yerle bir edecek belge hem de. Yoksa bir fotoğraf mı deseydim. Kitabın bir edebiyat eseri, bir tarih kitabı olarak da okunması gerekir. Ve bir yüzleşme metni olarak da ayrıca…

Büyük darbelerden çıkan yazarın yumuşak huylu, merhametli, bağışlayıcı yanını keşfetmekte zorlanmadım açıkçası. Yaşamış olmakla insana, topluma yaralı olmak, bir değişim ve dönüşüm içinde bulunmak ve şefkatli olmak şeklinde tarif edilebilecek yaşam çizgisinden hiç sapmadığını da… Dili kullanmadaki ustalığına, yaşanan acıların anlatıma kattığı tada ve anlatım kıvraklığına kitabın başından sonuna kadar hayranlık duyduğumu gizlemeyi hiç mi hiç istemem.

Nedendir bilmiyorum, kitap boyunca Bedri Rahmi’nin Nazım için yazdığı, bestelenmiş ,“Yiğidim Aslanım” şiirinde geçen şu dizeler dilimden düşmedi bir türlü:

“Ne bir haram yedi ne cana kıydı
Ekmek kadar temiz su gibi aydın
Hiç kimse duymadan hükümler giydi
Yiğidim aslanım burda yatıyor”

Kitap, Ankara’nın gecekondu mahallelerinde devrimci mücadele yürüttüğü sırada, Maltepe Askeri Cezaevi’nden firar eden THKP-C ve THKO önderlerine saklanabilecekleri güvenli bir yer arayışına giren ve Denizlerin idamlarına engel olma çabası içindeyken 9 Mart 1972’de polis tarafından katledilen Koray Doğan’a ithaf edilmiş . Koray Doğan’ın (Sadri), Ortadoğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ni ilk sıralarda kazandığını, ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyesi olduğunu, askeri doktor olan babasının ünlü Faşist general Faik Türün’ün kardeşiyle Kuleli Askeri Lisesi’nden sınıf arkadaşlığını küçük bir araştırma sonucu öğrendim. Bu bilgiye ihtiyaç vardı. Çünkü, yazarın hayat akışına yön veren ve bir hava korsanı olmasına yol açan süreç Koray Doğan’ın polisçe katledilmesiyle yakından ilgili.

Kitapta, yazarın okumak için köyden kopuşundan, Ankara’ya gelip Abdi’nin yanında usta bir fotoğrafçı olarak yetişmesinden, oralarda ilerici devrimci fikirlerle tanışmasından, Amerika’ya gitme merakından, devrimci mücadeledeki pasif gibi görünen aktif rolünden, uçak kaçırma eylemine kadar onlarca ilginç olayı bir solukta okumadım. Geriye dönüşler yaptım sık sık. Hüzünlendiğim, heyecanlandığım zamanlar oldu. Odamın kapısını kapayarak sık sık ağladığım da…. Okumamış olsalar da duyarlıklarına inandığım bazı arkadaşlarla kitap ve dönemin olayları hakkında konuştum. Aslında yazarın gençlik yaşantıları ile kendi gençlik yaşantılarım arasında benzerlikler, çocukluk ve köy yaşamındaki benzerliklerden ibaret. Ama kitap boyunca yazarla bir yığın ortak yanımız varmış gibi hissettim nedense. Aramızda derin bir düşbağı olduğunu keşfetmem de bu hissedişin arkasından geldi. Adeta kitaba büründüm.

Hazır yeri gelmişken, kısa bir ara verip küçük bir anekdot paylaşmalıyım: Denizler yeni idam edilmişti. Çok kısa bir süre ilgi duyduğum ülkücü hareketin ev toplantılarından birine ben de çağrılmıştım. Böyle bir ortama ilk kez giriyordum. Özel olarak görevlendirilmiş bir öğretmenimiz düzenlemişti bu toplantıyı. Kendisi bir şeyler anlattıktan sonra, orada bulunanlara da söz düştü. Sıra bana geldiğinde asıl gerçek milliyetçilerin Deniz Gezmişler olduğunu söyledim büyük bir heyecanla. Toplantıya katılanların da böyle düşündüğüne, düşünmesi gerektiğine öyle bir inanıyordum ki. Toplantıdaki kişilerden bazıları ertesi gün okul çıkışında yolumu kesip bir güzel döğmüşlerdi beni bu yüzden. Bu olayı anımsayarak on yedi yaşındaki gençlik halimin saçlarını okşadım kitabın sayfalarında ilerlerken.

