
Bir Cumhuriyet Hikâyesi
Tüm dünyayı saran İkinci Dünya Savaşı, savaşa girmememize karşın ülkemizi de çok olumsuz olarak etkilemekteydi.
Ekmek karneye bağlanmış, ülkede tahtayı tahtaya tutturacak çivi bile bulunmamaktadır. Ancak ülkeyi yönetenler bu güç koşullarda bile Türk köylüsünün eğitimine büyük önem vermekte, yeni kurulmuş Köy Enstitülerinin amacına ulaşması için olağanüstü çaba harcamaktaydılar. İsmail Hakkı Tonguç ve ekibi, köyden seçip aldıkları köy çocuklarını eğitip geldikleri köylere göndererek, ülke nüfusunun yüzde sekseninin yaşadığı köyü ve köylüyü canlandırma savaşına girmişlerdi.
Enstitüler, yöneticilerin, öğretmen ve öğrencilerin emek ve özverileriyle ayakta durmakta, yaşanılan bunalım ortamında devlete yük olmadan varlıklarını sürdürebilmek için her türlü güçlüğe göğüs germekteler. Kendi okullarını kendileri yaparak, çattıkları çatının altına serdikleri ot şiltelerde yatarak, kendi yiyeceklerini kendileri üreterek var olma savaşımı vermekteler.
Arifiye Köy Enstitüsünde inşaat işleri o kadar çeşitlenmiş ve yoğunluk kazanmıştır ki artık kendi tuğlalarını kendilerinin üretmesi çok zamanlarını alıyordu. Zaten öğrenciler de tuğla kesmesini ve pişirmesini öğrenmişler, artık bu işe son verilip tuğla üretmeye ayrılan zamanın başka ve daha önemli işlere ayrılması gerekiyordu. Fakat tuğla gereksinimlerini de işlerini aksatmayacak biçimde karşılamaları gerekiyordu. Çevre köylerde ufak çaplı tuğla üretenler vardı ama bunlar Enstitünün gereksinimini karşılamaktan uzaktı.
Arifiye-Adapazarı yolu üzerinde büyükçe bir tuğla ve kiremit fabrikası vardı. Bu fabrika dururken başka kapıları çalmak pek akla yatkın değildi. Zaten bu fabrikanın sahibi önceden birkaç adamını Enstitüye yollayarak, “Burnunuzun dibinde kiremit fabrikası varken Enstitünün kiremitlerini neden başka yerlerden alıyorsunuz?” demeye getirmemişler miydi? Fabrikayla görüşülürse ve anlaşma sağlanırsa hem tuğla hem de kiremit işini sağlama bağlayabileceklerdi.
Okul müdürü Süleyman Edip Balkır, düşündüklerini yardımcısı Aziz Arsan’a açar. Onun da kendisi gibi düşündüğünü öğrenir. Ertesi gün faytonu hazırlatır, nicedir kiremit fabrikasını görmek isteyen oğlu ve yardımcısıyla birlikte kiremit fabrikasına gider.
Fabrikanın sahibi Halil Bey, tatlı dille ve güler yüzle karşılar konuklarını. Süleyman Edip, ziyaretlerinin nedenini açıklar:
— Enstitünün tuğla ve kiremit ihtiyacını karşılamak istiyoruz. Tabii fiyatta anlaşabilirsek?
Halil Bey biraz düşünceli gibidir.
— Bir merakımı gidermek istiyorum. Yanı başınızda bir kiremit fabrikası dururken, hem de birinci sınıf kiremidim varken, neden şimdiye kadar başka yerlerden kiremit aldınız?
— Aslına bakarsan Halil Bey, bizim kaybedecek bir dakikamız bile yok. Biz insanların kiremit almak için fabrika kapısında sıraya girdiklerini biliyoruz. Biz çatılarımızı örmek için kiremit sırasını bekleyemeyiz, tek sebep bu.
— Başka bir sebep yok mu?
— Ne gibi?
— Mesela para gibi, fiyat gibi?
— Ha, o da var elbet.
— Bir kiremidi kaça aldınız?
— 27 kuruşa.
— Eh, biz de size bazı kolaylıklar gösteririz elbet.
— Ne gibi kolaylıklar?