Sık sık buluştukları ve devrimci mücadeleyi birlikte yürüttükleri en yakın arkadaşı, can dostu Koray Doğan’ın (Sadri) ölümü, tanımı yapılamayacak, katlanılması çok ama çok zor bir acıdır yazar için. Bu durum Denizlerin idamını engellemek için uçak kaçırma eylemine katılmasını ateşleyen bir kıvılcımdır da aynı zamanda. İnsan böylesine bağlı olduğu, inandığı, güvendiği arkadaşlarının ölümünü kolay kolay kabullenemez ve ölümünden sonra da kolay kolay uğurlayamaz onları kafasında. Yazar daha ötesini yapmış: Bütün hayatının Koray Doğan ve Denizlerle damgalanmasına yol açacak işlere girişmiş. Bir tür onların yaşayan ütopyasının parçasına dönüştürmüş kendisini.

Bir gün yazar, (Aynullah Akça) “Sen Türkiye’nin en gözde üniversitesinden birinde , en sevdiğin bölümde okuyorsun. Üstelik ailenin hali vakti de yerinde, ne işin var senin devrimci mücadele içinde” anlamına gelen yarı şaka, yarı gerçek bir soru yöneltir Koray’a; (Sadri). Sorduğu sorunun gerçek yanı daha ağır basmaktadır aslında. Bir Hava Korsanı’nın Anıları bu sorunun yanıtı bir kitaptır bana kalırsa.

Çünkü yazar eğer direksiyonu kişisel çıkarlarına doğru çevirse, asla ekonomik zorluk çekmeyeceği şatafatlı bir hayat vardı yolunun üzerinde. Köy çocuğu olmasına, istediği eğitimi alamamasına karşın, Stüdyo Abdi’de iyi bir fotoğraf sanatçısı olarak yetiştirmişti kendisini. Bu alanda gözdesi olmuştu bir bakıma Ankara’nın. Bir yığın ünlü insanla, (film yıldızı, oyuncu, şarkıcı, sanatçı, yönetmen, yazar) içli dışlıdır. İsterse oralardan ne hayatlar çıkarırdı kendisine. Hele Meze ile evlenecek olsa uzun boylu çalışmasına da gerek kalmayacak, sığınmacı olduğu ülkelerde zor koşullarda ekmeğini kazanma zorluğuna katlanmayacak, yurt özlemi de çekmeyecekti. Dolayısıyla yazar, bu kitap aracılığıyla kendisine sorulması gereken bu yönde bir soruyu da yanıt vermektedir.

Gençlik yıllarımda katıldığım devrimci bir toplantı sırasında, toplantıya ev sahipliği yapan kişinin çok varsıl biri olduğunu fark etmiştim. Orası neresiydi ve o kişi kimdi, şu an ne yazık ki anımsayamıyorum. Onca kişiyi ağırlamış; yemek, konaklama ve yol masraflarını karşılamış o kişiye ertesi gün, baş başa kaldığımız sırada; buralar, bu binalar, bu araziler sizin mi, bu kadar insan sizin emrinizde mi çalışıyor diye sormuş, “evet” yanıtını aldıktan sonra, siz o halde bayağı küçük burjuvasınız demiştim. (O zamanlarda durumu biraz iyi olanlara böyle takılırlardı). Adam, sevecen bir tavırla, büyüklenmeye girmeden, cahilliğimi örtbas edercesine; “Yok hocam, biz bayağı büyük burjuvayız” demişti. Ters köşe olmuştum. Toplantı sırasında konuşmalarımdan, konuşmalarımın içine serpiştirdiğim kısa kısa şiirlerden çok mutlu olduğunu, hatta çok etkilendiğini söyleyen adam bana hayatımın unutulmaz dersini de; “Adil, eşit, demokratik ve özgürlükçü bir dünya istemek bir bilgi, bir bilinç ama en çok da bir vicdan işidir” diyerek vermişti. Benim hayatımdaki en önemli kırılma anı gibi, yazarın da en önemli kırılma anı, acaba Koray Doğan’a sorduğu sorudan sonra aldığı benzer bir yanıt sonucu mu olmuştur diye çok düşünmüşümdür kitabı bitirip kenara koyduğumda da.

Hayatım boyunca bu kompleksim hiç geçmedi. Varsıl bir olmayı çok isterdim aslında. Ama lüks binalarda oturmak, lüks arabalarla fing atmak, lüks eğlence yerlerinde para saçmak için değil. Bu ayrıcalığımı bilgi ve birikimimle birlikte yoksulların, yararına, onların adil, eşit ve demokratik bir hayat içinde yaşayabilecekleri bir dünya mücadelesine sunmak için. Benim doğup büyüdüğüm Şavşat’ın köylerinde okuyan, iyi sayılabilecek meslekler edinen insanlarından bazılarına bu yüzden hayranım. Onlar, Koray Doğan gibi ayrıcalıklı olmasalar da içlerinden çıktıkları yoksul ailelere göre ayrıcalıklı sayılırlardı bir bakıma…”Kalemden ağır” şeyler taşımayacaklardı en azından. Onlar da bu küçük ayrıcalıklarını köylülerinin ve onlar gibi yoksul ülke halkının yararına sundular. Onların devrimciliği seçmelerinin nedeni tam da buydu. İşkence sırasında boğazına kaynar su dökülerek sesi alınan Devrimci Öğretmen Şair Enver Karagöz’ü, Devrimci öğretmen Cengiz Aksakal’ı bu vesileyle burada anmalıyım.

Sihirli bir gücüm olsaydı kitapta anlatılan her şeyi alıntılayıp bir sözcükte toplamak isterdim. Bana uzun bir öykü anlat / tek sözcükte geçsin bütün macera, dizelerini acaba böyle bir hayal gücüyle mi yazmıştım yıllar önce? Şunu belirtmeliyim ama yine de: Kitap bilincimde bu şekli çoktan aldı. Tek sözcükte toplanmasa da yayılmak isteyen, her yanı ışıtacak bir enerji topu gibi duruyor kafamda.

Kitapta atılacak, dışarıda tutulacak tek bir olay, tek bir anlatı yok. Kitabı özetlenmeye kalkmak da saçmalık olur. Ben de böyle bir şey yapmayacağım zaten. Sadece bu kitabı duymamış, okumamış olanlara haber veriyorum. Hepsi bu kadar.

68 Kuşağı’nın belirgin özelliği ayrıcalıklı yanlarını halkının yararına, onun kurtuluşuna sunan bir kuşak olmasıydı. Güzel bir hayatın, yaşanası bir dünyanın aşkıyalarıydı onlar. Yiğit, mert, onurlu bir kuşaktı. Bırakın malını, canını da halkından esirgemeyen bir kuşak… Benim de içinde yer aldığım 78 Kuşağı ise daha geniş kesimleri, daha büyük kalabalıkları içine alan ve benzer özellikler gösteren bir yapıdaydı. Hatta diyebilirim ki hali vakti yerinde olan, ileride hiçbir ekonomik sıkıntı çekmeyecek olduğu halde hayatını devrimci mücadeleye koyan, kendisini ileri bir insanlık için adayan ilk gençlik yıllarımın arkadaşı Nedret Ural gibi kişiler aramızda azınlıktaydı.

Acaba Fazıl Hüsnü Dağlarca, bir iki bölümünü alıntılayıp aşağıya aldığım “Kızılırmak Kıyılarında” adlı şiirini, halkı daha çok kitaplardan öğrenen, sorunlarını kitaplardan tanıyan 68 Kuşağı’nın vicdandan birer kaleye dönüşmüş o aydın, aşktan ve ateşten gençleri için mi yazmıştı? Bunu hep düşündüm açıkçası:

“Kardaş senin dediklerin yok,
Halay çekilen toprak bu toprak değil.
Çık hele Anadolu’ya,
Kamyonlarla gel, kağnılarla gel gayri,
O kadar uzak değil.

Gün doğar tarla kuşları uçuşurlar,
Ağır bir aydınlık, bildiğin şafak değil.
Öyle bir dalmış ki yüzyıllar süren uykusuna
Uyandırmazsan
Uyanacak değil.”