— Size kesin bir fiyat vermeden önce komisyonun yüzde kaç olacağını bilmem gerekiyor.
Süleyman Edip, bu “komisyon” sözcüğü karşısında bir şaşkınlık geçirir. Halil Bey’le ilgili sağdan soldan hep olumlu sözler duymuştur: Ciddi bir adamdır, dürüsttür, işini iyi yapar, sözünde durur. Fakat bu “komisyon” önerisini niye yapmıştır durup dururken?
— Anlamadım Halil Bey? Ne komisyonu? Niçin, kimin için? Neden?
Üst üste sorulan bu sorular Halil Bey’i bunaltır. Şaşkınlık geçirir. Bir açıklama gereği duyar. Utana sıkıla:
— Bizden mal alan müesseselerden, bize işi kim bağlamışsa, biz ona belirli bir komisyon öderiz. Bu bir gelenektir. Yani çok normal bir şeydir. İki taraf belli bir yüzdede anlaşır, olur biter. Yüzde beşle yüzde on iki arasında değişir miktar. Konuşup el sıkışmaya bağlı.
Gülümser Süleyman Edip:
— Bu durumda komisyonu hak eden ben oluyorum, öyle mi?
— Hakkınızdır, Müdür Bey.
— Peki, bu komisyon parası kimden çıkacak? Siz kendi kârınızdan mı vereceksiniz, yoksa fiyatın üzerine mi koyacaksınız?
Halil Bey hiç duraksamadan yanıtlar:
— Elbette ki fiyata ilave edilecek.
Süleyman Edip, ağır ağır ve serinkanlı bir biçimde:
— Beni dinleyin, beyefendi. Ben, idaresi şahsıma verilmiş bir müessesenin müdürüyüm. Yaptığım bütün hizmetlerin karşılığında her ay düzenli olarak devletten maaş alıyorum. Buraya kadar gelip sizinle bu hususu görüşmek de hizmetlerimin içinde. Şimdi gelelim komisyon meselesine. Eğer teklif ettiğiniz aracılık payını cebinizden ödeyecekseniz, bunun adı rüşvettir. Yok, komisyon dönüp dolaşıp devletin hazinesinden çıkacaksa, bunun adı hırsızlıktır. Ben ne rüşvet alacak kadar rezilim ne de millet kesesinden hakkım olmayan bir parayı alacak kadar soysuzum. Artık bu iğrenç konuyu burada böylece kapatalım ve bir daha sözünü açmayalım.
Fabrika sahibinin eli ayağına dolaşır, ağzını açıp bir iki söz söylemek ister ama ne diyeceğini kestiremez. Öyle kötü olmuştur ki Süleyman Edip bir iki söz daha etse ağlayacak duruma gelmiştir. Bir süre sonra ne diyeceğini kestirerek hem özür hem de savunma yerine geçebilecek cümleler söyler:
— Süleyman Bey, aziz kardeşim! Ticaret işlerinde “hak” sayılan komisyonu elinin tersiyle iten bir idareciye ilk defa rastlıyorum. Şimdi anlıyorum bu memleketin nasıl ayakta durabildiğini. Demek ki aramızda iyi, dürüst, namuslu insanların yüzü suyu hürmetine yaşıyormuşuz biz. Çok yaşayın, Müdür Bey. Cumhuriyet iyi ki senin gibi idarecileri iş başına getirmiş. Size söz, kiremit için hiç sıra beklemeyeceksiniz. Sizin için hiç kimseye yapmadığım bir şey daha yapacağım: Kiremitleri 26 kuruştan vereceğim. Ayrıca da iyi toprağı bulmak için kazmadığım tarla, deşmediğim toprak bırakmayacağım.
Halil Bey, kibarlığı bir yana bırakıp, yöresel ağzıyla “kesinlikle hayır” anlamında:
– Laa valla, der.
(Süleyman Edip Balkır, Arifiye Köy Enstitüsü, s. 199-200)
Müdür Süleyman Edip Balkır bir hazret veya bir peygamber değil, sadece bir Türk. Bunu bir yücelik olarak görmeyin, çünkü Türk budur…
Yüce Türk Ulusuna saygıyla…
Mehmet R. Aşar