Bir Hava Korsanının Anıları’nda geniş yer tutan, bir çok yazar, sanatçı ve düşünce insanına yardımları dokunan, gerekmişe koruyuculuğunu esirgemeyen, onlara kol kanat geren, bu arada yazarın fotoğraf sanatçı olarak yetişmesinde ve kafasında başka türlü bir dünyanın mümkün olduğuna dair düşünce kapılarının aralanmasında rolü yadsınamayacak kişi Abdi Yazgan’dır… Dönemin rol model aydınıdır aynı zamanda Abdi. Giyinişiyle, özeniyle, insanlara davranışıyla etkileyici ve dikkat çekicidir. TİP’lidir üstelik. Yazar onun yanındayken ailenin küçük oğlu gibidir. Bir farkla ama: Güdülmeyen, kakılmayan, birtakım öğütlerle ikide bir başı şişirilmeyen, işi tarif edilmeyen… Akça, (Yılmaz) aklının ve yeteneklerinin sınırlarına doğru kulaç atmakta özgürdür onların yanında. Onların yanında evden kaçacak kadar büyümüştür de bu arada.

Kitapta edebiyatçısından, siyasetçisine, siyasetçisinden sanatçısına kimlerle tanışmamıştır ve ilişkisi olmamıştır ki yazarın! Olaylar öylesine ki aşka da aralık bırakmıştır.

Üst üste birkaç alıntıyı sıralamam gerekiyor:

“O yıllarda Uğur Mumcu ve Altan Öymen Devrim Gazetesi’nde çalışıyorlardı. Sanırım Altan Öymen gazetenin yazı işleri müdürüydü. Gazetenin kendi foto muhabiri yoktu. İhtiyaçları olduğunda beni çağırırlardı Abdi vasıtasıyla. Eski Gerede Kaymakamı Erdoğan Alkan’ın yaptığı, kenar semtlerin sorunlarını içeren bir dizi röportajlara foto muhabiri olarak eşlik etmiştim.” (S:185)

“Erdal Öz ile Abdi Yazgan’ın arkadaşlıkları çok eskilere dayanırdı. Daha Foto Sitil’deyken sık sık görüştüklerini hatırlıyorum. Erdal Öz’ün Büyük Çarşı’daki kitabevi ile Abdi’nin fotoğrafhanesi birbirini tamamlar gibiydi. Küçük bir yer olan Sergi Kitabevi günün her saatinde kalabalıktı. Onun da müşterilerinin çoğu devrimci çevreler, gençlerdi. Her türlü sol yayınları orada bulmak mümkündü. Toplatılacağını bildiği halde daha yayınlanır yayınlanmaz getirtirdi, zarara uğramayı göze alarak. Aslında o da Abdi gibi ticareti ikinci plana atmıştı.

Erdal abi gençler arasında çok sevilip sayılan biriydi. Fikirlerine çok önem verilirdi. Hemen her konuda ona danışılırdı. Erdal abiyi ben de çok severdim. …Stüdyo Abdi’de çalıştığım üç yıl boyunca hemen her gün görürdüm. Bir ayağı yakın dostu Abdi’nin dükkanındaydı. Ben de sık sık kitabevine giderdim. Buna rağmen anılarında uçak kaçıranları tanımadığını yazıyor. Olsun. Ben ona darılmadım. Kitaplarını zevkle okudum. Kendisini yakından tanıdığımı her yerde gururla söyledim. Kim bilir, eylemimiz başarıya ulaşsaydı bir kitap da benim için yazacaktı Erdal abimiz. Beni daha bacak kadar çocukken Foto Sitil’den tanıdığını, daha sonraki yıllarda devrimci hareket içinde nasıl canla başla çalıştığımı, yasaklanan kitaplarını nasıl sakladığımı, benim bile şu anda hatırlayamayacağım ayrıntılarla anlatacaktı o güzel Türkçesiyle.” (S:187)

“Abdi’nin en yakın arkadaşlarından biri de Zülfü Livaneli’ydi. (S:187) … “Denildiği gibi Abdi, Erdal ve Zülfü çok yakın arkadaştılar. Sürekli birbirine gidip gelirlerdi. Zülfü bu iki işyerini de bir yazıhane gibi kullanırdı.” (S:188)

“Burada bir parantez açıp Zülfü’nün “kadirşinaslığı” konusuna da kısaca değinmek istiyorum. Dediğim gibi Zülfü, Abdi, ve Erdal’la çok yakın dostluk, arkadaşlık ilişkileri içindeydiler. Her gün beraberlerdi. Denilebilir ki eşlerinden çok birbirlerinin yüzünü görüyorlardı. Üstelik bu ilişkilerde her zaman gözetlenen, korunan zayıf taraf Zülfü idi. O, bu çevreye sonradan girmişti. Buna rağmen, belki de bunun için yayınladığı o tuğla kalınlığındaki anılarında Erdal Öz’e yalnızca birkaç satır ayırmış ve Abdi’nin adını da “fotoğrafçı Abdi’de Stockholm’deymiş” diyerek tek bir yerde anmıştır. Buna karşılık UNESCO toplantıları sırasında birkaç kez karşılaşıp el sıkıştığı, toplantı sıralarında ayaküstü iki laf ettiği dedesi yaşındaki Peter Ustinov gibi uluslararası ünlü kişilerden “Kaybettiğim dostlarım” diye uzun uzun bahsetmesi, Zülfü’nün yeteneğini fersah fersah aşan egosunun esiri olduğunun bir göstergesi olsa gerek.” (S:189)

Nasıl bir yaralanmaktır, nasıl bir incinmektir ki uçak kaçırma eylemi için basında çıkan gerçek dışı haberler, kamuoyunda yalan yanlış konuşulanlar böylesi bir kitabı yazdırmış Aynullah Akça’ya? Hem de olayın üzerinden on yıllar geçtikten sonra. Bu kitabı yazmak için masaya oturduğunda Hemingway’ın, “yazmak için fena halde incitilmiş olmalısınız” sözünü biliyor muydu acaba? Basın aracılığı ile kamuoyunu yanıltanlara yanıt verememek ne kadar ağır gelmiştir kim bilir ona, bulunduğu kötü koşullarda! Yanıt için uygun koşulların oluşmasını nasıl beklemiştir kim bilir! Bulgaristan’da geçen uzun bir süre, oradan İsveç’e zorunlu göç… “Bir yiğit gurbete düşse / Gör başına neler gelir” hesabı. Ama yine de “yarın daha güzel olacak” diye inanan tutarlı düşçülere ille ki bir şeyler de söylemek gerekirdi günü geldiğinde. “Bugünlerden geriye / bir yarına gidenler kalır / bir de yarın için direneler” çünkü. “Uçak kaçırma işi, Denizlerin idamını hızlandırmak için bir provokasyondu” gibi saçmalıklara inanan Deniz’in ağabeyi Bora Gezmiş’e de kuşkusuz… En azından nostalji niyetine… “Gençlik işte! Adil, eşit, demokratik ve özgürlükçü bir Türkiye sanki dalda elmaydı Bora abi. Elimizi uzatsak koparıp alabilecektik. Fakat kollarımız yetişmedi,” dercesine. Kaldı ki kitapta anlatılan öyküler taze birer yara gibi. Konuşulmak isterler.

Kitabı özetlemek değil ama kitabın niyetinin öne çıkması için uzunca ve üst üste bazı alıntılara daha ihtiyaç var sıkılmış olsanız bile:

“Sıkıyönetim görevlileri uyduruk bir senaryoyla, daha önce idamları durdurmak için imza toplayan ve benim de şahsen Stüdyo Abdi’nin çevresinden tanıdığım 8-10 ilerici aydınla biizm eylemimiz arasında bir “ bağ” kurunca, önceleri eylemimin sırf söz konusu aydınları içeri alabilmek için düzenlenmiş bir provokasyon olduğu yolunda spekülasyonlar yapılmaya başlandı.” (S:362)

“Mumcu önce benim, Stüdyo Abdi gibi devrimci aydınların uğrak yeri olan bir iş yerine MİT tarafından yerleştirilmiş olabileceğim yolunda imalarda bulunuyordu. Ardından da olay günü beni havaalanına mavi renkli bir Murat marka arabanın bıraktığını ve uçak kalkana kadar arabanın sürücüsüyle terminal barında oturup konuşup bira içtiğimizi daha sonra aynı kişinin beni uçağa kadar yolcu ettiğini yazıyordu. Ve o kendi patenti haline getirdiği sorularını sıralıyordu, tutuklu karşısında sınırsız güce sahip olduğunu sanan polis komiseri gibi: …” (S:363)

“Uğur Mumcu bu yazıları yazdığı tarihte biz Bulgaristan’daydık. Hapisten yeni çıkmıştık. O günlerin Bulgaristan’ındaki kişi hak ve özgürlüklerinin durumu göz önünde bulundurulduğunda bizim bu gibi soruları direk Mumcu’nun kendisine yöneltme, gazetesine açıklama gönderme olanaklarından tamamen yoksun olduğumuz kolayca anlaşılır. Daha sonraları böyle bir olanağa kavuştuğumuz sıralarda ise maalesef Mumcu’nun kendisi aramızda yoktu. Hunharca bir cinayete kurban gitmişti.” (S:364)

Kitabın bana öğrettiği bir şey var. Zeynep de çok söyler bunu: Önemli olan acı yaşamak değil, onu fark edip üstüne çıkabilmek. O yüzden yazar hep göklerde olsun. Bir Hava Korsanının Anıları’nda Koray Doğan ve Denizlerin yaşadığı “yalanını” söylemekte ısrar edip durmuş ki bu bana yeter. Edebiyatın güzelliği de burada. Ben bu “yalanı” başkalarının bin bir gerçeği ile değiştirmem.

Yazara teşekkür niyetine yazılarımdan birinden bir bölüm alarak aktarmak zorundayım. Anasının ak sütü gibi helal olsun:

Her biri Che idi onların, onların her biri birer Don Kişot! Mümkün hayatlara inandılar, mümkün insan ilişkilerine… Güneşe, yağmura, insana, devrime… Aslolan dünyayı yorumlamak değildi onlar için. Aslolan dünyayı değiştirmekti. Bu yüzden Deniz oldular.

Her yerdendi onlar, her dilden, her kültürden, her yaştan… “Yaşanası bir dünya” dediler hep bir ağızdan. Bir ağız oldular imkansızı denemek için. Yürüdüler, yürüdüler… Bir devrim kadar kalmıştı sonsuzla aralarındaki mesafe. Onlar için gençlik dağlara karşı sevişmekti…Kimi hayatta onların, kimi yaralı hâlâ… Kederli birer şarkı gibi yaşlanıyorlar, kederli birer şiir gibi… Ölenlerse güneşe gömülenler…

Doğa kıyımları yaşanmayacaktı onların istediği olsaydı. İnsan kırımları olmayacaktı… Savaş suç sayılacaktı örneğin. Silahlar dünyanın dışında bir yere gömülecekti eğer onlar başarabilseydi. Kısa çöp uzun çöpten hakkını alacaktı. Bunun içindi verdikleri savaş. Ulaştılar, Mahirdiler…

İnsan insanın kurdu değil yurdu olacaktı istediği düzeni kurabilselerdi. Herkes kendisini gerçekleştirecekti. Yalnız kalmayacaktı tek bir zeytin dalı bile… Kimse aç, açıkta kimse kalmayacaktı. Kafa sayısı kadar düşünce, yürek sayısı kadar sevgiyle karanlığın üzerine bu yüzden yürüdüler. İnsanın kendisine, insanın başkalarına ve insanın doğaya karşı yabancılaşmasını kırmak içindi seferleri… Bir sürü devrim düşü bıraktılar avuçlarımıza.
Düş düşe, baş başa vermişlerdi bunun için.

Yaşanmamış aşklara, kurulmamış dünyalara geçip gittiler. Yazımın girişindeki şiiri onlar için yazmıştım yıllar önce … Onların her biri için…Ölen ve yaşayan… O şiiri okudum arkalarından. O şiiri dua niyetine…

Kitap hakkında yaptığım sınırlı değerlendirmeye şunu da ekleyerek bitirmek istiyorum. Yangından sonraki yanmadır “Bir Hava Korsanının Anıları.” Kendinizle kapışmayı göze alıyorsanız okursunuz. Ama gerçeğin ne kadarına dayanabileceğinizi bilemem. Ama bu yazının üstüne Rodrigo’nun Gitar Konçertosu’nun iyi gideceğini biliyorum..

(Aynullah Akça, Anı Roman, Favori Yayınları, II.Baskı 2022, 380 sayfa)

Hayrettin Geçkin

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir